Yeni Bilim [Scienza Nuova]*
Giovanni Battista Vico, 1668 yılında Napoli, İtalya’da doğdu. 1697 yılında verdiği hitabet dersleri sayesinde profesör olsa da onun Batı düşüncesine esas katkısı hukuk felsefesi ve tarih alanlarındadır. Çalışmaları, altmış yedi yaşındayken Napoli Kralı’nın tarihçisi olarak atanmak suretiyle ödüllendirilir. 1725 yılında yazdığı Yeni Bir Bilimin Prensipleri [Principi di Scienza Nuova d’intorno alla Comune Natura delle Nazioni] ölümünden bir yıl önce (1744) yayınlanan üçüncü baskısında genişletilmiş ve neredeyse baştan yazılmıştır.
Çoğunlukla Aydınlanma düşüncesinin dışında sayılsa da, Vico’nun hukuku insanlık tarihi bağlamında çözümleme çabaları, gelişme sürecinde olan Avrupa geleneğini şekillendiren etmenlerden biri olarak önemlidir. Öte yandan, Vico’nun toplumsal kalkınmanın evrelerine ilişkin düşünceleri, hayli özgün olup, çağının akımlarının dışında yer alır. (FF)
Şimdi gelin (...) milletlerin tuttuğu yolu tartışalım; çeşitli ve farklı geleneklerine tam bir uyum içinde gelişmelerine rağmen, Mısırlıların kendilerinden önceki dünyada geçtiğini söylediği birbirini takip eden üç çağı yaşar tüm milletler: tanrılar çağı, kahramanlar çağı ve insanlar çağı. Çünkü milletlerin doğaları üç ayrı türde olsa da tüm milletler bu bölümlemeye uygun olarak kesintisiz bir sebepler ve sonuçlar düzenini takip eder. Bu üç tür doğadan üç tür gelenek oluşur; bu gelenekler sayesinde üç ayrı doğal kanun türü gözlemlenir; bu kanunların sonucunda da üç tür devlet veya milletler topluluğu ortaya çıkar. (...)
İlk doğa türü, akıl yürütme güçleri çok zayıf olanlarda pek güçlü olan hayal gücünün yarattığı bir aldanmayla şairane veya yaratıcı olarak adlandırılan, ilahi diyebileceğimiz bir doğadır, çünkü fiziksel şeyleri Tanrı tarafından canlandırılan özsel varlıklar olarak tanımlar, bu fiziksel şeylere, kendi uygun bulduğu tanrıları tayin eder. Putperest17 milletlerdeki ilk bilge kişiler olan teolojik şairlerin doğasıydı bu; bu putperest milletlerin tümü, kendi tanrıları olduğu inancına sahipti. Ayrıca bu doğa hiddetli ve zalim bir doğaydı ama hayal güçlerinin bahsettiğimiz hatası nedeniyle insanlar kendi yarattıkları bu tanrılardan ölesiye korkuyordu. Bu dönemden iki ebedi özellik kaldı geriye: Bir, insanların hiddetini kısıtlayacak kadar güçlü olan tek vasıta dindi; iki, dinler ancak onlar üzerinde hâkimiyet sahibi olan kişiler içsel olarak saygılı ise gelişirdi.
İkinci doğa kahraman doğasıydı ve kahramanların ilahi bir kaynaktan geldiğine inanılıyordu, çünkü her şeyi tanrıların yarattığına inandıkları için kendilerini Jüpiter’in çocukları olarak görüyorlardı, onun koruması altındaydılar. Bu yüzden insani (hayvani değil) bir tür oluşturuyorlardı ve kahramanlıklarını, insan ırkının prensleri olmalarından kaynaklanan erdemlerin sağladığı doğal asalete dayandırıyorlardı. Rezil ve hayvansal komünlerinden kaçarak oradaki çatışmalardan kaçan ve yanlarına sığınanlar karşısında bu doğal asaletleriyle övünüyorlardı; çünkü o zamana kadar tanrısız yaşadıklarından kahramanlara göre onlar sadece hayvandı. Bu iki doğayı yukarıda tartıştık.
Üçüncüsü ise insan doğasıdır, akıllı ve bu nedenle alçakgönüllüdür, müşfik ve sağduyuludur; vicdanı, aklı ve görevi bilir ve kanunu tanırlar.
İlk gelenekler, selden yeni kurtulan Deucalion ve Pyrrha18 gibi din ve dindarlıkla dopdoluydu.
İkinci gelenek Aşil’le ilintili olanlar gibi öfkeli ve titizdi.
Üçüncü gelenek itaatkârdır, vatandaşlık görevlerini bilen kişiler tarafından oluşturulmuştur.
