Yasaların Ruhu*
Charles de Secondat, Baron de la Brede et de Montesquieu (1689-1755), hukuk okumuş, başarılı bir hukuk müşaviri ve Bordeaux Parlementosu başkanıdır. (Montesquieu için 2. cilde bakınız, Büyük eseri Kanunların Ruhu [L’esprit des lois] (1748) gerek eski çağlardan kalma, gerekse modern çok sayıda fiili anayasanın izlerini taşır. Voltaire ve diğer çağdaşları gibi Montesquieu için de 1729 yılında ziyaret ettiği İngiltere, siyasi özgürlüğün sembolüdür.
En genel anlamda yasalar, eşyaların doğasından kaynaklanan gerekli rabıtalardır. Bu anlamda, her varlığın yasaları vardır; Tanrılık’a ait yasalar, maddi dünyanın yasaları, insanüstü zekâların kendi yasaları, hayvanların kendi yasaları ve insanın kendi yasaları vardır. (...)
Demek ki ilkel bir akıl vardır ve yasalar, o ve farklı varlıklar arasında mevcut olan ilişkilerdir ve bunların birbirleriyle olan ilişkileridir.
Tanrı, evrenin yaratıcısı ve kurtarıcısıdır; tüm şeyleri yaratmakta kullandığı yasalar, onları korumada kullandıklarıdır. O, bu kurallara göre hareket eder, çünkü onları bilir; onları bilir, çünkü onları kendisi yapmıştır; onları yapmıştır, çünkü onlar Tanrı’nın bilgeliğine ve gücüne bağlıdır.
Dünya, her ne kadar maddenin hareketiyle oluşmuşsa ve bunu kavrayamasak da birbirini izleyen çağlar sonucunda oluşmuştur, hareketleri muhakkak değişmez yasalara göre yönlendirilmelidir -bundan başka bir tane daha hayal edebilir miyiz- aynı şekilde, değişmez kuralları olacak veya ister istemez yok olacaktır.
Bu sebeple, keyfi bir davranış gibi görünen yaratılış, ateistlerin için değişmeyen yasalar oluşturmuştur. Yaratıcı’nın bu kurallar olmadan dünyayı yönetebileceğini söylemek saçma olurdu, çünkü onlar olmaksızın dünya var olamazdı. (...)
Belirli akıllı varlıkların kendi yaptıkları yasaları olabilir ama hakeza hiç yapmadıkları yasaları da vardır. Akıllı varlıklardan önce, mümkün olabilirlerdi; bu sebeple mümkün ilişkileri vardı ve bunun sonucunda mümkün yasaları. Yasalar yapılmadan önce, mümkün adalet ilişkileri vardı. Adil veya haksız diye bir şey olmadığını ama yasaların emrettiği veya yasakladığı şeyler olduğunu söylemek, bir daireyi tanımlamadan önce tüm yarıçapların eşit olmadığını söylemekle aynıdır.
Bu sebeple pozitif hukukun yarattığı adalet ilişkilerinin pozitif hukuktan önce geldiğini kabul etmek zorundayız. (…)
Fiziksel bir varlık olarak insan, diğer canlılar gibi çeşitli yasalar tarafından yönetilmektedir. (…) Böyle bir varlık her an Yaratıcısını unutabilir; bu yüzden Tanrı, din yasaları aracılığıyla ona görevlerini hatırlatmıştır. Böyle bir varlık her an kendini unutmakla yükümlüdür; felsefe bunu ahlak yasalarıyla engellemiştir. Toplum içinde yaşamak üzere biçimlenmiş olan insan diğer canlıları unutabilir; yasa koyucular bu yüzden politik ve sivil yasalarla onu göreviyle sınırlandırmışlardır.
Genel olarak hukuk, insan aklıdır, mademki yeryüzünün tüm sakinlerinin yönetmektedir, her milletin politik ve sivil yasaları sadece insan aklının uygulandığı belli vakıalar olmalıdır.
Tasarlandıkları halkın hal ve hareket tarzına göre uyarlanmadırlar. Eğer bir millete uyan diğer bir millete de uyuyor ise bu zaten büyük bir şanstır.
Politik yasalar denilebilecek şekilde oluşturulmuş veya sivil anayasalarda olduğu gibi desteklenmiş olsunlar, her bir hükümetin prensipleri ve doğasıyla ilgili olmalıdırlar.
