I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Serfliğe Giden Yol*

Friedrich A. Hayek

Chicago Üniversitesi’nde uzun zaman profesörlük yapmış olan Friedrich Hayek (1899-1992) Avusturya’da doğdu ve Viyana anti-sosyalist ekonomistler okulunun bir üyesi olarak ün kazandı. Hayek 1930’ların başlarında İngiltere’ye taşındı ve Keynes’i eleştirmesiyle daha da büyük ün kazandı. İlk popüler kitabı, Serfliğe Giden Yol [The Road to Serfdom] İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ortaya çıktı. Bu kitapta Hayek İngiltere’de ve ABD’de de yükselişte olan Sosyalist eğilimlere karşı uyarır ve faşizm ve sosyalizmin Batı’nın liberal geleneklerine karşı ortak bir düşmanlık besleyen ve birbiriyle ilişkili musibetler olduğunu ileri sürer. Serbest piyasa ekonomisine geri dönüşün medeniyet için değerli olan her şeyi kurtarmakta büyük önem taşıdığını söylemiştir.

Medeniyetin gidişatı beklenmedik bir dönüş yaptığında, beklediğimiz devamlı süreç yerine, kendimizi barbarizmin geçmiş çağlarıyla özdeşleşmiş musibetlerin tehdidi altında bulduğumuzda, doğal olarak kendimizden başka her şeyi suçlarız. En iyimser halimizle hepimiz çabalamadık mı ve içimizden en zeki olanlar durmadan bu dünyayı daha iyi bir hale getirmek için çalışmadı mı? Bütün çabalarımız daha fazla özgürlük, adalet ve refah yönünde olmadı mı? Sonuçlar hedeflerimizden bu kadar farklıysa, yani özgürlük ve refah yerine karşımızda esaret ve sefalet bulduysak, fesat güçlerin niyetlerimize engel olduğu, daha iyi şeylere giden yola çıkmadan önce hükmedilmesi gereken bazı kötü güçlerin kurbanları olduğumuz açık değil midir? İster kötü kapitalist ister belli bir milletin şeytani ruhu, büyüklerin aptallığı veya yarım yüzyıl boyunca bunun için çabalamış olalım tam olarak devrilmemiş bir toplumsal sistemi suçlu olarak gösterdiğimizde birbirimizden ne kadar farklı olsak da, hepimiz şu anda ya da en azından son zamanlarda yalnızca bir şeyden eminiz: son nesil boyunca önde gelen düşüncelerin iyi niyet sahibi çoğu insan için ortak hale geldiği ve sosyal hayatımızdaki en büyük değişiklikleri belirlediği gerçeği yanlış olamaz. Medeniyetimizdeki mevcut kriz için neredeyse bütün açıklamaları kabul etmeye hazırız, yalnız biri hariç: dünyanın mevcut durumu kendi yaptığımız asıl hata sonucu olabilir ve beğenilen düşüncelerimizden bazılarını izlemek, açıkça beklediğimizden çok daha farklı sonuçlar doğurmuştur.

Bütün enerjimizi bu savaşı [İkinci Dünya Savaşı] zaferle bitirmek için yönlendirmiş olmamıza rağmen, savaştan önce bile uğruna savaştığımız değerlerin burada tehdit edilip başka yerde yok edildiğini hatırlamak güçtür. Ancak farklı idealler şimdilik var olmak için savaşan düşman milletler tarafından temsil edilmesine rağmen, bu çatışmanın yakın zamanda ortak Avrupa medeniyetinin içinde olan fikirler mücadelesinden çıktığını ve totaliter sistem yaratılırken bir araya gelen eğilimlerin onlara boyun eğen ülkeleri hapsetmemiş olduğunu da unutmamalıyız. İlk görev savaşı kazanmak olsa da, kazanmak bize yalnızca temel sorunlarla yüzleşmek ve benzer medeniyetleri ele geçiren kaderi engelleme yolu bulmak için başka bir fırsat sunacaktır.

Artık Almanya ve İtalya’yı, hatta Rusya’yı farklı dünyalar olmasa da paylaştığımız düşünce gelişiminin ürünleri olarak düşünmek zorlaşmıştır; hiç olmazsa düşmanlarımız açısından bizlerden tamamen farklı olduklarını ve orada olanların burada da olamayacağını düşünmek daha kolay ve rahatlatıcıdır. Yine de bu ülkelerin tarihleri totaliter sistemin yükselişinden önceki yıllarda bizim bilmediğimiz yeni özellikler göstermiştir. Dış çatışmalar, onları bizim ideallerimizle uzlaşılması mümkün olmayan ancak bizi de etkileyen bir çatışma içine düşürecek kadar hızlı ilerledikleri Avrupa düşüncesinin değişiminin sonucudur.

