Yaklaşan İktidar Mücadelesi*
1930’larda dünyadaki ekonomik bunalım kapitalizmin geriye dönüşü olmayacak şekilde çöküşün eşiğine geldiğinin tam bir kanıtı olarak yorumlanmıştı. Batıdaki pek çok kişi kapitalist ülkelerdeki işsizlik ve ekonomik durgunluğu Rusya’nın Stalinci Beş Yıllık Planlar doğrultusunda ekonomik olarak genişlemesiyle kıyaslıyordu. İngiliz genç bir komünist olan John Strachey (1901-1963) bu görüşünü çok okunan Yaklaşan İktidar Mücadelesi (1935) başlıklı kitabında ifade etmiştir. Strachey İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de ortaya çıkan görüşleri terk etmiş ve devrimci Komünizm yerine evrimci Sosyalizmi tercih eden 1945 sonrası İşçi Partisinde kabine bakanı olmuştur.
Kapitalist sistem ölüyor ve diriltilemez. Mevcut durumun gerçeklerini ve olasılıklarını inceleyen her dürüst kişinin ulaşması gereken sonuç budur.
Batılı insanların tarihinin beş yüzyıl önce başlayan bu evresinin sonu öylesine muazzam anlamlar taşıdı ki neredeyse herkes ne olup bittiğini anlayamayacak kadar şaşkınlığa düştü. Hatta sona erdiği geçeğini kabul edenler de sonuçlarının onda birini bile fark etmekte isteksizlerdi. Üretimi kapitalist sisteme dayanan bütün bu toplumların sürekli ve ölümcül çöküşü, yaşamın devamlılığının farklı ve alternatif bir yolunun ortaya çıkması, sürecin iki yüzüdür ve kolayca kavranamayacak kadar büyüktür. Fakat tek şeyden emin olabiliriz: kapitalizmin ölümü ve onun yerine başka bir ekonomik sistemin gelmesi yaşamın her alanını değiştirecektir. Din, edebiyat, sanat, bilim, insanlığın bütün bilgi mirası hep değişecek. Çünkü insan yaşamının hiçbir alanı, yaşamın sürdürülme şeklindeki değişiklikten etkilenmeden kalamaz. Kişinin hayal gücünün bu birincil kavramlarının üstleneceği alçak veya yüksek yeni formlar, kapitalist sistemin yerine hangi yeni ekonomik sistemin geçeceğine bağlı olacaktır. Bu yeni temelin özelliği, insanlık tarihinde yeni ve daha umutsuz veya daha parlak bu evresinin mümkün olması için insanlığın bilgi ve becerisinin büyüyüp yayılmasına, daha önce de pek çok defa olduğu gibi, insanın kazandığı neredeyse her şey kaybolana kadar çöküp çürümesine ve yaşamın en basit seviyesinden başlayan dirilişin yavaş ve uzun görevine bağlı olacaktır.
Aşağıda ne çeşit bir ekonomik örgütlenmenin günümüzdeki kapitalizmin yerine geçeceği sorununu tartışacağız. Bu durumun bir gelişme mi yoksa gerileme mi olacağına henüz karar verilmedi. Bu sorunun yanıtını vermek Yirminci yüzyıl insanının kaderidir. Ama yine de medeniyetin kapitalist üretim üzerine kurulmuş bütün yapısının parçalanmakta olduğu kesindir. Çünkü bu yapı, yani Almanların adlandırdığı şekilde Kültür, yalnızca bireysellik ve “özgürlük” çağına adapte edilmiştir. Bireysel özgürlük çağı ise neredeyse sona ermiştir.