Her ülkenin iklimiyle, toprağının niteliğiyle, durumu ve mahiyetiyle, yerlilerinin esas uğraşlarıyla, çiftçi mi, avcı mı veya çoban mı, hepsinin anayasanın doğurduğu bir özgürlük derecesiyle ilişkisi olmalıdır. Sakinlerin diniyle, eğilimleriyle, zenginlikleriyle, rakamlarıyla, ticaretiyle, âdetleriyle ve gelenekleriyle ilişkili olmalılardır. Yani birbirleriyle ilişkileri olduğu gibi başlangıçlarıyla, yasa koyucunun amacıyla ve oluşturuldukları şeylerin düzeniyle de ilişkileri olmalıdır; hepsinde hangi farklı ışıkların olması gerektiği tartışılmalıdır.
Aşağıdaki çalışmamda bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Bu ilişkileri incelemem gerekiyor, çünkü bunların hepsi birlikte benim “Yasaların Ruhu” dediğim şeyi oluşturuyorlar.
Demokratik ve aristokratik devletler kendi doğalarında özgür değillerdir. Politik özgürlük sadece ılımlı hükümetlerde bulunur ve bunlarda bile aslında her zaman bulunmaz. Eğer orada gücün kötüye kullanımı varsa bulunur; değişmez deneyim bize göstermektedir ki, güç sahibi her insan onu kötüye kullanmaya ve otoritesini gittiği yere kadar taşımaya eğilimlidir. Ahlak kurallarının da sınırları olması gerektiğini söylemek doğru olduğu halde garip de değil midir?
Bu suiistimalleri engellemek için, gücün güç için yazılmış bir çek olması, eşyanın doğasından kaynaklanan bir gerekliliktir. Bir hükümet öyle bir oluşturulmalıdır ki, hiç kimse yasanın onu yükümlü kılmadığı şeyleri yapmak zorunda kalmasın veya yasanın yasakladığı şeylerden kaçınmaya zorlanmasın...
Süjenin politik özgürlüğü, herkesin güvenliği olduğu düşüncesinden kaynaklanan aklın sükûnetidir. Bu özgürlüğe sahip olmak için, hükümetin bir kişinin diğerinden korkması gerekmeyecek şekilde oluşturulması gerekmektedir.
Yasama ve yürütme güçleri bir kişide veya aynı yargıçlar topluluğunda birleşmişse, burada özgürlük olamaz, çünkü aynı hükümdarın veya senatonun gaddar yasalar koyup bunları gaddarca uygulayabileceği korkusu ile endişeler doğabilir.
Tekrar etmek gerekirse, yargı gücü, yasama ve yürütme gücünden ayrılmamışsa özgürlük yoktur. Eğer yasamayla birleşirse süjenin hayatı ve özgürlüğü keyfi bir kontrole maruz kalacaktır, çünkü yargıç artık yasa koyucu olacaktır. Yürütme gücüyle birleşirse eğer, yargıç şiddet ve zulümle davranabilir.
Aynı adam mıydı veya aynı organ mı, soylulara mı halka mı ait, yasa koymak, devlet kararlarını uygulamak ve efradın nedenlerinin davasını görmek olan bu üç gücü de uygulamak her şeyin bir sonu olacaktır.
Adli yetki, kurulu bir senatoya verilmemelidir, halkın içinden seçilen kişiler tarafından uygulanmalıdır, yılın belli zamanlarında ve kesinlikle yasalarca tanımlanmış şekil ve usullerle bu seçim gerçekleştirilmelidir ve bunlar, sadece gerekli olduğu sürece var olacak bir mahkeme oluşturmak için yapılmalıdır.
Bu yöntemle, insanoğlu açısından çok korkunç olan adli yetki, belli bir devlete veya mesleğe ait olmayacaktır, zaten olduğu üzere, görünmez olacaktır. Hâkimler sürekli olarak halkın gözü önünde olmayacaktır; halk makamdan korkacaktır ama yargıçlardan değil. (…)
Ancak, her ne kadar mahkemeler sabitlenmemeliyse de yargılamalar, yasanın lafzına her zaman uygun olacak derecede sabit olmalıdır. Eğer hâkimin kişisel görüşü olursa, insanlar sorumluluklarının doğasını tam olarak bilmeden toplum içinde yaşarlar.
