Toplumsal Sözleşme*
Uygar düzende insanların oldukları, yasaların da olabilecekleri gibi kabul edilmelerine ilişkin herhangi bir kesin ve yasal bir yönetim kuralı varsa, onu incelemek isterim. Bu incelemede daima adalet ve faydanın hiçbir durumda birbirinden ayrılmaması için doğru yaptırımlar ile çıkarların öngördüklerini birleştirmeye gayret ederim. (…)
İnsan özgür olarak doğmuştu ve her yerde zincire vurulmuştur. Biri kendini diğerlerinin efendisi zannettiğinde diğerlerinden daha da çok köledir. Bu değişiklik nasıl gerçekleşmiştir? Bilmiyorum. Bu durumu yasal kılan nedir? Sanırım bu soruyu cevaplayabilirim.
Eğer sadece gücü ve gücün etkilerini hesaba katarsam, şöyle söylemem gerekir: “Bir halk boyun eğmeye mecbur edildiğinde ve boyun eğdiğinde iyi eder, boyunduruktan kurtulabildiği anda kurtulur ve daha iyi eder; çünkü özgürlüğünü elinden alan hakka dayanarak onu yeniden kazanması durumunda, nedenlerinin geçerli olup olmaması fark etmez.” Nitekim, toplumsal düzen kutsal bir hak olup, tüm diğer hakların temelidir. Ancak, doğal bir hak değildir ve bu nedenle mukavelelere dayanmalıdır. (…)
Grotius,14 tüm insan gücünün yönetilenler lehine kurulduğunu reddeder ve örnek olarak köleliği anlatır. Onun alışıldık muhakeme yöntemi, doğruya durumlardan yola çıkarak ulaşmaktır. Daha mantıklı bir yöntem uygulamak mümkün olurdu ama zorbalar için bundan daha uygunu bulunamazdı.
Demek ki, Gratius’a göre, insan ırkının yüz adama mı ait olduğu, yüz adamın mı insan ırkına ait olduğu belirsizdir ve kitabı boyunca ilk alternatife meyilli olduğu görülmektedir ki, bu aynı zamanda Hobbes”un da görüşüdür. Bu görüşe göre, insan türü birçok sığır sürüsüne ayrılmıştır, her birinin kendi yöneticisi vardır ve onları yemek için korur. (…)
Caligula’nın15 düşüncesi de Hobbes ve Grotius’unkiyle örtüşmektedir. Aristo, onların hepsinden önce, insanların hiçbir anlamda doğal olarak eşit olmadığını, bazılarının kölelik, diğerlerinin hükmetmek için doğduklarını söyler. Aristo haklıydı ama o sonucu sebebe tercih etmiştir. Köle olarak doğan herkesin köle olması kaçınılmazdır. Köleler zincirliyken kaçma arzusu da dahil her şeyi kaybederler - Ulysses’in arkadaşlarının vahşi hallerini sevmeleri gibi. Demek ki, doğaları icabı köle olanlar varsa nedeni, doğa karşıtı kölelerin de var olmalarıdır. İlk köleleri yaratan güç, durumu devam ettiren ise, onların korkaklığıdır. (…)
Hiç kimse çevresindekilerin üzerinde doğal bir otoriteye sahip olmadığından ve güç hak yaratmadığından, tüm meşru otoritenin temelini mukavelelerin biçimlendirdiğini kabul etmeliyiz.
Grotius der ki, eğer bir canlı özgürlüğünden feragat edebilirse ve kendini bir efendinin kölesi haline getirebilirse, neden tüm bir halk aynısını yapamasın ve kendisini bir krala tabi kılamasın? (…)
Despotun kullarına uygar yaşam düzeni sağladığı söylenecektir. Kabul ama eğer despotun hırsı başlarına savaşlar açıyorsa, doymak bilmez açgözlülüğü ve bakanlarının can sıkıcı tavırları üzerlerinde kendi çekişmelerinden daha fazla baskı yaratıyorsa, neye yarar? Keyfini sürdükleri asayiş, sefaletlerinden ibaretse, neye yarar? Asayiş, zindanlarda da vardır ama sadece bu oraları yaşanılası yerler yapar mı? (…)
Bir insanın kendisini ivazsız verdiğini söylemek, saçma ve düşünülemez bir şey söylemektir; böyle bir hareket, yapan aklını kaçırmış olacağından, geçersiz ve gayrimeşrudur. Aynı hareketi bir halkın tamamı için söylemek, deli olduklarını varsaymaktır ki, delilikten kaynaklanan herhangi bir hak yoktur.