Fikirlerin değişimi ve insan iradesinin gücünün dünyayı şimdiki haline getirmiş olduğu, kimse sonuçları öngörememiş olsa da, gerçeklerdeki kendiliğinden olan hiçbir değişikliğin düşüncemizi buna göre adapte etmeye zorlamamış olduğu gerçeği, sahip oldukları bu gelişmişliğin Avrupa halklarının çoğunu geride bırakması yüzünden belki de özellikle Anglo-Sakson milletlerin görmekte zorlandığı bir durumdur. Bize şu anda ve bu son nesil boyunca kılavuzluk etmiş olan idealleri hâlâ yalnızca gelecekte gerçekleştirilmesi gereken idealler olarak düşünmekteyiz ve son yirmi beş yılda bu ideallerin sadece dünyada değil, kendi ülkelerimizde de çoktan değişime uğramış olduğunun farkında bile değiliz. Geçtiğimiz şu son günlere kadar, üstü kapalı şekilde On Dokuzuncu yüzyıl idealleri olarak adlandırılan ideallerle ya da laissez-faire ile yönetildiğimize inanıyoruz. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında değişimi hızlandırmakta sabırsızlananların bakış açısından, böyle bir inanç haklı çıkarılabilir. Ancak 1931’e kadar İngiltere ve Amerika, yalnızca başkalarının önderlik ettiği yolu yavaş yavaş izlemesine rağmen, o kadar zaman içinde öyle ilerlemişti ki liberal dünyanın nasıl bir şey olduğunu yalnızca hafızası son savaştan önceki yıllara gidenler hatırlayabilirdi.

İnsanlarımızın hâlâ çok az farkında oldukları önemli bir nokta ise, yalnızca son nesilde ortaya çıkan değişimin boyutu değil, fikirlerimiz ve toplumsal düzenin evrimi doğrultusunda tam bir değişime gitmeyi amaçladıkları gerçeğidir. En az yirmi beş yıldır totaliterliğin hayaletinin gerçek bir tehdit haline gelmesinden önce Batı medeniyetinin kurulduğu temel düşüncelerden hızla uzaklaşıyorduk. Böylesine yüksek umutlar ve ihtiraslarla giriştiğimiz bu hareketin bizi totaliter kâbusla yüz yüze getirmiş olması gerektiği gerçeği bu iki gerçeğin arasındaki bağlantıyı hâlâ inkâr eden şimdiki nesil için büyük bir şok olmuştur. Yine de bu gelişme, hâlâ sürdürdüğümüz liberal felsefenin babalarının yaptığı uyarıları doğrulamaktan ibarettir. Bu özgürlüğü ekonomik konularda da zamanla terk ettik ve o olmaksızın geçmişte kişisel ve siyasi özgürlük de asla var olmamıştır. On Dokuzuncu yüzyılın en büyük siyasi düşünürleri, De Tocqueville ve Lort Acton15 tarafından, sosyalizmin kölelik olduğu konusunda uyarılmış olsak da, devamlı sosyalizm doğrultusunda hareket ettik. Şimdi de köleliğin yeni bir türü gözümüzün önünde yükselirken bu uyarıyı öylesine unuttuk ki, iki şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu artık nadiren aklımıza geliyor.

Sosyalizmin modern eğilimi yalnızca yakın geçmişle değil, bütün Batı medeniyetinin evriminden ne kadar keskin bir şekilde ayrılırsa ve sadece On Dokuzuncu yüzyılın alt yapısı olarak değil, daha uzun tarihsel bir bakış açısıyla değerlendirilirse daha da açık hale gelir. Yalnızca Cobden, Bright, Adam Smith ve Hume hatta Locke ve Milton’un görüşlerini değil, Batı medeniyetinin Hıristiyanlık, Yunanlılar ve Romalıların attıkları temel üzerine kurulan çarpıcı özelliklerinden birini de hızla terk ediyoruz. Yalnızca On Dokuzuncu, On Sekizinci yüzyıl liberalizmi değil, aynı zamanda bize Erasmus’tan Montaigne, Cicero, Tacitus, Perikles ve Thucydides’ten miras kalanları da zamanla terk ediyoruz.

Milliyetçi sosyalist devrimi Rönesans karşıtı olarak tanımlayan Nazi lideri tahmin ettiğinden daha haklıdır. Modern insanın Rönesans çağından bu yana inşa ettiği ve hepsinden önemlisi bireyselci olan bir medeniyetin yok edilmesi yolunda önemli bir adımdır. Bireyselciliğin günümüzde kötü bir ünü vardır ve bu terim zaman içinde egotizm ve bencillik ile ilişkilendirilmiştir. Sosyalizm ve bütün diğer kolektivizm türlerinin karşıtı olarak bahsettiğimiz bireyselciliğin bunlarla bir bağlantısı yoktur… İlk olarak klasik antik çağ felsefesi ve Hıristiyanlığın sağladığı öğelerden çıkarak Rönesans sırasında tam olarak gelişen ve o zamandan beri de Batı medeniyetine dönüşen bireyselciliğin bu önemli özellikleri, kişinin kişi olarak görülmesi, yani kendi görüşlerini ve zevklerini, sınırları ne kadar dar çizilmiş olsa da kendi çerçevesi içinde en üstün olarak görmesi, kişinin kendi bireysel yetenek ve eğilimlerini kendisinin geliştirmesinin istenmesidir. “Özgürlük” ve “bağımsızlık” kullanılmakla ve istismarla o kadar eskimiştir ki o dönemde kişi savunduğu idealleri ifade ederken bu sözcükleri kullanmaya çekinir hale gelmiştir. “Hoşgörü” belki de bütün bu dönem boyunca yıldızı parlayan ve yalnızca son zamanlarda düşüşte olan, totaliter devletin yükselişiyle tamamen ortadan kalkacak olan ilkenin anlamını tam olarak koruyan tek sözcüktür.