Bu konu hakkında bize yalnızca iyi konuşmamız söylendi ve ölenin hastalığından başka bir şey söylememek de budalalık olur. İnsanlığın büyük kısmının bireysel özgürlük çağını yalnızca bir şaka olarak gördüğü de bir gerçektir. Ancak biz bu çağın sona erdiğini ve onu diriltme çabasının tamamen faydasız olduğu gerçeğinin farkında olduğumuz sürece, kapitalist dönem kültürünün başarılarını inkâr etmek budalalık olur. Elbette o dönem insanlığın geçmesi gereken bir dönemdi. Lenin der ki, “kapitalizm, sosyalizmle karşılaştırıldığında cehennem, feodalizmle karşılaştırıldığında ise cennet gibidir.” Bu düşüncesi çok önemlidir çünkü kendisi bu üç sistemde de yaşamış olan ender insanlardan biridir. Gençliğinin Rusya’sı yarı feodaldi denebilir, sürgün yıllarının Batı Avrupa’sı kapitalizmin uzun ve zengin dönemiydi; hayatının son yedi yılını sosyalizmi kurmakla geçirdi. Şüphesiz Lenin haklıydı. Feodalizm Batı Avrupalılara beş yüzyıllık bir uçurumun ardından daha hoş geliyordur. Fakat karşılaştırıldığında, kapitalizm bile toplumun bir sınıfının bir oranda azat edilmesi anlamına gelir. Avrupalı orta sınıf yükseldi ve bütün zamanların en istikrarlı olmasa da en parlak medeniyetini kurdu. Günümüzde bireysel özgürlüğün ardında yer alan neden, dünyada gerici, aptal, barbar ve baskıcı olan her şeyin de neden olduğu ve yalnızca medeniyeti yok ederek ve bizi karanlık bir çağa sürükleyerek başarılı olacağı su götürmez bir geçektir. Ancak bu durumun geçmişte gelişimin bu evresindeki insanların savaşması için en iyi neden olmadığı anlamına da gelmez. Bireysel özgürlük çağındaki başarılar yeterince gerçektir. Ayrıca bir İngiliz yazarın, kapitalist sistemin daha büyük başarıları mümkün kılacak bu maddi temeli kurmaktaki işlevini inkâr etmesi de saçma olur. Çünkü şüphesiz, Büyük Britanya “özgürlük savaşında” büyük bir rol oynadı. Bu savaş elbette serbest piyasa savaşıydı, alım satım hakkı için verilen bir mücadele; sömürme hakkı için son analiz mücadelesiydi. Yine de kazanılması gereken bir savaştı. Zafer insanlık tarihinde bir dönüm noktası oldu. Bir İngiliz yazar için daha akıllıca olanı, kapitalist çağın başarılarını inkâr etmemek, ama tereddütsüz bir şekilde bu çağın bittiğini kabul etmek, hemşerilerinin, kaçınılmaz ve belirgin bir şekilde yaklaşan yeniçağda daha yeni yüksek bir toplum kurma mücadelesinde aynı şekilde önemli bir rol oynayacağını ummaktır. Maalesef en zeki insanların korkutucu derecede büyük bir kısmı bile bugün kapitalist kültürün büyük ve yavaş çürüyen cesedini gömme görevini üstlenmemiştir. Yeni düzen için zemini temizleme işine katılmamışlardır. Ne yazık ki Batılı entelektüellerin büyük çoğunluğu kapitalizm kültürünü biraz daha yaşatmaya çalışmak gibi gereksiz ve tehlikeli bir görev üstlenmişlerdir. Yine de din, felsefe, sanat, edebiyat ve bilimin mevcut durumunda yeterli uyarının bulunduğu ve bu zihinsel çalışma alanlarının hepsindeki hızlı çöküşün önüne geçmenin mevcut toplumsal sistemde mümkün olmadığı düşünülebilir…
Keynes İngiliz kapitalist sınıfının kalan en yetkin ekonomistidir. Hatta kendisi parasal sorunlarda bir uzmandan çok daha fazlasıdır. Aslında dünyanın dar görüşüyle bakılacak olursa, bir ekonomistten fazlasıdır. Hepimizin söylediği gibi anadili İngilizce olan kapitalist sınıfın en önemli sosyal ve siyasi kuramcısıdır (ayrıca İngilizce dil kullanımı sınanacaksa, Sayın Keynes’in eserlerinin çoğu edebi olarak nitelendirilebilir). Gerçekte, daha genel görüşlerine bir bakmak şimdilik yeterli olacaktır, zaten kendisi de son on yıllık önemli çalışmalarının hepsini İkna etmek için Makaleler (Essays in Persuasion, 1932) başlıklı bir ciltte toplamıştır.
Bu eserin önsözünde Sayın Keynes bize “olayların gidişatını asla zamanında etkileyemeyen” bir felaket tellalı olduğunu anlatır. Bu söz, kapitalizmin hayatta kalması için Keynes’in çeşitli reçetelerini okuyan kimselerin aklında kalması gereken bir cümledir. “Akıllı yönetim” önlemlerinin uygulanması Kapitalizmin yüzyıllık bir zaman içinde insan ırkını evrensel bolluk ve güvenliğe taşımayı garanti edeceğini öne sürer. Sayın Keynes’in çalışmalarının bütününden çıkan tez, bu çalışmanın tam olarak antitezidir. Aradık ve sonunda, kapitalizmin öz niteliklerinin ve dünyanın şimdiki felaket durumu arasında gerekli ve ön görülebilir karakterde doğrudan nedensel bir ilişki olduğunu fark ettik ayrıca en önemlisi bu özellikler ve 1931’deki gibi krizlerin ortaya çıkması arasında bir bağ olduğunu da fark ettik. Ayrıca kapitalizmin bu özelliklerinde, geleceği ve daha kötü sonuçları öngörmenin mümkün olduğu konusunda hemfikiriz. Bu yüzden doğal olarak, insanlığın, ekonomik sorunların artık en büyük endişelerinin olmadığı bir medeniyet seviyesine (Sayın Keynes’in ütopya tanımı) ulaşacağı günün doğması umudunun kapitalizmin devrilmesiyle mümkün olacağı sonucuna ulaşıyoruz. Sayın Keynes’in kendisinin de söylediği gibi böyle bir medeniyet seviyesi artık teknik bir olasılık haline gelmektedir.
