Yeni Muhafazakârlık*
İlerleme teorisinin iyimser sözcüsü olarak Herbert Spencer ile tanışmıştık. Spencer, hem İngiltere’de hem de Amerika Birleşik Devletleri’ndeki iş çevreleri tarafından topa tutulan hükümetin ekonomiyle düzgün ilişkisine dair oldukça coşkulu görüşlere sahipti. Yeni bir muhafazakârlık (Toryism) türü olarak, sözde “liberal” hükümetlerin ekonomi hayatına devlet müdahalesini kınayan aşağıdaki deneme ilk olarak 1884’te yayınlanmıştır.
Liberalizm Temel İlkelerini Korudu mu?
Şu an liberal olarak anılanların çoğu Tory’lerin yeni çeşididir. Bu durum, benim aklamayı teklif ettiğim bir çelişkidir. Aklamak için öncelikle iki politik partinin başlangıçta ne olduğunu belirtmem gerekir ve muhafazakârlığın ve liberalizmin gerçek doğasını vurgulamak için okuyucudan zaten aşina olduğu gerçekleri ona bir kez daha hatırlatırken beni sabırla dinlemesini istemek zorundayım.
Bu isimlerle anılmaya başladıkları tarihlerden çok daha öncesine gidecek olursak, başlangıçta bu iki politik parti, sosyal örgütlenmenin sırasıyla militan ve endüstriyel türler olarak ayrılabilen ve biri eski zamanlarda neredeyse evrensel olan statü rejimi ve diğeri ise modern zamanlarda Batı milletleri arasında özellikle bizde ve Amerikalılarda yaygınlaşan sözleşme rejimi ile tanımlanan iki karşıt türünü temsil etmekteydi. “İşbirliği” kelimesini sınırlı anlamda değil de herhangi bir düzenleme sistemi altında vatandaşların ortak eylemlerini ifade edecek şekilde en yaygın anlamında kullanırsak, bu ikisi zorunlu işbirliği sistemi ve gönüllü işbirliği sistemi olarak tanımlanabilir. Birinin tipik yapısını askerlerden oluşan, çeşitli rütbelerdeki birliklerin ölüm sancısı çekerken emirleri yerine getirmek ve keyfi dağıtılan gıda, kıyafet ve ödemeleri almak zorunda olduğu bir orduda görürüz. Diğerini ise belirli hizmetler karşılığında belirli ödemeleri kabul eden ve eğer sevmezlerse istedikleri zaman haber örgütten ayrılabilen üretici ve dağıtıcı yapısı içinde görebiliriz.
İngiltere’deki sosyal evrim sırasında bu iki karşıt işbirliği arasındaki farklılık yavaş yavaş kendini gösterdi; fakat Tory ve Whig isimleri kullanılmaya başlanmadan çok önceleri partiler izlenebiliyordu ve militanlık ve sanayicilikle olan ilişkileri belirsiz bir şekilde görülebiliyordu. Her yerde olduğu gibi burada da statü altında işbirliğini niteleyen zorlayıcı kurala karşı direnç gösterenlerin, alışık olunduğu üzere, sözleşme altında işbirliği yapmaya alışık olan işçi ve tüccarlardan oluşan kasaba nüfusu olduğu gerçeği tanıdıktır. Tam tersine, sürekli savaş halinden doğan ve bu savaş durumuna göre ayarlanmış statü altındaki işbirliği ilkel fikirlerin ve geleneklerin geçerliliğini sürdürdüğü, başlangıçta komutanlar ve onlara bağlı kişilerin yerleştirildiği kırsal bölgelerde desteklenmekteydi. Whig ve Tory ilkeleri açık bir şekilde ayırt edilebilir olmadan önce gösterilen politik eğilimlerdeki bu çelişki daha sonra da görülmeye devam etti. 1688 Devrimi’nde “köyler ve daha küçük kasabalar Tory’ler tarafından tekel altına alınırken, daha büyük şehirler, üretim bölgeleri ve ticaret limanları Whig’lerin kalesi haline geldi.” İstisnalara rağmen benzer genel ilişkiler herhangi bir kanıta gerek duyulmaksızın hâlâ devam etmektedir. (…)
Whig’ler ve Tory’ler arasındaki tarihi farklılıklarla ilgili bir araştırmanın ardından, On Dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Whig’lerin özgürleştirici başarılarını ana hatlarıyla belirten Spencer, şöyle devam eder:
Fakat hepinizin zaten çok iyi bildiği gerçekleri neden sayıp döküyorum? Çünkü başlangıçta belirtildiği üzere, herkese liberalizmin geçmişte ne olduğunu hatırlatmak gereklidir; böylece günümüzün sözde liberalizmine benzemeyişini anlayabilirsiniz. Günümüzde insanoğlu ortak karakterini unutmuş olmasaydı, bu karakteri belirtmek amacıyla bu tür tedbirleri saptamak affedilemez olurdu. Tüm bu liberal değişikliklerin, öyle ya da böyle, bütün sosyal yaşamda zorunlu işbirliğini azalttığını ve gönüllü işbirliğini artırdığını hatırlamazlar. Öyle veya böyle hükümet yetkisini azalttıklarını ve her vatandaşın kontrolsüz hareket edebileceği alanı genişlettiklerini unuttular. Geçmiş zamanlarda liberalizmin, alışık olunduğu üzere, devlet zorlamasına karşı bireysel özgürlüğü desteklediği gerçeğini unuttular.