Her bir insan kendisini ferağ ve temlik edebilse bile, bunu çocuklarına yapamaz; onlar insan olarak ve özgür doğmuşlardır; özgürlükleri kendilerine aittir ve tasarruf hakkı sadece onlardadır. (…)
Özgürlükten vazgeçmek, insan olduğunu inkâr etmek,, insanoğlunun haklarından ve hatta sorumluluklarından vazgeçmek demektir. Her şeyden feragat etmiş birinin tazmin edilmesi de mümkün değildir. Böylesi bir vazgeçiş, insanın doğasına aykırıdır; isteklerinden tüm özgürlüğü çıkarmak, davranışlarından tüm ahlakı çıkarmak demektir. (...)
Yanıldığımı, çürütegeldiklerimin tümünün aslında doğru olduklarını kabul etsem de despotizm yandaşlarının durumları daha iyi olmayacaktır, zira bir yığını baskı altında tutmakla, bir toplumu yönetmek arasında daima çok büyük fark vardır. Münferit bireyler tek bir kişi tarafından başarıyla köleleştirilmiş bile olsalar, ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, benim gözümde bir halk ve onun yöneticisi değil, bir efendi ve onun kölelerinden ibarettirler; orada bir cemiyet değil, ne kamu menfaatinin ne de siyasi bir teşkilatın var olduğu bir yığın görürüm. (...)
Grotius der ki: Bir halk kendini bir krala teslim edebilir. Çünkü Grotius’a göre bir halk kendisini teslim etmeden önce zaten halktır. Böylesi bir teslimiyet bir uygar harekettir ve toplum tarafından müzakere edilmişlik ima eder. /oysa/ Bir halkın bir krala teslim oluşunu incelemeden önce, bir halkı neyin halk yaptığını incelemekte fayda vardır, çünkü halkı halk yapan eylem, bir toplumun gerçek temelidir ve krala teslimiyetten önce gelir. (...)
Ben insanoğlunun yabanıl yaşam sürdürmesinin engellendiği o noktaya erişmiş olmasının, direnme gücünün, bireylerin o şartlarda yaşabilmelerini sağlayan yetilerinden daha büyük olduğunu gösterdiği kanısındayım. Bu durumda ilkel şartlar devam edemeyecek, ve meğerki, varoluş biçimini değiştirsin, insan soyu yok olacaktır.
Ancak insanlar yeni güçler doğuramayacakları, sadece var olanları birleştirip yönlendirebilecekleri için, kendilerini korumalarının yegâne yolu, direnci yenecek büyüklükte bir güçler birliği oluşturmak ve onu kuvvetlendirmektir. Bu güçler, tek bir güdüyle bir araya getirilmeli, bir koro halinde birlikte hareket etmelidirler.
Bu güçler toplamının oluşabilmesi için birkaç insanın biraraya gelmesi gerekir ama her insanın gücü ve özgürlüğü asıl itibariyle kendi benliğini korumaya tahsislidir. Hal buyken, söz konusu özkaynaklarını kendi çıkarlarına halel getirmeden, kendisini ihmal etmeden, nasıl kullanıma açabilecektir? Bu zorluğu konumuz bağlamında aşağıdaki gibi tanımlayabiliriz:
Sorun, ortak gücün bütünü kadar bireyi ve bireyin malını da savunacak ve koruyacak bir birlik biçimi bulmaktır; bu birliğin bir ferdi olan birey, bir yandan herkesle bütünleşirken, diğer yandan da kendisine sadık kalabilmeli, eskiden olduğu gibi özgür olabilmelidir. Toplumsal Sözleşme’nin çözümünü sunduğu esas problem budur.