Sayın Keynes aksine, ekonomik sistemimiz ve son durum arasında hiçbir nedensel bağ kurmamıştır. Aksine yine kitabının önsözünde “esas tezinin” ve “temel inancının” şu olduğunu yazmıştır:
“İhtiyaç ve yoksulluk, sınıflar ve milletler arası ekonomik çekişmeler, kısacası “Ekonomik Sorun” korkunç bir karmaşa, geçici ve gereksiz bir karmaşadan başka bir şey değildir.”
Sayın Keynes çok başarılı bir yazardır: başka kuramcıların ancak geveleyip mırıldandığı şeyleri açıkça ve kuvvetle söyler. Örneğin yukarıdaki ifadesi, Marksist davaya en küçük gereksinim duymadığı düşüncesiyle mükemmel şekilde tutarlıdır. Kapital’i “modası geçmiş ve yalnızca bilimsel olarak da hatalı olmakla kalmayıp aynı zamanda modern dünya ile alakası ve uygulanırlığı olmayan bir ders kitabı” olarak görür. Sayın Keynes’in her zaman mantıklı, ikna edici ve kendi içinde tutarlı çalışmalarını okurken, modern dünyanın siyasi ve ekonomik olgusu hakkındaki tek birleştirici kurama olan temel eklektizmi ve büyük antagonizminin, neredeyse bütün ifadelerini böylesine akademik, gerçek konudan bu kadar uzak olması sebebinin giderek daha çok farkına varmaktayız. İnsan düşünmeden edemiyor; acaba hiç İkna Edici Makaleler eserinin neden böylesine ikna edici olamadığını sormuş mudur: acaba neden “olayların gidişatını asla zamanında etkileyememiştir”? Kapitalizmin kurtuluşu için yaptığı öneriler sağlamsa eğer, hepsi birlikte veya tek tek, zaman ve mekândan arınık mantıksal önermeler olarak alındığında, (bazıları gerçekten sağlamdır) neden hiçbir yerde uygulanmamıştır? Elbette dünyanın her yerindeki kapitalizm liderleri en kötü günlerinde böylesine umut vadeden tavsiyeleri kulak ardı edecek kadar budalalar ya da gerçekten uzaklar ki isteyerek kendi sonlarına koşsunlar? Bu sadece Sayın Keynes’in ve bütün “aydınlanmış” kapitalist düşüncenin mevcut durumu açıklamakta sığındığı bir hipotezdir. Kapitalizmin, yapılan korkunç bir hata sonucu şimdi kapitalistlerin kendileri tarafından gönüllü olarak parçalanan mükemmel derecede sağlam bir sistem olduğu hissi veriliyor.
Hiçbir şey gerçekten bu kadar uzak olamaz. Kapitalizm liderleri aptal değildir: büyük bölümü büyük zorluklarla mücadele eden oldukça yetkin kimselerdir. Bizim ve Sayın Keynes’in mevcut duruma ilişkin tanılarımız arasında büyük bir karşıtlık vardır. Bu karşıtlık, tarihi gelişmeler, kriz ve savaşın ortaya çıkmasında nedensel bir zincirin varlığı ya da Sayın Keynes’in söylediği gibi bu rastlantının “korkunç bir karmaşadan başka bir şey olmadığı” fikirlerindeki temel farklılıktan kaynaklanmaktadır. Fakat şöyle de bir durum var. İzlemeye çalıştığımız nedensel zincir, maddi bağlardan (maddi sözcüğünü en dar anlamında kullanarak) oluşmamıştır. Belli ekonomik ve maddi koşulların belli zihinsel ve psikolojik bakış açılarını belirlediği ve karşılığında, sonraki maddi gelişmelere olan tepkiyle belirlendiği görüşünü de içermektedir. Nedensel zincirde her bir ekonomik bağı, zihinsel ve psikolojik halkalar izler: bu ekonomik durum bu temel üzerinde oluşturulan ideal yapı arasındaki etki tepki zinciridir. Önceki birkaç halkasının örneğini verecek olursak, büyük çapta üretimin büyümesi, girişimcilerin akıllarında onları tekel oluşumuna iten belli sonuçlar doğmasına neden oldu. Karşılığında tekellerin oluşumu, anlattığımız nedenlerden ötürü, devlet adamlarının zihinlerinde emperyalist maceralara atılmalarına neden olan belli bir takım değişikliklere neden oldu. İmparatorlukların varlığı iktidar sınıfının akıllarında onları er ya da geç savaşa sürükleyecek belli başka eğilimlere neden olur. Bunun karşılığında savaşların ekonomik değişiklikler yaratacağını kimse inkâr edemez.
