Tarih Bilinci*
Yunan ve Doğu Medeniyetleri üzerine önde gelen tarihçilerden olan Arnold Toynbee, (1889-1975) yarım yüzyıldan uzun bir süre Londra’daki Uluslararası İlişkiler Kraliyet Enstitüsü Çalışmaları Müdürü olarak görev yaptı. Kendisi de bir tarihçi ve yazar olan D. C. Somervell’in (1885 – 1965) özetleyerek satışa sunduğu Tarih Bilinci adlı eserinin ilk üç cildi 1934’te ortaya çıktı ve son derece popüler oldu. Toynbee’nin eserinin, tarih felsefesi, metafizik hatta ilahiyat muhtevası bakımından Aziz Augustine, Vico, Buckle ve Spengler’in çalışmalarına eşdeğer olduğu söylenir.
“Mr. Toynbee’nin araştırmaları; (…) Aziz Augustine, Vico, Buckle ve Spengler’inki gibi eserlerin arasına aittir,” der Crane Brinton.
Bu, hikâyeci bir tarih değil, bir tarih felsefesi, metafizik hatta ilahiyattır.
Mevcut amacımız açısından, yaşayan uygarlıklardan bizimki dışında hepsinin çoktan çökmüş ve çözülme sürecinde olduğunu gözlemlemek yeterlidir.
Peki ya bizim Batı Uygarlığı? Açıkçası, o henüz evrensel bir aşamaya gelmedi. Fakat daha önceki bölümlerden birinde, evrensel aşamanın artık dağılmada ilk basamak değil, son basamak olduğunu öğrenmiştik. Bunun ardından “fetret devri” dediğimiz bir ara dönem gelir, öncesinde ise birkaç yüzyıl sürecek olan “sıkıntı zamanları” vardır Eğer biz, neslimizde, çağımıza ilişkin kendi fikrimizin tamamen öznel kıstaslarıyla kendimizin yargılanmasına izin verseydik, en iyi hâkimler, muhtemelen, “sıkıntılı zamanlarımızın” hiç şüphesiz üzerimize hücum etmiş olduğu ilân ederlerdi.
Peki, öyleyse uygarlıkların çökmesine yol açan nedir? Tarihin ilgili somut gerçeklerini sıralamayı içeren kendi yöntemimizi uygulamadan önce, çözümlerin kanıtını ararken daha yükseğe çıkan ve kanıt olarak ispatlanamaz dogmalara ya da insanlık tarihi alanının dışında kalan diğer şeylere dayanan problemin kesin çözümlerini gözden geçirsek iyi olur.
İnsanların kalıcı zaaflarından biri, kendi hatalarını tamamen kendi kontrolü dışındaki güçlere bağlamaktır. Bu ruhsal manevra, gerileme ve çöküş zamanlarında özellikle hassas zihinlere çekici gelir. Yunan medeniyetinin gerileme ve çöküşünde birçok filozofun öğretisinin; sosyal parçalanmayı, üzüldükleri fakat durduramadıkları “Kozmik ihtiyarlığın” her alana yayılmış saldırısının tesadüfi ve kaçınılmaz etkisi olarak açıklaması onların ortak özellikleriydi. Bu, eski Yunanistan’ın zor günlerinin son kuşağında Lucretius’un (cf. De Rerum Natura, bk. II, 11. 1144-74) felsefesiydi ve aynı tema, 300 yıl sonra Yunan evrensel devleti çözülmeye başladığında, batı kilisesinin rahiplerinden biri, Aziz Cyprian tarafından yazılmış münazara eserinde yinelendi. Aziz Cyprian şöyle der:
“Zamanın ihtiyarladığından haberdar olmalısınız. Onu ayakta tutan canlılık ya da güçlendiren coşku ve dayanıklılık artık yok. (…) Yeryüzünde tohumları besleyen kış yağmurlarında ve hasatı olgunlaştıran yaz sıcaklarında azalma var.” (…)
Dünyada doğruluğuna kanaat getirilen bir söz vardır: Var olanın ölmesi, büyüyenin yaşlanması Tanrı’nın bir kanunudur.”