Bir özgürlük ülkesinde, faili muhtar olduğu farz edilen her insanın kendi yöneticisi olmalısı gerektiği gibi, yasama gücü halkın tamamının elinde olmalıdır. Ancak, büyük devletlerde bunun imkânsız olması sebebiyle ve küçük devletlerdeyse birçok rahatsızlığa konu olacağından, halkın kendi başına yapamayacağı işlemleri temsilcilerinin halletmesi uygundur.
Belli bir şehrin sakinleri, başka bir yerde yaşayanlara göre kendi isteklerine ve menfaatlerine çok daha aşinadır ve kendi komşuları açısından diğer yurttaşlarına nazaran daha iyi hâkimlik yapabilirler. Bu sebeple, yasama organının üyeleri tüm milletlerin genelinin arasından seçilmemelidir, ancak düşünülebilecek her yerde o yerin sakinleri tarafından bir temsilci seçilmesi uygun olur.
Temsilciliğin en büyük avantajı, kamuyu ilgilendiren sorunları tartışabilme kabiliyetidir. Bunun içinse, halk hep beraber son derece uyumsuzdur ki, bu bir demokrasinin temel rahatsızlıklarından biridir. (...)
Farklı bölgelerin tüm sakinleri bir temsilci seçilirken oy kullanma hakkına sahip olmalıdır, kendi tercihi olamayacak kadar zor bir durumda olanlar hariç.
Böyle bir devlette daima doğumuyla, zenginliğiyle veya şerefiyle farklı olan kişiler vardır; ancak bunlar genel halkla karıştırılmalı mıdır ve diğerleri gibi sadece tek bir oyun ağırlığına mı sahip olmalıdırlar, tüm özgürlük onların esareti olurdu ve desteklemede hiçbir menfaatleri olmazdı, zaten çoğu popüler karar onlara karşı olurdu.
Bu nedenle, yasama organında sahip oldukları paylaşım devletteki diğer avantajlarıyla orantılı olmalıdır; bu da sadece halkın ahlaksızlığını kontrol etme hakkına sahip bir topluluk oluşturduklarında gerçekleşir, aynı halkın kendi haklarına tecavüze direnme hakkına sahip olmasındaki gibi.
Yasama gücü, bu yüzden soylulara ve halkı temsil edenlere tevdi edilmiştir; her biri ayrı meclislere ve müzakerelere sahiptir, her birinin kendi bakış açıları ve menfaatleri vardır. (…)
Soyluluk kalıtsaldır. İlk olarak, doğası gereği böyledir ve sonrasındaysa imtiyazlarını saklamakta anlaşılabilir bir menfaat olmalıdır; onlardaki imtiyazlar popüler beğeniye sevimsiz gelir ve tabii ki özgür bir devlette daima tehlike altındadırlar.
Ancak kalıtımsal bir güç olarak kendine ait bazı menfaatlerin peşine düşmek için baştan çıkabilir ve halkın menfaatlerini unutabilir, soyluluğu bozarak tek bir avantaj elde ederlerse, aynı bütçe kanunundaki gibi, yasamada reddetme ve çözüm hakkından başka katılım imkânlarının olmaması uygun olur.
Yürütme gücü bir hükümdarın elinde olmalıdır, çünkü hükümetin bu kolu, acele etmek gerektiğinde, kalabalıklara nazaran bir kişi tarafından daha iyi yönetilmiştir; diğer yandan, yasama gücüne bağlı olan ne varsa çok kereler bir kişi tarafından değil de kalabalıklar tarafından daha iyi düzenlenmiştir. (…)
Yasama organı önemli bir süreyi toplantısız geçirmişse, keza özgürlüğün sonu da gelmiş demektir. İki şey yüzünden: Birincisi kendiliğinden olur; ya artık herhangi bir yasama kararı olmadığından devlet anarşinin eline düşer veya bu kararların yürütme gücü tarafından alınması durumundadır ki, onu kesin yapar. (…)
Ancak özgür bir devlette yasama gücünün, yürütmeyi durdurma hakkı yoksa yasalarının ne anlamda icra edildiğini inceleme hakkına ve imkânını sahip olmalıdır; Cosmi ve Aphori’nin kendi yönetimleri hakkında rapor vermezken, Girit ve Sparta hükümetlerinin üzerinde bu hükümetin sahip olduğu avantaj vardır.
