Tutsak Edilmiş Akıl*
Czeslaw Milosz (1911- 2004) Polonyalı modern bir şairdir. Varşova’nın 1939-1944 yılları arasında Almanlar tarafından işgalinin dehşetini yaşamıştır ve çoğunluğu komünistlerden oluşan Polonya hükümetinin diplomatik hizmetine katılmıştır. Rusya’nın kendi anavatanına dayattığı komünizmden giderek daha da rahatsız olurken, Washington ve Paris’te kültürel işler sorumlusu olarak hizmet vermiştir. Milosz 1953’te hükümetinden ayrılmış ve bunu 1953’te önemli kitabı Tutsak Edilmiş Akıl’da açıklamıştır. Kitap, komünizmin entelektüel yaşamı kontrol altına alma yöntemini analiz ediyor ve özellikle Doğu Avrupalı Komünistlerin Batı demokrasilerine olan tutumlarını açıklıyor.
Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri Imperium’a3 katılmadan önce İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadılar. Bu savaş Batı Avrupa ülkelerinde olduğundan daha yıkıcıydı. Savaş yalnızca ekonomilerini değil, o zamanlar sarsılmaz gibi görünen pek çok değerlerini de yok etti.
Adam yaşadığı düzeni doğal olarak karşılama eğilimindedir. Önünden geçtiği evler, insan elinden çıkmış ürünlerden çok topraktan fırlamış kayalara benzer. Ofiste veya fabrikada yaptığı işlerin, dünyanın ahenkle işleyişi için gerekli olduğunu düşünür. Giydiği kıyafetler tam olması gerektiği gibidir, Roma togası da Orta Çağ zırhı da giyse aynı derecede iyi olacağı düşüncesine güler. Bir devlet ya da banka yöneticisine saygı duyar, ona özenir, belli bir miktar paraya sahip olmayı barış ve güvenliğin asıl garantisi olarak görür. Günün birinde bir atlının, kendisinin iyi bildiği kedilerin uyuyup çocukların oynadığı bir sokakta, kemendiyle gelip geçenleri yakalamaya başladığına inanamaz. Böyle bir davranış örneğinin bütün insan toplulukları için ortak olmadığını fark etmeden olabildiğine gizlice, özel olduğu düşünülen fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaya alışıktır.
Bombaların kırdığı pencere camları dökülmüş bir sokaktaki ilk turu, dünyasının “doğallığını” sarsar. Rüzgâr aceleyle boşaltılmış ofislerden kalan, akla kasalar, anahtarlar, konferanslar, kuryeler ve sekreterleri getiren üzerinde “Özel” veya “Çok Gizli” yazılı kâğıtları uçuruyor. Şimdi ise rüzgâr onları herkesin okuyabileceği şekilde sokağa savuruyor; yine de kimse okumuyor, çünkü herkes bir parça ekmek bulmakla meşgul. Gariptir ofisler ve gizli dosyalar bütün anlamlarını yitirmiş olsa da dünya dönmeye devam ediyor. Adam sokağın daha aşağısında, bombanın ikiye böldüğü bir evin önünde durur, insanların evlerinin gizliliği, aile kokuları, kovan yaşamının sıcaklığı, sevginin ve nefretin hatırasını taşıyan mobilyalar göz önüne serilmiş. Evin kendisi ise artık bir kaya bile değil, alçı, beton ve kiremitten oluşan bir iskeleden ibaret; üçüncü katta içinde yıkanmış olanların hatıralarıyla dolu yalnız bir küvet. Evin nüfuzlu ve saygın eski sahipleri şimdi aç biilaç, patates bulabilmek için tarlalarda geziyor. Bu şekilde para, tek gecede değerini kaybeder ve anlamsız, üzeri baskılı kâğıt yığınları haline gelir. Adamın yürüyüşü, onu dumanı tüten yıkıntı tepesini sopayla karıştıran, milleti bütün düşmanlardan kurtaracak büyük lider hakkında bir şarkıyı ıslıkla çalan küçük bir çocuğa getirir. Şarkı kalır, ama dünün lideri çoktan geçmişin bir parçası haline gelmiştir.
Adam çabucak yeni alışkanlıklar kazandığını fark eder. Bir zamanlar sokakta bir cesede rastlasa, polise haber verirdi. Bir kalabalık toplanır, pek çok laf edilir yorum yapılırdı. Şimdi ise biliyor ki hendekte yatan bu kararmış cesedi görmezlikten gelmeli ve gereksiz sorular sormaktan kaçınmalı. Silahı ateşleyen kişinin de kendine göre nedenleri vardır, belki de bir “Yeraltı” hesaplaşmasının cezasını veriyordu.