Bununla birlikte, medeniyetlerin çöküşlerini, kaderci ya da determinist açıdan savunan günümüz Batısı, bütün fiziksel evrenin kaderini bu insani kurumların kaderi ile bağlamaya çalışmaz. Bunun yerine, bu gezegen üzerindeki bütün yaşam krallığının üzerinde yargı yetkisi ilan ettikleri, daha kısa bir dalga boyuna sahip ihtiyarlama ve ölüm kanununa sıcak bakarlar. Metodu, bir metafor oluşturup daha sonra bu metafor, görülmüş bir olaya dayanan bir kanunmuş gibi bundan yola çıkarak tartışma başlatmak olan Spengler, tüm uygarlıkların tıpkı insanlar gibi birbirini izleyen devirlerden geçtiğini belirtir; fakat bu konudaki belagati, hiçbir şekilde delil olamamıştır. Zaten toplumların yaşayan organizmalar olmadığını daha önce de belirtmiştik. Öznel açıdan toplumlar, tarihi araştırmanın anlaşılır alanlarıdır. Nesnel açıdan, bir grup bireysel insanın saygın faaliyet alanıdır ki bu insanlar, kendileri birer yaşayan organizma olan, fakat kendi gölgelerinin kesişiminin dışında kendi suretlerinde bir devi hayalinde canlandıramayıp bu gerçek dışı gövdeye kendi hayatlarının nefesini üfleyemeyen kişilerdir. Bir toplumun ‘üyelerini’ oluşturan bütün insanların bireysel enerjileri, o toplumun, müddeti de dahil olmak üzere, tarihini düzenleyen hayati güçlerdir. Dogmatik bir şekilde, her toplumun kaderde belirlenmiş bir yaşam süresi olduğunu söylemek, her oyunda şu kadar perde olmalı demek kadar aptalcadır.
Çöküşün, her medeniyetin biyolojik yaşam süresinin sonuna yaklaştığı zaman meydana geldiği teorisini reddedebiliriz; çünkü medeniyetler, biyolojik kanunlarının konusu olmayan bir türün varlıklarıdır. Fakat her nedense açıklanmayan, başka bir teori daha söz konusudur. Bu teori; karşılıklı ilişkileri esrarengiz bir şekilde bir medeniyet meydana getiren bireylerin biyolojik niteliklerinin, belirli ya da belirsiz sayıdaki birkaç nesil sonra azaldığını, aslında medeniyet tecrübesinin, uzun vadede, tedavi edilemez derecede disjenik1 olduğunu öne sürmektedir.
Artık, medeniyetlerin çöküşüne ilişkin üç determinist açıklamayı ortadan kaldırdık: çöküşlerin Evrenin saatinin ilerlemesinden ya da yeryüzünün yaşlanmasından kaynaklandığı teorisi; medeniyetlerin de yaşayan bir organizma gibi yaşam sürelerinin olmasına dayanan, bu yaşam süresinin doğanın biyolojik kanunları tarafından belirlenmiş olduğu teorisi ve çöküşün, ‘medeni’ atalarının çok uzun bir hikâyesini barındıran soyağaçlarının bir sonucu olarak, bir medeniyete katılımda bulunan bireylerin niteliğindeki bozulmadan ileri geldiği iddiasındaki teori. Yine de, genellikle “döngüsel tarih teorisi” olarak adlandırılan son bir hipotezi daha değerlendirmeliyiz.