İlk kanun ilahi kanundu, çünkü insanlar kendilerinin ve tüm mülklerinin tanrılara bağlı olduğunu düşünüyordu. Bunun sebebi de her şeyi bir tanrı ya da tanrı tarafından yapılmış bir şey sanmalarıydı.
İkinci kanun kahramanların kanunuydu, gücün kanunuydu ama din tarafından kontrol ediliyordu; sadece din bile gücü insan kanunlarının geçemeyeceği ve kimsenin gücünün ötesinde hâkimiyet kurmaya yetmeyeceği sınırlar içinde tutabiliyordu. Bu yüzden Tanrı, hiddetli bir doğaya sahip ilk insanların din sayesinde güce doğal olarak teslim olmasını ve henüz akıl yürütme yetisine sahip olmadıklarından doğru olanı ilahi kehanetlerle danışarak öğrenebilecekleri talihle ölçmelerini takdir etmişti. Gücün kanunu, doğru olanı mızrağının ucuyla gösteren Aşil’in kanunuydu.
Üçüncü kanun ise tam olarak gelişmiş insan aklı tarafından belirlenen insan kanunudur.
İlk hükümet türü ilahi hükümetti veya Yunanlıların dediği gibi teokratikti, yani insanlar her şeyin tanrılar tarafından idare edildiğine inanıyordu.19 Bu dönem, tarihte bildiğimiz en eski şey olan kâhinlerin dönemiydi.
İkincisi kahramanlara dayalı veya aristokratik devlet idi, yani en asil olanların hükümeti yönetmesi demekti, ancak buradaki asalet güce bağlıydı. Yunanlılar bu hükümetlere asil anlamında kullanılan, Heraklitlerin Hükümeti dedi (Herkül’ün soyundan gelen erkeklerin hükümeti); bu kişiler erken dönem Yunanistan’ına dağılmıştı ve Sparta’da varlıklarını sürdürdüler. Ayrıca Yunanlıların Saturnia (antik İtalya), Girit ve Asya’da dağınık halde buldukları kişileri temsilen bu tip hükümetlere Curetes Hükümetleri de denmiştir; ardından da Roma İmparatorluğu döneminde adını meclise silahlarıyla gelen rahiplerden alan Quirites Hükümetleri denmiştir. Böylesi hükümetlerde, yukarıda da açıkladığımız gibi, ilahi kaynaklı asil doğaların farkını ortaya koymak için tüm medeni haklar egemen düzeni oluşturan kahramanlarda toplanmıştı; avam sınıfın hayvan kökenli olduğu düşünülüyor ve onlara sadece yaşamın ve doğal özgürlüğün tadını çıkarma hakkı veriliyordu.
Üçüncüsü insan hükümetleridir; bu hükümetlerde insanın gerçek doğası olan akıllı doğanın sağladığı eşitlik sayesinde herkes kendi şehrinde özgür olarak doğar ve kanunlar karşısında eşit sayılır. Şehirdeki adil güçlerin herkes veya en azından çoğunluk tarafından oluşturulduğu, böylece bu insanların popüler özgürlüğün efendileri haline geldiği popüler şehirler buna örnek sayılabilir. Hükümdarın tüm tebaasını kendi kanunları karşısında eşit hale getirdiği ve tüm silahlı güçleri elinde tuttuğundan dolayı sivil doğa farklılıklarını belirleyen tek güç olduğu monarşiler de başka bir örnektir.20 (...)
Bu esere dağılan ve pek çok konuyla ilişkili olan sayısız pasajda ilk barbarlık zamanları ile yeniden ortaya çıkan barbarlık zamanları arasındaki dehşetli ilişkiyi gözlemledik. Bu pasajlarda milletlerin dirilişinde insani şeylerin nasıl tekrar ettiğini açıkça anlıyoruz. Bunu daha açık biçimde teyit etmek için bu son kitapta bu argümana özel bir bölüm ayırmak istiyoruz. Böylece erken antik dönemin en bilgili kişilerinden olan Varro’nun21 kronolojik bölümlemesinde “muğlak” zamanlar olarak tanımladığı ilk barbarlık döneminden bile daha muğlak kalmış ikinci barbarlık dönemine biraz ışık tutmayı amaçlıyoruz. Ayrıca en iyi ve en büyük tanrının tüm milletlerdeki insani şeylerin kendi inayetinin ağza alınmaz emirlerine hizmet etmesini sağlamak için kendi takdiriyle nasıl öğütler verdiğini de göstereceğiz. (...)
Tanrı insanüstü yollardan iş görürken Hıristiyan dininin doğruluğunu ortaya çıkarmak ve teyit etmek için şehitlerin erdemlerini Roma’nın gücüyle ve Kurucu Babaların mucizelerini ve öğretilerini Yunanlıların boş bilgelikleriyle karşı karşıya getirmiştir; dinin kurucusunun gerçek tanrılık özelliğiyle savaşmak için her yöndeki savaşçı milletler harekete geçmek üzereyken, (gerçek dinin) insani olayların doğal akışı uyarınca sağlam biçimde yerleşebilmesi için milletler arasında yeni bir insanlık düzeninin ortaya çıkmasına izin vermiştir.