Bu sözleşmenin maddeleri (…) tek bir maddeye indirgenebilir - her bir ortağın kendisini tüm haklarıyla birlikte toplumun bütününe devretmesinden ibarettir; çünkü her bir bireyin kendisini tümüyle teslim etmesi, şartların herkes için aynı olması, yani kimsenin kimseye fazladan bir şeyler yüklemek suretiyle çıkar sağlayamaması durumudur. (...)
Ve nihayet, kendisini herkese teslim eden birey, hiç kimseye teslim etmemekte, verdiğinin hakkın karşılığını birliğin her bir üyesinden geri alabilmekte, kaybettiği her şeyin eşdeğerlisine hak kazanmakta, sahip olduklarını korumak için artırılmış güç sahibi olmaktadır. (...)
Toplumsal sözleşmeyi tali unsurlarını ayıklarsak, aşağıdaki tanımlara indirgendiği görülür:
“Her birimiz - kişiliğini ve tüm gücünü, çoğunluk iradesinin en üst yönetimi altında umuma sunar ve her üyeyi, müşterek kabiliyetimiz içerisinde, bütünün bölünmez bir parçası olarak kabul ederiz.”
Kontrat yapan taraflarının bireysel kişilikleri yerine, bu birlik sözleşmesi anında ahlaki ve müşterek hükmi şahıs oluşturur, bu hükmi şahıs, bir meclisi oluşturan seçmen misali, çok sayıda üyeden oluşur ve bütünlüğünü, kimliğini, hayatını ve iradesini bu sözleşmeden alır. Herkesin birleşmesiyle biçimlenen bu hükmi şahısa, eskilerde site denirdi, şimdilerde Cumhuriyet veya siyasi teşkilat olarak adlandırılmaktadır; edilgen olduğunda mensupları tarafından Devlet ve etken olduğunda ise Hükümranlık olarak adlandırılır; kendisi gibilerle kıyaslandığında ise Güç adını alır. Hükmi şahısta birleşenlerin ortak adları halk’tır, egemen gücü paylaşanlara yurttaş, devletin kanunlarına tabi olanlara uyruk/tebaa denir. (…)
Hükümranı oluşturanların çıkarları onunkilerden farklı değildir ve olamaz ve dolayısıyla hükümran güç, tebaasına teminat vermek zorunda değildir, zira mensuplarının hepsini üzmek gibi bir arzusu olamaz. İlerde göreceğimiz gibi, belirgin birilerine de zarar vermeyecektir. Hükümranın hükümran olma keyfiyeti, onun her zaman ve her şart altında olması gerektiği gibi olması demektir.
Bununla beraber, tebaasının hükümranıyla olan ilişkisindeki durum böyle değildir. Çıkarlarının ortak olmasına rağmen, meğerki, sadakatlerinden emin olacağı koşulları sağlasın, hükümran, tebaasının görevlerini yerine getireceğinden emin olamaz.
Aslında, her bir birey, bir insan, bir vatandaş olarak, umumun iradesinden farklı veya tam tersi bir iradeye sahip olabilir. Kişisel çıkarları kamu çıkarlarından çok farklı olabilir; varlığının mutlak ve doğal bağımsızlığı müşterek davaya ödemek durumda olduğu borcunu angarya olarak görmesine, ödememesi halinde başkalarına vereceği zararın ödemesi halinde kendisine vereceği zarardan çok daha az olduğunu düşündürebilir; sahici bir insan değil, örfi bir “persona ficta” (hayali/hükmi şahıs) olan devlete karşı sorumluklarını yerine getirmeye hazır olmadığı halde yurttaşlık haklarından yararlanmak isteyebilir. Böylesi bir adaletsizliğin devamlılığı, siyasi teşkilatın feshini getirir.