Ortalama bir Avrupalı da, şehrinin yaşam alanlarına bölünmüş olmasına alışık değildir, ancak tek bir yasa onu bu yeni yaşam ve düşünce şekline zorlayabilir. A Bölgesi bir ırk için, B Bölgesi başka bir ırk, C Bölgesi başka bir ırk. Yerleştirmenin son tarihi yaklaştıkça sokaklar yük arabaları, at arabaları, el arabaları kuyruklarıyla; bohçalar, yatak, sandık, kazan, kuş kafesleri taşıyan insanlarla dolar. Her şey bittiğinde ise iki bin kişi kendini bir zamanlar iki yüz kişinin yaşadığı bir binada bulabilir; hiç değilse herkes uygun bölgesine yerleşmiştir. Sonrasında C Bölgesinin etrafına yüksek duvarlar dikilir ve her gün bir yığın erkek, kadın ve çocuk vagonlara doldurularak, bilimsel olarak katledilip cesetlerinin de yakılacakları özel olarak yapılmış fabrikalara götürülür 4.
Kementli atlı bile bir askeri kamyonet kılığında köşe başında ortaya çıkar. Bu köşe başından geçen bir adam, kendine doğru tutulmuş bir tüfekle karşılaşır, ellerini kaldırır, kamyonete bindirilir ve bundan sonra ailesi ve arkadaşları onu bir daha göremez. Bir toplama kampına gönderilmiş, ya da bir idam mangasıyla karşı karşıya kalmış olabilir, ağzı devlet aleyhinde bağırmaması için bantlanmış; ancak yine de arkadaşları için bir uyarı görevi görüyor. Belki de kişi evinde oturarak böyle bir sondan kurtulabilir. Ancak bir aile babası karısına ve çocuklarına ekmek ve çorba getirmek için dışarı çıkmak zorundadır ve her gece onlar da babalarının eve dönüp dönemeyeceği hakkında kaygılanırlar. Bu şartlar daha yıllar boyu devam ettiği için herkes gitgide şehre bir ormanmış gibi, Yirminci yüzyıl insanına da güçlü canavarlar arasında yaşayan bir mağara adamıymış gibi bakmaya başlar.
Önceleri kişinin tüm yaşamı boyunca aynı adı ve soyadı taşımasının kesin olduğu düşünülürdü; şimdi ise pek çok nedenden dolayı ismini değiştirmek ve uydurulmuş bir biyografiyi ezberlemek akıllıca olur. Sonuç olarak sivil devlet kayıtları da tamamen karmaşık bir hale gelir. Herkes formaliteleri umursamamaya başlar, böylece örneğin evliliğin bile birlikte yaşamaktan başka bir anlamı kalmaz.
Saygıdeğer vatandaşlar, çeteciliği suç olarak görürlerdi. Bugün ise banka soyguncuları birer kahraman, çünkü çaldıkları para aslında “Yeraltına” gidecektir. Bunlar genelde genç çocuklardır, annelerinin oğulları, ama görünüş aldatıcıdır. Birini öldürmek onlar için ahlaki hiçbir sorun teşkil etmez.
Ölümün yakınlığı, utancı yok eder. Erkekler ve kadınlar idamlarının tarihinin parlak ayakkabılı ve kamçılı şişman bir adam tarafından belirlendiğini öğrenmelerinin ardından değişirler. Dünyadaki son evleri, dikenli tellerle çevrilmiş küçük bir toprak parçasında, ortalıkta çiftleşirler. Barikatlara koşup tanklara karşı tabancalar ve benzin şişeleriyle savaşmaya hazır daha ergenlik çağındaki kızlar ve erkekler gençliklerinin tadına varır ve ahlak standartlarına olan saygılarını kaybederler.
Hangi dünya “doğal”? Daha önce var olan mı yoksa savaş dünyası mı? Kişinin tecrübe âleminde de varsa ikisi de doğaldır. İnsanın yaşadığı bütün kavramlar, kendilerini içinde buldukları tarihsel bilginin ürünüdür. Akıcılık ve sürekli değişim, fenomenin özellikleridir. İnsan öylesine esnek bir canlıdır ki kendine büyük saygısı olan bir vatandaş dört ayak üzerinde rengârenk tüylü bir kuyrukla, içinde yaşadığı düzene uyduğunun bir işareti olarak sürüneceği güne akıl erdirebilir.