Bu ilahi öğüdü takip ederek gerçekten ilahi olan dönemleri geri getirmiştir; bu dönemde Katolik krallar her yerde, koruyucusu oldukları Hıristiyan dinini savunmak için diyakozlara cüppeler bağışlamış ve kendi kutsal kişiliklerini Tanrı’ya adamışlardır (bunun için de Kutsal Kral unvanını korumuşlardır). (...) Bu nedenle, ilk Hıristiyan krallar, silahlı dinler yaratarak Katolik Hıristiyan dinine bağlı bölgelerini Aryanlara (Aziz Jerome Aryanların neredeyse tüm Hıristiyan dünyasını kandıracağını söyler) ve Serazenlere ve diğer sayısız dinsize karşı korumuştur.
Böylece, gerçekte, kahraman kişilerin saf ve dinsel savaşları -pura et pia bella- geri dönmüştü ve bu yüzden tüm Hıristiyan güçler, eskiden Haçlı Seferi adlı savaşları başlatırken ortaya çıkardıkları sancaklarında görünen haçlar yerine taçlarının temsil ettiği yeryüzünden destek almaya başlamışlardı. (...)
Üstelik, Beşinci yüzyıldan itibaren birçok barbar millet Avrupa’yı ve Asya’yı ve Afrika’yı doldurmaya başladığından ve fethedilenler fethedenleri anlayamadığından, Katolik dinin düşmanlarının barbarlığı yüzünden o zor zamanlardan geriye avam dillerinde hiçbir güncel belge kalmamıştır; ne İtalyanca ne Fransızca ne İspanyolca ne de Almanca. (...) Önceden bahsedilen milletler içinde sadece barbar Latinlerden geriye kalan bazı belgeler mevcuttur, onları da sadece din adamı unvanına da sahip olan çok az asil kişi anlayabilmiştir. Bu nedenle, tüm o mutsuz çağlarda milletlerin birbiriyle sessiz bir dille anlaştığını varsayabiliriz. Avam dillerindeki belgelerin azlığı yüzünden her yerde aile armalarından oluşan bir hiyeroglif yazı yeniden ortaya çıkmış ve böylece mülkiyet hakkını kesinleştirmek için (yukarıda açıkladığımız gibi) evlerde, mezarlıklarda, tarlalarda ve hayvan sürülerinde derebeyi haklarının simgeleri kullanılmış olmalıdır.
“Dinsel temizlenme” adı verilen ilahi hükümlerin bazı türleri de yeniden ortaya çıkmıştır. Bu hükümlerin bir türü de, yukarıda açıkladığımız gibi, ilk barbarlık döneminden alınan düellolardır, ancak bu eylem kutsal dini yasalarca tanınmamıştır.
Kahramanlık yağmaları da yeniden ortaya çıkmıştır. Yukarıda da gördüğümüz gibi, kahramanlar soyguncu olarak adlandırılmayı bir onur olarak kabul ediyordu, artık korsan sözü bir asalet unvanı haline gelmişti.
Gözlemlediğimiz gibi, kahramanca misillemeler de geri dönmüştü ve bu durum Bartolus’un22 dönemine kadar devam etti.
Son barbar döneminin savaşları, ilk barbar dönemde gördüğümüz gibi din savaşları olduğundan kahramanlığın getirdiği kölelik de yeniden ortaya çıkmıştı ve bu durum Hıristiyan milletler arasında da çok uzun süre devam etti. O dönemdeki düellolar nedeniyle fatihler fethedilenlerin tanrısız olduğunu düşünüyordu (düelloları tartışırken buna işaret etmiştik) ve onları hayvan olarak görüyordu. Bu milli duygular Hıristiyanlar ve Türkler arasında hâlâ devam etmektedir. Bir Hıristiyan için Türk kelimesi köpek demektir (Hıristiyanlar Türklere medeni biçimde davranmak istediklerinde veya bunu yapmak zorunda kaldıklarında onlara Müslümanlar, yani gerçek inananlar diyordu); diğer yandan, Türkler de Hıristiyanlara domuz der. Bu yüzden her iki taraf da savaşlarda kölelik uygulamasına hâlâ devam etmektedir, ancak Hıristiyanlar bunu biraz daha ılımlı biçimde yapmaktadır.
* Giovanni Battista Vico’nun Yeni Bilimi adlı eserden yeniden basılmıştır. 3. baskıdan, 1744 çevirenler Thomas Goddard Bergin ve Max Harold Fisch, s.299-305, 355-359.