Şimdi soru geliyor: Liberaller bunu nasıl unuttu? Gittikçe daha da güçlenen liberalizm tüzüğünde nasıl daha da zorlayıcı hale geldi? Liberalizmin ister doğrudan kendi çoğunlukları aracılığıyla, ister muhaliflerinin çoğunluklarına bu tür durumlarda verilen yardım yoluyla dolaylı olarak, vatandaşlarının eylemlerini kontrol altına alma ve sonuç olarak eylemlerinin özgür kaldığı aralığı kısıtlama politikasını benimsemesi nasıl oldu? Eski zamanlarda kamu yararına kullandığı yöntemi tam tersine çevirerek kafaları karıştıran bu durumu nasıl açıklayacağız?
Her ikisini de olduğu gibi kabul edip insancıl dürtü ve mantıklı hüküm sorularını göz ardı ediyor ve durumdan da anlaşılacağı gibi, burada iyilik veya kötülük adına liberal üstünlük sırasında yürürlüğe konan tedbirlerin zorlayıcı doğasıyla ilgileniyoruz.
Bu alandaki örnekleri göstermek üzere Lord Palmerston’ın ikinci kez yöneticilik yaptığı 1860 yılıyla başlayalım. Bu yıl içinde Fabrikalar Kanunu’nun sınırlamaları beyazlatma ve boyama işlerini de kapsayacak şekilde genişletildi; yerel kurdan ödenmek üzere gıda ve içecek analizi sağlamak için yetkiler verildi; bu dönemde gaz kalitesini belirleme ve fiyatı sınırlamanın yanı sıra gaz işlerinin denetimini de sağlayan bir kanun vardı; maden denetiminin yanı sıra okula gitmeyen ve okuma yazması olmayan on iki yaş altındaki erkek çocuklarının istihdamını yasaklayan bir kanun da vardı. 1861 yılında Fabrikalar Kanunu’nun zorunlu hükümlerinde dantel işlerini de kapsayacak şekilde bir genişleme oldu; aşılama yapmak için yetki, güçsüzleri koruma kanunları temsilcilerine vs. verildi, yerel kurullara at, midilli, katır, eşek ve botların kira ücretlerini belirlemek üzere yetki verildi ve yerel olarak kurulan belirli kurumlar tarafından kırsal alanda su boşaltma ile sulama işleri ve sığırlara su temin etme için çevreyi vergilendirme görevini verildi. 1862 yılında kadınların ve çocukların açık havada beyazlatma işlerinde çalışmasını kısıtlayan bir kanun; tek bir maden kuyusuna veya belirlenenden daha az yer ayrılan maden kuyularına sahip kömür ocaklarını yasaya aykırı ilan eden bir kanun ve ayrıca Milli Eğitim Konseyi’ne fiyatı Devlet Hazinesi tarafından belirlenecek bir Farmakope basması için özel hak veren bir kanun yürürlüğe kondu. 1863 yılında zorunlu aşılama İskoçya ve İrlanda’yı da kapsayacak şekilde genişletildi; belirli kurullara yerel kurdan geri ödenebilir borç alma, kullanma ve bunları yapılan işten elde edilecek kazançla ödeme izni verildi; kasaba yetkililerine ihmal edilmiş dekoratif alanları satın alma ve yerli halka verdikleri hizmet karşılığında ödeme yapma yetkisi verildi; belirli saatler arasında çalışan kişilerin minimum yaşını belirlemenin yanında, belirli aralıklarla badana, boya yapıldığında üç kat boyama ve en az altı ayda bir kez sıcak su ve sabunla temizlik yapılacağını bildiren Fırınlar Yönetmeliği Kanunu çıktı; ayrıca sulh hâkimine müfettişin önüne getirdiği gıdanın sağlığa yararlı veya zararlı olduğuna karar verme yetkisi veren bir kanun daha çıkarıldı.