Doğunun insanları Amerikalıları ciddiye alamaz, çünkü insanlara yargıları ve düşünme alışkanlıklarının nasıl ilişkili olduğunu öğreten tecrübeleri hiç yaşamamışlardır. Hayal gücü eksikliğinin sonucu berbattır. Belli bir sosyal düzende ve belli bir değerler sisteminde doğup büyüdükleri için her düzenin “doğal” olması gerektiğini ve bunun insan doğasıyla uygun olmadığı için süremeyeceğini düşünür. Ama yine de günün birinde ateş, açlık ve kılıcı öğrenebilirler. Her türlü imkân dahilinde meydana gelecek olan budur, çünkü dünyanın bir yarısının korkunç felaketler geçirirken diğer yarısının ise bu uzak dostların rahatsızlığını film ve gazetelerden öğrendiği On Dokuzuncu yüzyıl tarzı yaşantılarına devam ettiklerine inanmak güçtür. Son örnekler bize bunun mümkün olmadığını gösterir. Varşova veya Budapeşte’de ikamet eden biri bombalanan İspanya’nın ya da yanan Şanghay’ın görüntülerine bakmıştır, ama sonunda bu ve diğer pek çok felaketin gerçekte nasıl meydana geldiğini de öğrenmiştir. NKVD 5 ile ilgili masallar okumuştur, ta ki bir gün kendisi de onunla uğraşmak zorunda kalana kadar… Bir şey eğer bir yerde varsa, her yerde vardır. Bu, yaptığı gözlemlerden çıkardığı sonuçtur ve bu yüzden Amerika’nın anlık refahına hiç inancı yoktur. Avrupa’da 1933-45 yıllarının başka yerlerde ne olacağının ön göstergesi olduğundan şüphelenir. Kayıtsızlığın kötü notlarla değil, ölümle cezalandırıldığı sert bir okul ona sosyolojik ve tarihsel düşünmeyi öğretmiştir. Ama onu mantıksız düşüncelerden kurtaramamıştır. Batı ülkelerindeki şiddetli değişiklikleri öngören teorilere inanma eğilimindedir, çünkü kendisinin yaşadığı zorluklardan onların kaçabildiği gerçeğini haksızlık olarak görür.
Onun için erişilebilir tek düşünce sistemi diyalektik materyalizmdir ve onu çeker çünkü kendi tecrübeleri ışığında anlaşılabilir bir dil konuşmaktadır. Batı dünyasının aldatıcı “doğal” düzeni diyalektik materyalizme göre (Stalinci versiyonu), kriz sonucu çökmeye mahkûmdur. Bir krizin olduğu her yerde, iktidar sınıfı proletarya devrimine karşı koruma olarak faşizme sığınır. Faşizm savaş, gaz odaları ve krematoryumlar anlamına gelir. Doğru, Amerika’daki kriz o zaman için terhisin6 olacağını tahmin etmiştir; doğru, İngiltere sosyal güvenlik ve sosyal sağlık hizmetini o zamana kadar bilinmeyen şekilde çıkarmıştır; ABD’deki komünist karşıtı histeriyi her ne başlatmışsa, büyük oranda silahlı ve düşmanca bir gücün korkusuyla harekete geçirilmiş olduğu da doğrudur. Bunlar yine de başka yönlerde ispatlanmış bir formülün değişik türevleridir. Dünya Faşizm ve Komünizm arasında bölünürse, Faşizm açıkça kaybeder, çünkü burjuvazinin umutsuzca sığınacağı son kalesidir. Burjuvazi demagoji yoluyla hüküm sürer bu da uygulamada önemli mevkilerin karar anında çılgınlığa kapılan sorumsuz kişilerle dolu olduğu anlamına gelir. Bu çılgınlıklar Hitler’in Doğulu insanlar için acımasız politikası veya Mussolini’nin İtalya’yı savaşa sokması gibidir.
Kişinin bu sonuca varması için Stalinci olmasına gerek yok. Aksine, Merkez’de [Moskova] oluşan sistemden herhangi bir fayda sağlanabileceğinin ne kadar şüpheli olduğunu bilerek adam kocaman bir meteorun bu perişanlığı yeryüzünden sildiğini gördüğünde çok sevinirdi. Şansını hesaplar ve bu yüzyılda Tanrının yerini alan varlık, diğer bir değişle tarih tarafından lanetlenen tarafı tutmasının akıllıca olmayacağı sonucuna varır. Maruz kaldığı propaganda her şekilde Nazizm ve Amerikanizmin aynı ekonomik şartların ürünü olduğu için tıpa tıp aynı olduklarını ispatlamaya çalışır. Bu propagandaya, ortalama bir Amerikalının Hitlercilik ve Stalinciliğin birbiriyle aynı olduğuna ikna eden gazetecilere inandığından sadece biraz daha az inanır.