Bu döngü teorisinin insanoğlunun tarihindeki icadı -İ.Ö. Sekizinci ve Altıncı yüzyıllar arasındaki bir zamanda Babil toplumunda- sansasyonel astronomik keşiflerin doğal bir sonucuydu. Bu bilinen meşhur üç döngü,- gündüz-ve-gece, kameri ay (yirmi sekiz gün) ve güneş yılı- gök cisimlerinin hareketlerindeki periyodik tekrarın tek örnekleri değildi. Dünya, ay ve güneşi olduğu gibi bütün gezegenleri kapsayan daha büyük bir gök hareketleri koordinasyonu vardı. Bu semavi koronun ahengiyle gerçekleştirilen “gökyüzünün müziği”, güneş yılını gölgede bırakan muhteşem bir döngüde, tam bir daire çizerdi. Sonuç olarak, açıkça güneşin döngüsü tarafından idare edilen bitkilerin yıllık doğum ve ölümü, kozmik döngünün zaman cetvelinde her şeyin tekrar tekrar doğumu ve ölümünde karşılığını bulmuştur.
Mantık, yıldızların iddia edilen etkisinden bağımsız olarak, insanlık tarihinin döngüsel hareketine inanmamızı kısıtlar mı? Bu Araştırma süresince, biz kendimizi böyle bir varsayım için yüreklendirmedik mi?
Yin Yang, Meydan okuma ve Tepki (Cevap verme), Çekilme ve Geri dönme, Ayrılma ve Birleşme gibi hareketlerden hangilerine açıklık getirdik? Bunlar, tarihin kendini tekrarladığı klişesinin çeşitlemeleri değil midir? Kesinlikle, insanlık tarihinin ağını ören bütün bu güçlerin hareketinde, açıkça tekerrür unsuru bulunmaktadır. Fakat zamanın dokuma tezgâhında aralıksız bir şekilde ileri ve geri hareket eden bir mekik, bütün bu zaman içinde, aynı yapının sonsuz tekrarını değil gelişmekte olan bir deseni içeren bir halı meydana getirmektedir. Bunu da defalarca görmüştük. Tekerlek metaforu, ilerlemeyle eş zamanlı bir yinelenme resmi içerir. Tekerleğin hareketi, hiç kuşkusuz, kendi aksına bağlı olarak tekrarlayan bir harekettir, fakat tekerlek, sadece parçası olduğu bir araca hareketlilik sağlamak adına yapılmış ve aksa sabitlenmiştir. Ve tekerleğin varoluş sebebi olan aracın, ancak tekerleğin aksı etrafındaki hareketi sayesinde yürüdüğü gerçeği, o aracın tıpkı bir atlıkarınca gibi dairesel bir hatta seyahat etmesini gerektirmez.
Ritim ile kastettiğimiz şey, belki de bu iki farklı hareketin –tekrarlanan küçük bir hareketin kanatlarında doğmuş, tek yönlü büyük hareket- uyumudur.
Güçlerin bu oyunu, sadece taşıtların çekim gücünde ve modern makinelerde değil, aynı şekilde hayatın organik ritminde de fark edilebilir.
Bu nedenle, uygarlık sürecinin analizinde periyodik olarak tekrarlayan hareketlerin belirlenmesi, sürecin kendisinin de döngüsel olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, bu küçük çaplı hareketlerin periyodik olarak tekrarlanmasından mantıklı bir sonuç çıkartılabilirse, sebep olunan büyük çaplı hareketin tekrarlıdan ziyade ilerleyici olduğu sonucuna varabiliriz. İnsanlık; (işkence) tekerleğine sonsuza dek bağlı bir Ixion ya da taşını sonsuza dek aynı dağın zirvesine kadar çıkartıp çaresizce tekrar aşağı yuvarlanışını seyredecek Sisyphus değil.