Fakat yalnızca son zamanlarda oluşturulan zorunlu mevzuata bakmak konuyu tam olarak anlamak için yeterli olmayacaktır. Bunların yanında, neyin savunulduğuna ve hangisinin alan olarak daha geniş ve karakter olarak da daha sert olma tehdidi bulunduğuna bakmalıyız. Son yıllarda sözde en ileri liberallerden olan ve hükümetin endüstriyel meskenleri geliştirme planlarını küçümseyen ve ayrıca küçük ev sahipleri, arazi sahipleri ve vergi mükellefleri üzerinde geçerli zorlama uygulanması için savaşan bir kabine bakanımız oldu. Seçmenlerine seslenirken barışsever toplumların ve dini kurumların fakirlere yardım etmek için gerçekleştirdiği faaliyetler hakkında küçümseyerek konuşan ve “bu ülkenin bütün insanları bu işi kendi işleri gibi görmelidir,” diyen, yani daha geniş hükümet tedbiri isteyen başka bir kabine bakanımız daha oldu. Yine, yerel çoğunluklara belirli malların değiş tokuş özgürlüğünü engelleme yetkisi vererek ciddiyeti güçlendirmek amacıyla her sene başarı artışını hedefleyen büyük ve güçlü bir kurumu yöneten radikal bir milletvekilimiz de var. Fabrikalar Kanunu’nun art arda genişletilmesiyle daha da genelleştirilen belirli sınıfların iş saatleri düzenlemesinin şimdi daha da genel hale getirilme ihtimali var; dükkânlardaki bütün çalışanları bu tür bir yönetmelik altına almayı planlayan bir tasarı mevcut. Eğitimin herkes için ücretsiz (başka bir deyişle, vergi destekli) yapılması ile ilgili de artan bir talep var. Okullara ücret ödenmesinin yanlış bir uygulama olduğu savunuluyor: Devlet bütün yükü üzerine almalıdır. Daha da ötesi, pek çok kişi karar verme yetkisine sahip devletin fakirlerin yanı sıra orta sınıf için de nasıl bir eğitimin iyi bir eğitim olacağına karar vermesi gerektiğini savunuyor. Bir de son zamanlarda teşvik edilen “araştırma bağışı” vardır. Zaten hükümet bu amaçla Kraliyet Derneği aracılığıyla dağıtılmak üzere her yıl toplam £4000 vermektedir. Bir de, insanların daha gençlik yıllarından güçsüz kalacakları ileriki yıllar için hazırlanmaya zorlanmaları gerektiğini söyleyen zorunlu sigorta sisteminin oluşturulmasına dair mantıklı tekliflerde bulunulmuştur.
Bu zorlayıcı yönetimin hemen yakınımızda veya uzağımızda görülen fazladan tedbirlerinin dökümü, hesabı yine de kapatmamaktadır. Genel ve yerel anlamda artan vergilendirme halini alan bu baskıya gelişigüzel dokundurmaların dışında henüz hiçbir şey yapılmamıştır. Kısmen her biri ek görevli kadrosu gerektiren ve gittikçe çoğalan bu yönetmelik kümesinin uygulama masraflarını karşılamak üzere, kısmen de yatılı okullar, ücretsiz kütüphaneler, kamu müzeleri, tuvaletler, çamaşırhaneler, dinlenme yerleri vs. gibi kamu kuruluşlarının giderlerini karşılamak amacıyla yerel kur her yıl yükseltilmektedir, çünkü genel vergilendirme eğitim ve sanat, bilim vs. bölümlerine verilen hibeler nedeniyle artmaktadır. Bunların her biri daha fazla zorlama gerektirmektedir ve vatandaşın özgürlüğünü daha da sınırlamaktadır. Her zorlamaya ek olarak ima edilen düşünce: “Şimdiye kadar kazandıklarınızın bu kısmını istediğiniz şekilde harcama özgürlüğüne sahiptiniz; bundan böyle bu kısmı harcamak için özgür olmayacaksınız; biz onu genel çıkar için harcayacağız.” Bu yüzden ya doğrudan ya da dolaylı olarak, ki çoğu durumda her iki şekilde, vatandaş zorunlu mevzuatın gelişmesindeki her bir adımdan sonra önceden sahip olduğu özgürlüğün bir kısmından yoksun hale gelmektedir.
Bunlar, liberal isminde hak iddia eden ve genişletilmiş özgürlüğün savunucusu olarak kendisine liberal diyen partinin faaliyetleridir!