Bu çalışmada belirtilen tez ve kapitalist sınıf kuramcılarının bakış açısı arasındaki büyük karşıtlık, bu durumu ya da ekonomik neden ve psikolojik sonuç arasındaki hiçbir bağlantıyı kabul etmemelerinden kaynaklanmaktadır. Sayın Keynes’e göre kapitalizmin açıkça üstlendiği yeni formlar ve kapitalizm liderlerinin benimsediği politikalar arasında hiçbir bağlantı yoktur. Bu yüzden ünlü eseri The End of Laissez-Faire’de, (Laissez Faire’in Sonu) “akıllıca yönetilen kapitalizm ekonomik amaçlara erişmekte mevcut alternatif diğer sistemlerden daha etkin olabilir” görüşünü anlatır. Ancak bu kitabın savı şudur; kapitalizmin öyle bir karakteri vardır ki “akıllıca yönetim” yapılabileceğine inanmak güçtür: dünyadaki kapitalizmin bir dizi rakip emperyalizme dönüşmesi, sistemin kendi doğasının kaçınılmaz sonucudur. Aslında Sayın Keynes “modern kapitalizmi” şu şekilde tanımlıyor: “iç birliği olmayan, toplum ruhu olmayan, her zaman olmasa da çoğunlukla sahip olanlar ve takip edenler topluluğundan ibaret.” Öyleyse bu sahip olanlar ve takip edenlerin nasıl birbirlerini “akıllıca yöneteceklerini” düşünüyor?
“Ben Liberal miyim?” başlıklı makalesinde Sayın Keynes şöyle yazmıştır:
“İmparatorluk açısından, Hindistan dışında herhangi bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Başka her yerde hükümetin sorunları söz konusu olduğunda, herkesin çıkarına olacak şekilde dostça parçalama artık neredeyse tamamlanmıştır.”
Büyük emperyalist ülkelerin iktidar sınıflarının kendi imparatorluklarını pek çok risk alarak genişletmek ve ilerletmek için harcadıkları çabalar yalnızca bir hata mıydı? Bu yine eski liberal barış yanlısı görüş, Sayın Keynes’in çapındaki bir adam için kesinlikle değersiz bir hayal. Hayır, dünyadaki bütün büyük milletlerin liderleri kendi sistemlerini isteyerek parçalayacak kadar aptal değiller. Bu kimseler kaderin pençesindedir. Akılları, kapitalizmin önceki ekonomik gelişmeleri tarafından şartlanmış olduğu için, daha büyük çıkarlarına ters düşecek bir takım eylemlerde bulunmaya zorlanırlar. Yalnızca belli bir yolda hareket edebilirler çünkü kendi ekonomik sistemlerinin bilinçsiz bir parçasını kendileri oluşturur.
Bu yüzden Marksizm’in kurulduğu felsefi temel ve düşünce arasında, teori ve uygulama arasındaki kimlik olmasa da birliği savunan düşünce, pratik olarak uygulanabilir. Ancak Sayın Keynes’in görüşüne göre böyle bir birlik yoktur. Her çeşit ekonomik sistem onu kontrol eden kişilerin her çeşit görüşleri ile birleştirilebilir. Keynes bu durumu, “ekonomik sorun, insanoğlunun en büyük sorunu olan asgari geçim derdi, şimdiye kadar hep birinci sırada olmuştur” diyerek kabul etmektedir. Yine de bu sorun için bulunan çözümün genel bakış açısına etkisinin ya hiç olmadığına, ya da çok az olduğuna inanmaktadır: ne çeşit insanlar haline geldikleri üzerinde algılanabilir hiçbir etkisi yoktur. Doğru, Keynes aklının bir köşesinde, kapitalizmin “aşırı uygunsuz” olan düşünce âleminde bir takım sonuçları olduğunu da biliyor. Ancak kendimizi bu “aşırı uygunsuz” sonuçlara bir yüzyıl kadar adarsak ekonomik sorunlarımızı çözeceğimizi düşünüyor. Bunu yaptığımız takdirde, yüzyılın sonunda “bizim” orada olamayacağımızı göremiyor mu: kendisinin de “mide bulandırıcı” olarak gördüğü bu kapitalist değerlerin vaat edilen ekonomik bolluk ülkesi için çoktan bizi tamamen uygunsuz bir hale getirecek olduğunu? Aslında böylesine alçalmış olmalıydı, hayır, şimdi bile alçalmışlar, herhangi bir bolluk ülkesine erişmekten uzak tüm bir ırk, bu ırk sahip olduğu medeniyet düzeyini de çok büyük savaşlar sırasında kesinlikle kaybedecektir.