Fakat bu incelemenin konusu ne olursa olsun, yasama organı bir kişiyi itham etme gücüne sahip olmamalıdır ya da tabii ki yürütme gücü kendisine verilmiş kişiyi yönetme gücüne de sahip olmamalıdır. Kanuni hakları ve yükümlülükleri olan şahıs kutsaldır ve aynı zamanda devletin iyiliği ve yasama organının keyfi davranmasını engellemek için de gereklidir, itham edildiği veya yargılandığı an özgürlüğün bittiği andır. (...)
Bu durumda artık devlet bir monarşi olmaktan çıkar ama bir çeşit cumhuriyet olur, ancak yine de özgür/bağımsız bir hükümet yoktur. Ama yürütme gücü kendisine verilmiş kişi olarak kötü danışmanlar olmadan suiistimal edemediğinde ve bunlar bakanlar gibi yasalar onları koruduğu halde yasalardan nefret ederler, bu insanlar failler olarak sorgulanacak ve cezalandırılacaktır: bu, onların yönetiminden sonra bile Amymones’i hesap vermeye çağırmak gibi bir şeye yasaların izin vermediği Qnidus’taki hükümete nazaran bu hükümetin sahip olduğu bir avantajdır; bu sebeple halk hiçbir zaman kendilerine verilen zararlara karşı herhangi bir hoşnutluk elde edemez. (…)
Şu ana kadar söylenenlere göre, yürütme gücü yasamaya reddetme gücüyle katılmalıdır; aksi halde imtiyaz hakkı çok geçmeden ondan alınacaktır. Ama yasama gücü yürütmeden zorla bir katılım hakkı elde edecekse, yürütme gücü aynı şekilde bozulmuş olacaktır.
Eğer prensler çözücü güçle yasamada yer alacaklarsa, özgürlük yok olur. Ama imtiyaz hakkını desteklemek için yasamaya katılması gerekli olursa, bu katılım hakkı itiraz etme gücünden oluşmalıdır. (...)
Yürütme gücü kamu parasının rıza gösterilmeksizin toplanmasına karar vermekse, özgürlüğün sonu gelmiş demektir, çünkü yasamanın en önemli noktasında bu teşrii hale gelmiş olur. (...)
Yürütme gücünün baskı yapabilmesini engellemek için tevdi edilmiş orduların halktan oluşması gereklidir ve Marius dönemine kadar Roma’da var olan halkın ruhuna sahip olmalıdır. Bu sona ulaşmanın sadece iki yolu vardır: Ya orduda görevli kişilerin yoldaşlarını geçindirmek için yeterince mal mülk sahibi olmaları gereklidir ve Roma’da alışılmış olduğu üzere sadece bir yıl için askerlik yapmalıdırlar ya da milletin en adi bölümünden oluşturulmuş düzenli bir ordu söz konusuysa, yasama gücünün görevini yerine getirir getirmez orduyu terhis etme hakkı olmalıdır, askerler halkın geri kalanıyla beraber yaşamalıdır ve ayrı bir kamp, kışla ya da kamptan kaçınılmalıdır.
Tacitus’un Almanlar hakkındaki muazzam tezi incelendiğinde, İngilizlerin politik hükümet fikrini Almanlardan aldıklarını görmekteyiz. Bu harikulade sistem ilk olarak ormanlarda keşfedilmiştir. (…)
İngilizlerin gerçekte bu özgürlükten yararlanıp yararlanmadığını araştırmak benim işim değil. Benim için yeterli olan, onların kanunlarına göre oluşturulmuş olmasıdır ve daha başkasını da zaten aramam.
Bununla diğer hükümetlerin değerini azaltmak ya da bu aşırı politik özgürlüğün, onun sadece ılımlı bir parçasına sahip olanlara huzursuzluk vermesini gerektiğini söylemek gibi bir niyetim yok. Ben aklın en yüksek saflığının bile daima arzu edilen bir şey olmadığını ve insanoğlunun çözümü aşırı uçlardansa, ortalarda daha iyi bulacağını düşünen biri olarak böylesi bir düşünceye nasıl sahip olabilirim ki?
* The Complete Works of M. de Montesquieu (Montesquieu’nun Bütün Eserleri), Londra, T. Evans, 1777, cilt I, s. 1-4, 8, 197-205, 207, 209-12.