Partinin üyelerinin önceki bölümü sabırsızlıkla ve bu savın geçerliliğini yok edeceğini düşündüğü büyük bir hata bulmak için okuduğundan şüphem yok. “Liberalizmin yürürlükten kaldırdığı sınırlandırmaları oluşturan geçmişteki güç ile anti-liberal dediğiniz sınırlandırmaları oluşturan günümüzdeki güç arasındaki temel farkı unutuyorsunuz. İlki sorumsuz bir güçken diğerinin sorumlu bir güç olduğunu unutuyorsunuz. Liberallerin şu anki mevzuatıyla insanlar çeşitli şekillerde düzenlendiyse, onları düzenleyen kurumu insanların kendilerinin yarattığını ve eylemleri için o insanların güvencesine sahip olduğunu unutuyorsunuz,” demek istiyor.
Yanıtım, bu farklılığı unutmadığım ama farklılığın büyük oranda şu anki konuyla alakasız olduğunu iddia etmeye hazırlandığım olacaktır. (…)
İlk olarak asıl konu, karışan kurumun yapısı değil, vatandaşların hayatlarına daha önce olduğundan daha çok karışılıp karışılmadığıdır. Daha basit bir durumu ele alalım. Bir işçi sendikasının üyesi diğerlerine sadece temsilci özelliğine sahip bir örgüt kurmak için katılmıştır. Çoğunluk o yönde karar verirse, kişi grev yapmaya zorlanmaktadır; zorla kabul ettirilen şartlar altında iş tasarrufunu kabul etmesi yasaklanmıştır; konulan bu yasak olmasa üstün yeteneği veya enerjisiyle elinden gelenin en iyisini yapması engellenmektedir. Uğruna örgüte katıldığı maddi çıkarlardan vazgeçmeden ve üye arkadaşlarının işkence ve belki de şiddetini üzerine çekmeden itaatsizlik edemez. Onu buna zorlayan kurum, kişinin diğer kişilerle eşit güce sahip olduğu bir yer olduğu için o kişi daha mı az zorlanmış olmaktadır?
İkinci olarak, bu benzetmenin yanlış olduğu öne sürülüp itiraz edilecekse, milli yaşam ve çıkarlarının koruyucusu olarak herkesin sosyal karışıklık cezası altında boyun eğmesi gereken bir milletin yönetici kurumunun vatandaşları üzerinde başka herhangi özel bir örgütün yönetiminde olandan çok daha fazla yetkisi olduğu için cevap şudur: Farklılığı ele alırsak verilen cevap hâlâ geçerlidir. İnsanlar özgürlüklerini özgürlüklerinden vazgeçmek için kullanıyorsa, o zaman daha mı az köle olurlar? Halk onlara baskı yapan bir kişiyi bir plebiscite (halk oylaması) ile seçiyorsa bu despotluk kendi eylemlerinin sonucu olduğu için özgür olmaya devam mı eder? Seçilen kişi tarafından yayınlanan zorlayıcı bildiriler, halkın kendi oylarının esas sonucu olduğu için mantıklı mı görülmelidir? Ayrıca, daha sonra kölesi olabileceği kişinin varlığına bir mızrak saplayan Doğu Afrikalının sahibini özgürce seçtiği için hâlâ özgürlüğe sahip olduğu söylenebilir mi?
Son olarak, herhangi biri, elbette kızgınlık belirtileri olmadan olmaz, bu düşünceyi reddedip insanların sorumsuz tek bir yöneticinin kalıcı olarak seçildiği hükümetle yetkili temsilci bir kurumun belirlenip belirli zamanlarda yeniden seçildiği sistemle arasındaki ilişki arasında gerçek bir paralellik olmadığını söylerse, o zaman çoğu insanı hayrete düşürecek esas cevap, yani aslında tamamen düzene karşı bir cevap gelir. Bu cevap şöyledir: “Birçok insan tarafından seçilen kurumun” yetkisi bir kraliyetin yetkisinden daha sınırlı bir yetki olarak görülemediği ve geçmişte gerçek liberalizmin bir kraliyetin sınırsız yetki varsayımı tartışması gibi günümüzün gerçek liberalizmi de sınırsız parlamenter yetki varsayımını tartışacağı için, bu çok sınırlandırıcı yasalar “birçok insan tarafından seçilen bir kurumdan geldiğine” dayanarak korunamaz.
* Herbert Spencer, The Man versus The State, New York: Mitchell Kennerley, 1916, s. 7-8, 10-12, 15-18, 21-25.