Olayların gerçek akışında olan bu aşırı kayıtsızlık, kapitalizmdeki krizin sadece “korkutucu” değil ayrıca “geçici ve gereksiz” bir karmaşa olduğu inancı, böylece Sayın Keynes’in dünya serbest piyasasında bir çeşit onarıma inanmasına yol açmıştır. Ancak şimdi kendisi giderek daha da gerçekçi olmaya başlamıştır ve VII. Bölümde gördüğümüz ve “ulusal planlamacılar” olarak adlandırdığımız düşünce tarzına doğru eğilim göstermektedir. Yine bu alanda, ekonomik eğilimlerin siyasi sonuçlarını görememesi, sorduğu “Ben Liberal miyim?” sorusuna bir süre daha negatif bir kesin yanıt vermeksizin ulusal planlama yapmasını sağlayacaktır. Ancak o an geldiğinde Sayın Keynes’in kendine sorması gereken soru şudur: “Ben bir faşist miyim?”. Yanıt ise olumlu olacaktır.
Komünizm, kapitalizmin karşıtı bir sosyal örgütlenmedir. Üretimin düzenlenmesi sorununu tamamen farklı yöntemlerle çözer. Üretim araçlarının mülkiyetini tek bir sınıfın eline toplum yaşamı için ayarlamaları da piyasa ihtiyaçlarına bırakarak bir düzen sağlamaya çalışmaz. Üretimin düzenlenmesinin komünist yöntemleri aslında, üretim araçlarının sınıf mülkiyeti sona ermedikçe ve toplumun ekonomik ayarlamaları piyasa ihtiyaçlarının etkisinden kurtulmadıkça denenemez bile.
Öyleyse komünizmin kendisi yani birazdan tanımını yapacağımız sosyal örgütlenme ilkeleri tamamen gelişmiş toplum sistemi, sadece kapitalizmin devrilmesiyle var olabilir. Bu yüzden tam bir komünist toplumun ortaya çıkabilmesi için bu olaydan sonra uzun bir sürenin geçmesi gerekir. Bugün yapabildiğimiz tek şey, tam bir komünizm toplumunun üzerine kurulacağı genel ilkeleri öngörmektir. Böyle bir toplumun ihtiyaç ilkesine dayanacağını söyleyebiliriz: yaratılan mal ve hizmetlerin dağıtımının herkesin ihtiyacı olduğu kadarını alması ilkesine dayanacak kadar yeterli olması: bu mal ve hizmetlerin üretimleri o kadar zahmetsiz olacaktır ki sistem, her vatandaşın hizmet kotasına elinden geldiği kadar katkıda bulunacağı ve vatandaşların bu dağıtım ve üretim ilkelerini çalışır hale getirebilecek bir kalitede olması ilkesine göre düzenlenecektir. Böyle bir toplum elbette parasız ve sınıfsız olacaktır.
Marx uzun zaman önce bunun gibi tam komünist bir toplum ile işçi sınıfının, kapitalizmin yarını üzerine kuracağı böyle bir topluluk türü arasında ayrım yapmıştır. Devrim ertesinde kurulabilecek şeyin, kapitalizmin büyük eşitsizliği, yani toplumun işlerini yapmaları karşılığında asgari ücret alan işçiler ile hiçbir şey yapmamaları karşılığında çok büyük gelirler kazanan mülk sahipleri arasındaki eşitsizlik olduğunu göstermiştir. Toplum bir anda yalnızca yapılan iş karşılığında yapılacak ödeme temelinde örgütlenebilir. Ancak işçi sınıfı toplumunun tam komünist bir toplum için uygun olacak dağılım ilkelerinin uygulanmasına doğru büyük bir adımı hemen atabildiğini varsayalım, toplumsal servetten bütün üyelerin eşit hak talep etmeleri, tamamen Ütopik olurdu.
Öyleyse Marx, komünizmin devrimi izlemesi gereken ilk ve geçici evresini ortaya koymuştur. Bu evrede ödemeler, toplum üyelerine, çalışılan işin süresi ve yoğunluğu oranında yapılır. Biz de komünizmin bu evresi üzerinde duracağız. Bize sorulan en ilginç soru, devrimden sonra işçi sınıfının üretimi nasıl düzenleyeceğidir. O yüzden çok iyi anlaşılmalıdır ki, biz komünizm sözcüğünü tam gelişmiş komünizm anlamında değil, kapitalizmin devrilmesini izleyen komünizmin ilk ve geçici evresi anlamında kullanıyoruz.