Bu; etrafımızda yaralı uygarlıklar dışında kimse olmaksızın yalnız başımıza sürüklendiğimiz şu günlerde, bizim gibi Batı uygarlığının çocukları için yüreklendirici bir mesajdır. Eşitlikçi ölüm, soğuk ellerini uygarlığımızın üstüne koymuş olabilir. Fakat hiçbir Saeva Necessitas (şiddetli ihtiyaçlar) ile karşılaşmış değiliz. Ölü uygarlıklar, kaderin ya da ‘doğanın işleyişinin’ bir sonucu olarak ölmemiştir. Öyleyse yaşayan uygarlıklarımız, ileride, kendi türünün ‘çoğunluğuna katılmaya’ mahkûm değildir. Bildiğimiz on altı uygarlık, çoktan yok olmuş ve dokuzu da yok olma aşamasında olsa da, biz, yani kalan yirmi altı uygarlık, kader bilmecemizin istatistiklerin kör hükümlerine bırakılmasına boyun eğmek zorunda değiliz. Yaratıcı gücün ilahi kıvılcımı, içimizde hâlâ canlıysa ve eğer onu alevlendirme hevesimiz varsa, o zaman kendi rotalarındaki yıldızlar, insan azminin amacına ulaşma çabalarını bozguna uğratamazlar.
Bu değerlendirme ve karşılaştırmalar, bizim şimdiden sıkıntılı zamanlarımızın ileri safhalarında olduğumuzu gösterir. Yakın geçmişimizde bizim için en açık ve belirgin zorluğun ne olduğu sorusunun cevabı -bu çalışmanın daha önceki bir bölümünde işaret edildiği üzere- şu şekildedir: Demokrasi ve sanayileşmenin son zamanlarda serbest kalan güçlerinin meydana getirdiği enerjilerin müşterek tahrikiyle dayatılmış, ulusalcı, her iki taraf için de yıkıcı savaşlar. Bu felaketin başlangıcına, 18. yüzyılın sonunda Fransız İhtilali savaşlarının patlak verdiği tarihi gösterebiliriz. Fakat bahsi geçen konuyu daha önce incelediğimizde, bizim Batı tarihimizin modern bölümünde, bu şiddetli savaş döneminin, kendi türünün ilk değil ikinci örneği olduğu gerçeğiyle karşılaşmıştık. Daha önceki dönem, On Altıncı yüzyılın ortasından On Yedinci yüzyılın ortasına kadar Batı Hıristiyanlık âlemini yıkıma uğratmış Din Savaşları ile temsil edilmiştir. Bu şiddetli savaşın iki dönemi arasına bir yüzyıl girmiştir ve bu yüzyılda, savaş, nispeten hafif bir hastalık, demokratik ulusalcı kanatın ya da dini mezheplerin fanatizmiyle alevlenmemiş ‘kralların sporu’ydu.
Böylece, bizim tarihimizde de zor zamanların tipik düzenini anlamaya başlıyoruz: çöküş, toparlanma ve ikinci çöküş. Sıkıntı zamanlarımıza denk gelen On Sekizinci yüzyıl toparlanmasının, neden prematüre ve kısa ömürlü olduğunu fark edebiliriz. Aydınlanma ile amacına ulaşılan hoşgörü; Hıristiyanlığın inanç, umut ve hayır işleri gibi erdemlerine dayanmayan bir hoşgörüydü; hayal kırıklığı, kaygı ve sinizm gibi şeytani hastalıklara dayanan bir hoşgörüydü. O, dini gayretin zorlu başarısı değil, kendisinin hafifletilmesinin ucuz bir yan ürünüydü.
Batı dünyasının, On Sekizinci yüzyıl aydınlanmasının manevi yetersizliğinin sonucu olarak içine düştüğü savaşın ikinci ve hâlen şiddetli dönemini öngörebilir miydik? Eğer geleceğimize bakmaya çalışıyorsak, kendimize şunu hatırlatarak başlayabiliriz: Geçmişlerini bildiğimiz bütün uygarlıklar ölü ya da ölmekte olmasına rağmen, bir uygarlık, daha önceden belirlenmiş bir yaşam eğrisini takip ettikten sonra amansız kader tarafından ölmeye mahkûm edilmiş bir hayvan organizması gibi değildir. Şu zamana kadar var olan diğer bütün uygarlıkların dahi, aslında bu yolu takip etmiş olduklarını kanıtlamaları gerekirse; bizi sıkıntı zamanlarımızın tahammül edilemez yakıcı ateşinden, vakti gelince toza ve küle dönüşmek üzere evrensel bir devletin yavaş ve sabit ateşine sıçramaya mecbur eden, bilinen bir tarihi determinizm kanunu yoktur. Aynı zamanda, diğer uygarlıkların tarihlerinden ve doğanın yaşam sürecinden böyle örnekler, mevcut durumumuzun meşum ışığında zorlu görünmek mecburiyetindedir. Kendi başına bu bölüm, 1914-18 Dünya Savaşına tanıklık etmiş olan okurlar için 1939-45 Dünya Savaşının başlamasının arifesinde yazılmıştır. Ve insan tarafından yine insan hayatını yok etmeye yöneltilmiş atom enerjisinin yer aldığı bir bombanın icat edildiği ve kullanıldığı iki dünya savaşının ikincisinin sona ermesinin hemen ardından, yeniden basım için tekrar düzenlenmiştir.