Hiyerarşinin daha yüksek bir basamağında duruyorsa ve böylelikle Batı ile ilgili bilgilere erişebiliyorsa bile, hâlâ dünyanın bu yarısının güçlü ve zayıf yönlerini tartamaz. Kullandığı optik araç görüşün yalnızca önceden belirlenmiş alanlarını içerecek şekilde yapılmıştır. Onunla bakarak yalnızca görmeyi beklediğini görür. Örneğin hukukun sadece bir parti aracı şeklinde var olduğu, insan eyleminin tek kriterinin etkililik olduğu bir toplumda yaşamaya alışık adam, her vatandaşın hukuki yaptırımlara bağlı olduğunu hissettiği bir sistem hayal etmeyi zor bulur. Bu yaptırımlar belki de ayrıcalıklı grupların çıkarını korumak için çıkarılmıştır, ancak çıkarlar değişse bile yaptırımlar kalır ve eski kanunları yenileriyle alt etmek kolay değildir. Her vatandaş başlangıcı çok uzak geçmişte kalan kanunlar ağına dolanmıştır. Sonuç olarak toplu yaşam mekanizması öylesine beceriksizce oluşturulmuştur ki, gerçekten aktif olmak isteyen herkes sınırlamalardan kurtulabilmek için umutsuzca uğraşır.
Orta ve Doğu Avrupalılar, Batı’nın özelliği sandıkları gecikmeleri, saçma kararları, siyasi kampanyaları, karşılıklı suçlamaları, kamuoyu yoklamalarını ve demagojiyi anlayamaz. Ancak aynı zamanda bu yükümlülükler özel vatandaşa belli bir güvenlik garantisi verir. Bir kimseyi sokaktan zorla alıp bir toplama kampına göndermek yönetimin hoşuna gitmeyen bireyle açıkça en mükemmel başa çıkma yöntemidir; ancak bu yöntemleri tek suçlu kişinin, yasanın belli bir paragrafında açıkça cezalandırılabilir olarak tanımlanan bir eylemde bulunan adam olduğu ülkelerde kurmak zordur. Nazi ve Komünist ceza yasaları, cezai ve cezai olmayan eylemler arasındaki sınırı kaldırmaları konusunda benzerdir: birincisi suçu, Alman halkına karşı yöneltilen her türlü eylem olarak, ikincisi ise proletarya diktatörlüğünün çıkarlarına karşı yöneltilen her türlü eylem olarak tanımlar. Doğulu adamın “burjuvazinin cansız formalizmi” olarak adlandırdığı şey diğer yandan aile babasının, insanlar yerine kutup ayılarının zenginleştiği bir bölgeye gitmesindense akşam yemeği için ailesine döneceğini garanti eder.
Hukuki zihniyete sahip ülkelerde, kişi suçlu olsa da olmasa da herkesin aynı şevkle suçu itiraf ettiği bilimsel işkencenin uygulanması kolay değildir. Propaganda, halk demokrasileri vatandaşlarını Batı hukukunun iktidar sınıflarının çıkarlarına boyun eğen bir kurgudan başka bir şey olmadığına dair ikna etmeye çalışır. Belki bu bir kurgudur ama yöneticilerin isteklerine o kadar da boyun eğmez. Bir kimseyi suçlu bulmak istiyorlarsa, onun suçlu olduğunu ispatlamak için ter dökmeleri gerekir; savunma avukatları kanunun teknik ayrıntıları ardına saklanır; dava çeşitli temyizlere sürüklenir vs. Açıkça suçlar kendi örtüsü altında işlenir, ancak şimdiye kadar Batı hukuku, yönetilenlerin olduğu kadar yöneticilerin de elini bağlamıştır. Bunun da güç ya da zayıflık kaynağı mı olduğu kişinin inancına göre değişir.
Hukukun doğasının farkında olan Amerikalılar, demokrasiyi herkesin farklı yöne kürek çektiği garip bir kayığa benzetir. Pek çok curcuna ve karşılıklı sömürü vardır ve herkesi birlikte kürek çekmeye ikna etmek zordur. Böyle bir kayığa kıyasla, totaliter bir devletin açılmış küreklerle son sürat giden kadırgası yılmaz görünür. Ama bazen garip kayığın üzerinden geçip gidebildiği kayalıklara totaliter gemi çarpıverir.
* Czeslaw Milosz, The Captive Mind, Lehçe’den çevirisi Jane Zielonko, sf: 24-31, 1953, Alfred Knopf Inc.