Demek ki sosyal sözleşmenin boş bir formül olmaması için, genel iradeye boyun eğmeyi reddedenlerin, mecbur tutulacakları şeklinde zımni bir taahhüt içermesi gerekir, nitekim diğerlerine güç verecek olan da budur. Bu taahhüde, retçilerin özgür olmaya zorlanacakları anlamına da gelir, çünkü her vatandaşı kendi ülkesine tevdi etmek suretiyle, her türlü kişisel bağımlılığa karşı güvence altına almaktadır. Siyasi makineyi çalıştıran anahtar budur; meşruiyetin olmadığı durumlarda saçma, baskıcı ve en korkunç suiistimallere müsait olan kamusal yaptırımları meşru kılan da budur.
Yabanıl yaşamdan uygar devlete geçiş, içgüdüyü adaletle ikame etmek ve davranışlarına eskiden olmayan ahlaki kısıtları vermek suretiyle, insanoğlunda kayda değer değişiklikler oluşturur. Görevin çağrısı fiziki dürtülerin ve haklı iştihaların yerini aldığında, o zamana kadar sadece kendini düşünmüş olan insan, farklı ilkeler doğrultusunda hareket etmeye ve eğilimlerine teslim olmadan önce aklını kullanmaya zorlandığını fark eder. Her ne kadar bu durumda kendisini doğadan gelen bazı avantajlardan mahrum bırakmış olsa da, bunun karşılığında çok büyük başka avantajlar elde eder, yetkinlikleri kamçılanır ve gelişir, fikirleri genişler, duyguları ulvileşir ve tüm ruhu yücelir. Bu yeni durumun suiistimalleri onu çoklukla terk ettiği aşağılara çekmezse eğer, onu oradan ilelebet ayıran ve onu aptal ve hayal gücü kıt bir hayvan olmak yerine akıllı bir varlık ve bir insan haline getiren o mutlu âna sürekli olarak şükredecektir.
Şimdi de münasip maddelere döktüğümüz hesabı çıkaralım: İnsanoğlu toplumsal sözleşmeyle kaybettiği doğal özgürlüğünü ve elde etmeye çalıştığı ve elde etmeyi başardığı her şeye ilişkin sınırsız hakkını kaybeder; kazancı, uygar özgürlük ve tüm sahip olduklarının mülkiyet hakkıdır. Birini diğeriyle kıyaslarken hata yapmamak için, sadece bireyin gücüyle sınırlı olan doğal özgürlüğü, kamusal iradenin sınırladığı uygar özgürlükten ayırmak zorundayız ve sadece güçten veya ilk işgal eden olmaktan kaynaklanan mülkiyet hakkı ile ancak müspet bir tasarruf hakkı ile sahiplenilebilecek mülkiyeti birbirinden ayırmalıyız.
Bütün bunların dışında ve üstünde, insanoğlunun uygar devlette elde edebileceği ahlaki özgürlüğün tek başına onu sahiden kendi efendisi yapacağını eklemeliyiz; zira iştihanın itici gücü köleliktir, buna karşın kendimiz için koyduğumuz kanuna itaat nizamı özgürlüktür. (…)
İlkemize hangi açıdan yaklaşırsak yaklaşalım, aynı sonuca varırız: Toplumsal sözleşme vatandaşlar için kurduğu eşitliğin icabı olarak, hepsi kendilerini aynı şartlara uydurur ve bu nedenle hepsi aynı haklardan yararlanırlar. Böylece, anlaşmanın doğasından kaynaklanarak, hükümranlığın her ameli, yani kamu iradesinin tüm sahih amelleri bütün yurttaşları eşit olarak bağlar veya kayırır; böylece hükümran sadece milleti tanır ve onu oluşturanlar arasında herhangi bir ayrım yaratmaz. (…)
Bundan yola çıkarsak, mutlak, kutsal ve dokunulmaz olan egemen gücün, kamusal anlaşmaların sınırlarına tecavüz etmediğini ve etmeyeceğini ve her insanın söz konusu anlaşmaların takdir ettiği ölçülerde mal ve özgürlüğü istimal etme iradesine sahip olduğunu, hükümdarın bir tebaasına diğerinden daha fazla yükleme yapmak hakkına asla sahip olmadığını, çünkü böyle bir durumda meselenin özelleşeceğini ve onun salahiyetini aşacağını görürüz.