Dediğimiz gibi komünizmin ayırt edici özelliklerinden birisi, piyasa ihtiyaçlarını, yani özel kâr ihtiyaçlarını toplumun üretici çarkını döndüren birincil öğe olarak kullanmak istememesidir. Toplum yaşamı için gerekli olan çoklu görevlerin bilinçli ve düzenli olarak üyelerine pay edildiği önceden ayarlanmış bir planı uygulatan ihtiyacın yerine geçer. Şimdi ise gördük ki, piyasa mekanizmasına güven, kapitalizmin yalnızca işçi sınıfının açık ve alenen köleliğinin önüne geçilmesini sağlamıştır. Ancak komünizm piyasanın mekanizmasını ve ihtiyaçlarını nüfusun hiçbir kısmını serfliğe indirgemeksizin ortadan kaldırabilir. Çünkü komünizm sistemi altında, üretim araçları önceki sahiplerinin elinden alınır ve işçi sınıfının ellerine bırakılır. Bu durumun sonucunda ise işçi sınıfı toplumla tamamıyla bitişik hale gelir. Çünkü kapitalist sınıfın üretim araçlarından yoksun bir üyesi, öznel değil ama nesnel olarak işçi sınıfının bir üyesi haline gelir.
Komünizmin doğasını Sovyetler Birliği’nden bahsetmeden düşünmek saçma olacaktır. Ancak ilk olarak gözlemlememiz gereken şey, bugüne kadar hiçbir Sovyet liderinin Birliğin komünist bir toplum olduğunu iddia etmemiş olduğudur. Sovyetler Birliği henüz komünizmin bizim tanımladığımız ilk evresinde olan bir toplum şeklinde bile görülemez. Hâlâ pek çok kapitalist kalıntı mevcuttur. Ancak Beş Yıllık Plan’ın 1937’de sona ermesine kadar Rusya’da komünist bir toplum söz konusu olabileceği umuluyor. Örneğin hem Lenin hem de Stalin adil bir şekilde göstermişlerdir ki, Rusya cumhuriyetlerinin bir ya da daha fazla yıl içinde 1917 şartlarından komünizme sıçrayabileceklerini varsaymak çocukça ve saçma bir şekilde Marksizm karşıtı olacaktır. Şimdiye kadar hükmetmiş tarihi düşünceye en fazla sahip kişiler, Rus Devrim liderleri, böylesine büyük bir hata yapmış olamazlar. 1914’de Rusya yalnızca modern yeni kapitalist devlet özelliklerini almaya başlamakla ve yarı Asyalı feodalizmin molozlarını kaldırmaya başlamakla kalmamış, 1914-1917 yılları arasındaki savaş döneminde ve hepsinden öte 1917-1921 iç savaş yıllarında, maddi varlık olarak 1914’teki alçak düzeyin de altına gerilemek zorunda kalmıştır. Komünist liderler, sihirli bir süreçle Don Basin’in su basmış madenlerinden veya Merkez Rusya’nın unutulmuş köylerinden bir komünist toplumun yükseleceğine inansalardı budala birer hayalperest olurlardı. Ancak onlara Rus emperyalistlerden miras kalan ve hâlâ dumanı tüten yıkıntılar, sağlam kurulmuş bir işçi sınıfı diktatörlüğü olasılığı sunduğundan ve yalnızca böyle bir diktatörlüğün Rusya’yı kurtarabileceğinden emin olduklarında, kendilerinin böyle kararlı ve muhteşem tarihsel görüşe sahip kimseler olduklarını kanıtladılar. Lenin işte bu yüreklilikle projesine başladı: Stalin işte bu muazzam azimlilikle projenin uygulamasını sürdürdü. Rus işçilere sınıf iradesinin işlemesi için o vazgeçilmez aygıtı yani Komünist Partiyi oluşturmalarına yardım eden az sayıda Marksist şimdi teker teker tarihe karışıyor. Kalkıştıkları ve daha sonra da geriye kalanlarının ve vârislerinin de tamamlamak için adım adım devam ettirdikleri göreve paralel başka bir görev daha tarihe yazılmayacaktır. Çünkü onlar komünist toplumun zamanla üzerinde büyüyeceği temelini, hem Rus feodalizminin kalıntılarını hem de yeni doğan Rus kapitalizmini sonunda yok ettikleri yöntemin aynısıyla atma projesini başlamışlardır.