İnanılmaz derecede artan bir eğimde, bu felaketi andıran olayların çabuk çabuk geçişi, geleceğimize ilişkin karanlık bir şüpheyi haber vermektedir ve bu şüphe, ruhani melekleri korumak için son derece zahmet gerektiren kritik bir On Birinci saatte, inanç ve umudumuzu baltalamakla bizi tehdit ediyor. Üstesinden gelemeyeceğimiz bir meydan okumayla karşı karşıyayız ve kaderimiz tepkimize bağlı.
Bir rüya gördüm; rüyamda paçavralara sarılı bir adam vardı, belli bir yerde duruyor, yüzü evinden uzaklara dönük, elinde bir kitap ve sırtında koca bir yük. Baktım ve kitabı açtığını gördüm ve içinden bir şeyler okuduğunu, okudukça ağladığını ve titrediğini ve içinde daha fazla tutamayarak, yürekler acısı bir ağlamayla patladığını gördüm. Şöyle haykırıyordu:
“Ne yapmalıyım?”
Bunyan’ın Hıristiyan’ının bu kadar sıkıntılı olması sebepsiz değildi.
Kesin duyum aldım (dedi o) ki, Semadan gelen bir yangın şehrimizi yakacak, bu korku dolu yangında, eğer ulaştırıldığımız başka bir çıkış yolu (ki henüz göremiyorum) bulunmazsa; ben, sen karım ve siz sevgili bebeklerim, sefil bir halde mahvolacağız. Bu meydan okumaya Hıristiyan nasıl bir tepki (ya da cevap) verecek? Kaçakmış gibi etrafına bakıp hangi yöne gideceğini bilmediği için yerinde mi duracak? Ya da kaçmaya başlayacak mı ve kaçarken, gözleri parlayan ışığa kilitlenmiş ve ayakları uzaktaki küçük bir kapıya bağlı, hayatı için ağlayacak mı? “Hayat! Hayat! Sonsuz Hayat!” Bu sorunun cevabı, hiç kimseye değil Hıristiyan’ın bizzat kendisine bağlı olsaydı, insan doğasının tekdüzeliğine dair bilgimiz, bizi Hıristiyan’ın yaklaşmakta olan kaderinin, kendi Yıkım Şehrinde Ölmek olduğunu tahmine sevk edebilirdi. Mitin klasik versiyonunda, karar saatinde hikâyenin insan kahramanının tamamen kendi kaynaklarına bırakılmadığı anlatılmaktadır. John Bunyan’a göre, Hıristiyan, Evanjelistlerle karşılaştığında kurtarılmıştır. Her ne kadar Tanrının doğasının İnsanoğlu’nunkinden daha az durağan olduğu farz edilemese de, şunun için dua edebiliriz ve etmeliyiz: Toplumumuza Tanrı tarafından verilen cezanın ertelenmesi için, mütevazı bir ruhla ve de tövbekâr bir kalple tekrar yakardığımızda, duamız geri çevrilmesin.
* Arnold J. Toynbee, Tarih Bilinci, D. C Somervell’in özetiyle. 1946, Oxford University Press, Inc. sf. 245, 247-8, 251, 253-4, 552-4.