Toplum bağlamında ele alındığında, kamusal veya özel olan din, bireyin dini ve yurttaşın dini olmak üzere ikiye bölünebilir. Tapınakları, mihrapları, ayinleri olmayan, tümüyle yüce Tanrı’nın katıksız, deruni kültü ve ahlakın ebedi yükümlülükleriyle sınırlı olan ilki İncil’in dinidir ki, bu katıksız ve sade, gerçek tektanrıcılık (teizm), doğal ilahi hak veya yasa olarak adlandırılabilir. Diğeri, tek bir ülkede toparlanmış olanı, dine kendi tanrılarını, kendi vâsilerini verir; kendi dogmaları, kendi ayinleri ve yasayla emredilmiş harici kültleri vardır; ona göre bu dini takip eden o tek ülkenin dışında kalan tüm dünya imansızdır, yabancıdır ve barbardır; bireyin görev ve hakları sadece onun mihrabı kadar genişleyebilir. (…)
İkinci din, ilahi ibadeti, yasa sevgisiyle birleştirdiği ve ülkeyi vatandaşlarının taptığı bir obje haline getirdiği için iyidir. Vatandaşlarına devlete yapılan hizmetin koruyucu tanrılarına yapılan hizmet olduğunu öğretir. Bu, prensten başka bir papa ya da yargıçlardan başka rahiplerin olamayacağı bir teokrasidir. Birinin ülkesi için ölmesi, bu yüzden şehitlik olur; yasalarına itaatsizlik dinsizlik sayılır ve suçlu olan birini toplumsal lanete maruz bırakmak, onu tanrıların öfkesine mahkûm etmektir: Sacer estod [tanrıların öfkesi].
Diğer taraftan, yalanlar ve yanlışlar üzerine kurulu olduğu, insanları kandırdığı, onları her şeye inanan, batıl itikat sahibi yaptığı, tanrılığın hakiki kültünü boş törenlerde boğduğu için kötüdür. Zalim ve dışlayıcı olduğunda, halkı kan içici ve müsamahasız bir hale getirip yangın ve katliam püskürtürse, kendi tanrılarına inanmayan herkesi öldürmeyi kutsal bir davranış olarak görürse, yine kötüdür. Sonuç, böyle bir halkın doğal bir savaş durumuna geçirilmesi, güvenliğinin derin bir tehlikeye atılmasıdır.
Hal böyle olunca, geriye kalan, bireyin dini ya da Hıristiyanlıktır – ama bugünün Hıristiyanlığı değil, ondan tamamıyla farklı olan İncil Hıristiyanlığı. Bu kutsal, yüce ve gerçek dinle birlikte tek bir Tanrı’nın çocukları olarak tüm insanlar, birbirlerini kardeş olarak tanırlar ve onları birleştiren toplum, ölümde bile dağılmaz. (…)
Siyasi teşkilatla belirli herhangi bir ilişkisi olmayan bu din, yasalara ilişmez, onları daha da güçlendirecek bir şey yapmaz; böylece toplumu birleştiren en büyük bağlardan biri münferit mülkiyet söz konusu olduğunda işlemez. Yalnız bu da değil, yurttaşların kalplerini devlete bağlamak şöyle dursun, onları dünyevi şeylerin tümünden çekilecek şekilde etkiler. Toplumsal ruha bundan daha ters düşen bir şey tanımıyorum. (…)
Hıristiyanlık bir din olarak tamamen ruhanidir, sadece semavi şeylerle uğraşır; Hıristiyan’ın ülkesi bu dünya değildir. Vazifelerini yerine getirdiği doğrudur ama bunu çabalarının başarısı ya da başarısızlığını umursamadan yapar. Kendisini ayıplayabileceği hiçbir şey olmadığı sürece, dünyadaki şeylerin iyi ya da kötü gitmesini fazla önemsemez. Eğer devlet başarılıysa, bundan duyduğu mutluluğu herkesin önünde sergilemesi çok zordur, zira ülkesinin zaferinden gurur duymaktan korkar; eğer devlet zayıf düşerse, Tanrı’dan kullarına elini uzatması için niyaz eder. (...)