Böyle bir kararı neredeyse çılgın bir kahramanlıkla almışlardır. Çünkü Lenin ve yandaşları Rus kapitalizminin yetersiz gelişiminin üzerlerindeki korkunç dezavantajını çok iyi biliyorlardı. Rusya’nın tam kapitalist evreye acısız bir şekilde sıçrayabileceği gibi bir hayale kapılmamışlardı. Öte yandan her ülkenin tam olarak aynı gelişim evrelerinden geçmesi gerektiğini söyleyen Kautsky ve Alman Marksistlerin mantık dışı ve ikiyüzlü bilmişliklerinden arınıktılar: işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi için doğru olacak şey, belirlenmiş bir noktaya (daha önce veya daha sonra değil) kadar kapitalist yolun izlenmesi gerektiğidir. Lenin tarihin bu kadar uygun olmadığını biliyordu: işçi sınıfının zaman ve mekân uygun olduğunda iktidarı ele geçirmesi gerektiğini: Rusya’da 1917’de olduğu gibi uygun şartların bir araya geldiği böyle bir durumun bir daha yıllar boyunca oluşmayabileceğini biliyordu. Bu yüzden böyle bir fırsatı göz ardı etmemesi gerektiğini anladı, İşçi sınıfının gücünün devamlılığının ve Rusya’da komünizmin hızla kurulmasının çok büyük zorluklar yaratacağını çok iyi biliyordu. Lenin’in bütün bunların farkında olduğu kesin. Örneğin 1920’de “Rusya için 1917’nin somut, tarihsel olarak gerçekten eşsiz durumunda Toplumsal Devrimin başlaması çok kolaydı, ancak bunu sürdürmek ve tamamlamak Rusya için diğer Avrupa ülkelerinde olduğundan daha zor olacaktır” diye yazdığını görüyoruz. Rus Devriminin devam etmesini ve tamamlanmaya yaklaşmasını sağlayan Sovyetler Birliği Komünist partisinin büyük başarılarıdır.
Çünkü devrimler, bazılarının öyle sanmasına rağmen, belli bir yılın belli ayının belli gününde olan olaylar değildir. 1789’da olduğu gibi en azından başladıkları tarihi biraz da rastlantıyla ayarlamak mümkün olabilir. Ancak tamamlanması yıllar alır. Rus Devriminin gerçekten sınıfsız bir topluma erişilene kadar tamamlanması mümkün olmayacaktır. Ancak o zaman komünizm ortaya çıkmaya başlayabilecektir.
Sovyetler Birliğinde bugün olan, katı ve güçlü bir şekilde toplumunun temelini değiştirmeye girişen işçi sınıfı diktatörlüğüdür. Süreç devam etmektedir. Ancak iki belirleyici dönem vardır. Birincisi işçi sınıfının iktidarı ele geçirdiği, eski Devlet aygıtını yok ettiği ve yerine yenisini yarattığı 1917-1920 dönemi. İkinci önemli dönem ise sahip oldukları üretim araçlarından gelir sağlayan zengin köylüler sınıfının kaldırıldığı 1929-1931 yıllarıdır. Bu sayede Sovyetler Birliği tarihi, değişen işçi sınıfı diktatörlüğünün güç ve başarı örneği; en kötü şartlar karşısında bile, komünizm varlığı örneği yerine, bir toplum hayatının temeli olarak görebilir. Ancak Sovyetler Birliği bize Komünizmin ortaya çıktığı zaman neye benzeyeceğinin en iyi göstergelerini, hatta elimizdeki en iyi tek somut göstergeyi vermektedir.
Komünizm insanlık medeniyetinin nasıl sürdürülüp geliştirileceğinin yöntemi olarak tanımlanabilir. Komünizm gerçekten medeniyetin sürdürülebilmesi için tek yöntemdir. Çünkü kapitalist emperyalizm bölünmenin bariz ve ileri bir evresidir ve karşı çıkılmazsa er ya da geç fiziksel olarak medeniyeti patlayıcı dolu bir hortumla bozguna uğratacaktır. İyi şartlardaki entelektüelleri umutsuz bir şekilde, komünist sistemin karakterini uzun yıllar içinde belirleyen gerçek zorluklar ve şevke karşı hale getiren işte bu düşüncedir. Batılı entelektüeller komünizmin dünyanın en beğenilen bir ya da iki imparatorluğunda bugün de keyfini sürdükleri ekonomik avantajlar, rahatlık, fiziksel ve zihinsel konfor sağlayamayacağı konusunu devamlı ispatlamaktadır. Çok haklılar. Fakat bu gerçekten çıkarılabilecek ana fikir, komünizmin gelişinin engellenmesi tam olarak kişisel boyutta olsa da çıkarlarına olduğu, batan Lusitania gemisindeki bir yolcunun kendisine bir botta yer veren gemi subayına kendi oturduğu güverte sandalyesinin daha rahat olduğunu söylemesi durumunda olduğu kadar saçmadır. Komünizm bu neslin hiçbir üyesine Ütopya bileti vermez. Ancak düşünen her tür işçiye kapitalist çürümenin felç edici atmosferinden, insan zekâsının başarıları için sınırsız uyarıcı sağlayan bir toplumsal çevreye kaçış sunar.
Ancak komünizm insanlara evrenin bütün hastalıkları için acısız ve belli bir ilaç sunamaz. Komünizmin lehine olan en önemli sav, insanlık medeniyetinin sürdürülebileceği tek yöntem olduğudur. Batı’daki iktidar sınıfının bazı üyelerinin barbarlığın nasıl bir şey olduğunu bile algılayamadıkları mükemmel işleyen bir medeniyetin (onlar için) kendiliğinden gelen faydalarına alışık oldukları doğrudur. Bu yüzden getirdiği yüke rağmen medeniyeti sürdürmenin gerekliliğini hissetmemektedirler. Ancak gerçeğe daha yakın olan işçiler için, medeniyetin sürdürülmesinin mutlak gerekliliği, medeniyetin mevcut şeklini sürdürmenin hiçbir gerekliliğine haklı olarak inanmasalar bile, aşikardır.