Ama Hıristiyan bir cumhuriyetten bahsederek hata ediyorum; bu iki terim birbirlerini dışlar. Hıristiyanlık, sadece kölelik ve bağlılığı vaaz eder. Ruhu despotizme öylesine elverişlidir ki, bu tür bir rejimden daima fayda sağlar. Gerçek Hıristiyanlar, köle olmak için yaratılmışlardır. Bunu bilir ve önemsemezler; bu kısa hayatın onların gözündeki değeri pek azdır. (…)
Şimdi, her vatandaşın bir dini olması toplum için çok önemlidir. Çünkü bu, onların görevlerini sevmelerini sağlar; öte yandan, o dinin dogmaları, devleti ve mensuplarını, sadece ahlak ve dindarların görev bilinci bağlamında ilgilendirir... Bu nedenle, imanın, maddeleri hükümdar tarafından belirlenmesi gereken tümüyle sivil/dünyevi bir açılımı vardır; bu maddeler dogmalar olmamakla birlikte, bireyin iyi bir yurttaş ya da sadık bir tebaa olması için gerekli toplumsal duyarlılıklardır. Kimse bunlara inanmaya zorlanamamakla birlikte, inanmayanlar devletten sürebilirler, ancak dinsiz oldukları için değil, anti-sosyal oldukları için. (…)
Sivil/medeni bir dinin dogmaları az, basit, herhangi bir açıklama veya yoruma gerek olmadan anlaşılacak şekilde kaleme alınmış olmalıdır. Güçlü, akıllı ve hayırsever bir Tanrılık (Deity), önsezi ve basiret sahibi olmak, gelecek hayat, adillerin sevinci, hainin cezası, sosyal sözleşmenin ve yasaların kutsallığı; bunlar pozitif dogmalardır. Negatif dogmaları bir tanede topluyorum, bu müsamahasızlıktır ki bu reddettiğimiz ibadetlerin bir parçasıdır.
Medeni dogmaları, ilahi müsamahasızlıktan ayıranlar, bence yanılmaktadırlar. Bunlar ayrılamazlar. Lanetli olduklarını düşündüğümüz insanlarla bir arada barış içerisinde yaşamamız mümkün değildir çünkü onları sevmek, onları cezalandıran Tanrı’dan nefret etmek olur: şu halde onları ya ıslah etmek ya da onlara eziyet etmek durumundayız. İlâhi müsamahasızlığın kabul gördüğü her yerde, sivil bir etkisinin de olması kaçınılmazdır ve böyle bir etki oluşur oluşmaz, hükümdar, hükümdar olma vasfını fani dünyada kaybeder, gerçek efendiler haline gelen rahiplerin vezirleri katına indirgenirler.
Mademki sadece tek bir millete mahsus bir din yoktur ve olamaz, başkalarına müsamaha gösteren, dogmaları yurttaşlık görevleriyle çelişmeyen tüm dinlere müsamaha gösterilmelidir. Ancak, “Kilisenin dışında kurtuluş yoktur,” demeye cüret eden -meğerki, Kilise’nin kendisi devlet, piskoposlar da prens olsunlar- Devlet’ten sürülmelidir. Böyle bir dogma, sadece bir din hükümeti için iyidir; diğerleri için öldürücü olur. IV. Henry’nin Romalılara ait dini kabul etme nedeni, her dürüst insanın, özellikle de aklı başında prenslerin bu dini terk etmelerini sağlamalıdır.16
* Jean Jacques Rousseau’ya ait The Social Contract & Discourses eserinden alınmıştır, çeviren G. D. H. Cole, yayınlayan E. P. Dutton & Co., Inc., New York. s.3-5, 7-8, 10-16, 26, 110-15.