Yalnızca Komünizmin gelişi sorunumuzu çözülebilir hale getirecektir. Yalnızca işçi sınıfı diktatörlüğü komünizm yolunu açabilir. İşçi sınıfı diktatörlüğü ise yalnızca işçiler bütün olarak sınıflarının tarihsel kaderini açık olarak anlayabilirlerse başarılı olabilir. Bu anlayış ise karşılığında işçi sınıfı, en bilinçli ve açık görüşlü üyelerini, işçilerin iradesinin o vazgeçilmez aleti olan bir Komünist parti kurmaları için örgütleyemediği takdirde geliştirilemez. İşçilerin iktidara gelişi ancak devrimle mümkün olabilir, yani yıllar sürecek bir olay, belli bir yılın belli ayı “tarihli” olabilecek şekilde bir başkentteki Devlet aygıtının ele geçirilmesi gibi kritik bir hareketle mümkün olacaktır. Ancak Komünizmin gelişi, işçi sınıfının iktidara gelmesinden sonra aşamalı bir süreç olmalıdır. Ancak aşamalı olarak, komünizmin gelmesiyle, sınıfsız bir toplum için gerekli ekonomik temelin, Herkül gibi işçiler ve acı veren fedakarlıklarla yaratılması ile medeniyeti güneş tutulmasıyla tehdit eden sorunlar gerçekten çözülecektir.
Elbette tam gelişmiş komünizmin gelişi bütün sorunlarımızı çözemeyecek. Örneğin insanların memnuniyetinin en büyük düşmanı; varlığının ölümle ortadan kalkacağı bilgisi, toplumun her sistemi altında daha uzun süre kalmalıdır. Ancak komünizmin medeniyetin sürdürülmesi ve gelişimine izin vererek, ölüm felaketini zamanla geciktireceğini inkâr etmek aptallık olur. Çünkü kapitalizmin insan gücü ve doğasının bütün faydalarını garanti altına aldığı topluluğun küçük bir kısmı, yani iktidar sınıfı için, insan yaşamı zaten uzamıştır. Bilimdeki gelişmelere tam destek verilecek şekilde kurulmuş bir toplumda, bir ya da daha çok yüzyıllık biyoloji ve tıp araştırmaları, ortalama insan ömrünü büyük oranda uzatabilir. Bu anlayışa akıllarımız şu an karşı geliyor olsa da, sonunda ölümün süresiz olarak ertelenebileceğini düşünmek için bilimsel bir ihtiyaç da yoktur.
Şüphesiz, ölümün süresiz olarak ertelenebileceği düşüncesinin bugün bize bu kadar uzak gelmesinin nedenlerinden biri, kapitalist dünyanın yozlaşmış ve ümitsiz durumunda, insanların yaşamlarını uzatmak gibi bir ihtiyaç veya arzularının olduğunu hayal bile edemiyor oluşumuzdur. Kapitalist dünyanın büyük şehirleri, Londra, Berlin, Chicago, Shangay’da, kapitalizm hem işçilerin yaşama isteğini öldürüyor, hem de kısa ve hastalıklı bir hayattan başka bütün olasılıkları da engelliyor. Ancak sınıfsız bir toplumun yaratılmasının, işçilerin sistematik olarak ömürlerini uzatmayı istemelerinin sağlanması gibi hem fiziksel hem de psikolojik hayat seviyesine ilişkin yaşam olasılıkları üreteceğinden şüphe duymamalıyız. Sovyetler Birliği’nde, işçi sınıfı diktatörlüğü için yapılan ilk mücadelelerin en ağır dönemi olan bugün bile, sınıfsız bir toplumun tam olarak oluşmasından önce, dünyada benzeri olmayan bir yaşam sevinci var. Elbette son bir acı izleyene kadar ölüm daha huzurlu, sakin ve temiz bir süreçtir. “Dans eden bir yıldız doğurmak isteyen, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır” ve bir kıtanın çalışırken görüntüsüne dayanamayanlar içinse Sovyetler Birliği tehlikeli bir yerdir. Bu kimseleri küçük zevk ve konforlarının tadını çıkarmaya bırakalım: çünkü bunlara uzun süre sahip olamayacaklar. Doğumun acısından kaçarak, ölümün acısını seçtiklerini anlayacaklardır.
* John Strachey, Coming Struggle for Power, sf. 155-157, 200-205, 341-359, Crown Publishers Inc.