Sağlam bir şekilde örgütlenmiş bir hiyerarşik sistemin, insanların en azından kendi hayatlarını şekillendirmeye teşebbüs ettiği, farklı hayat şekillerini tanıyıp aralarında seçim yapma fırsatı kazandıkları birer sisteme dönüşmesi ticaretin büyümesiyle yakından ilişkilidir. Kuzey İtalya’nın ticaret şehirlerinden batıya ve kuzeye yeni hayat görüşleri yayılmıştır, Fransa’dan güneybatı Almanya’ya, Belçika ve Lüksemburg’dan Britanya Adaları’na, onu bastıracak despot siyasi güçler olmayan her yerde sağlam kökler salmıştır. Belçika, Lüksemburg ve İngiltere’de uzun bir süre en yüksek gelişmişliğini yaşadı ve ilk kez bu ülkelerin sosyal ve siyasal yaşamının temelleri olarak serbestçe büyüme fırsatı buldu. İşte On Yedinci ve On Sekizinci yüzyılda buradan daha gelişmiş bir biçimde Batıya ve Doğuya, Yeni Dünyaya ve yıkıcı savaşların ve siyasi baskının daha önceki benzer başlangıçlara izin vermediği Avrupa kıtasının merkezine yayılmaya başladı,

Avrupa tarihinin bu modern dönemi boyunca toplumsal gelişim, kişiyi sıradan eylemlerini izleyen geleneksel ve önceden belirlenmiş yollara bağlayan iplerden kurtarmak yönündeydi. Bireylerin kendiliğinden olan ve kontrol edilemeyen çabalarının karmaşık ekonomik faaliyetler düzeni oluşturabilmesinin bilinçli olarak fark edilmesi, ancak bu gelişim biraz yol katedebildikten sonra olmuştur. Ekonomik özgürlük lehine tutarlı bir savı takip eden ayrıntılar, siyasal özgürlüğün önceden görülemeyen, planlanmamış yan ürünü olan ekonomik faaliyetin serbest büyümesinin bir ürünüydü.

Bireysel enerjinin serbest bırakılmasının belki de en büyük sonucu, bireysel özgürlüğün İtalya’dan İngiltere ve ötesine ilerleyişini takip eden bilimin muhteşem gelişimiydi. İnsanın yaratıcı becerisinin önceki dönemler kadar yüksek oluşu, endüstriyel tekniğin hâlâ yerleşik olduğu dönemde ve madencilik ve saatçilik gibi sıkı denetimlere maruz kalmayan bazı sektörlerdeki gelişmelerle yapılan pek çok becerikli otomatik oyuncak ve diğer mekanik icatlarda görülmektedir. Bazıları olağanüstü gelişmiş mekanik icatların sanayide artan kullanımına doğru atılan adımlar hemen bastırılmış ve bilgi arzusu, baskın görüşler herkesi bağladığı sürece söndürülmüştür; çoğunluğun neyin doğru ve uygun olduğuna dair görüşlerine bireysel yenilikçinin önünü kapamak için izin verilmiştir. Endüstriyel özgürlüğün yeni bilgilerin serbest kullanımının önünü açmasından itibaren, kendi isteğiyle risk alan birileri bulunabilirse, her şey denenebildiğinden beri, ayrıca çoğunlukla eğitim öğretimin dışarıdan olmayan yetkililere bırakılmasıyla bilim son yüz elli yıldır dünyanın çehresini değiştirecek büyüklükte adımlar atmıştır.

Çoğunlukla doğru olduğu üzere, medeniyetin doğası, düşmanlarının tarafından dostlarına kıyasla daha açık görülmüştür: Auguste Comte’un “daimi Batı hastalığı, bireyin türe karşı ayaklanması,” şeklinde tanımladığı On Dokuzuncu yüzyıl totaliter rejimi gerçekte medeniyetimizi kuran itici kuvvetti. On Dokuzuncu yüzyılın bir sonraki dönem bireyselliğine yaptığı katkı, bütün sınıfların bireyselliğin farkına varması, rasgele ve baştan savma bir şekilde büyüyen bu durumu sistematik ve sürekli olarak geliştirmek ve bunu İngiltere ve Hollanda’dan Avrupa kıtasının çoğuna yaymaktır.

Bu büyümenin sonucu bütün beklentileri bastırmıştır. İnsan becerisinin engellerinin kaldırıldığı her yerde, insan sürekli artan arzusunu hızla tatmin etme becerisi kazanmaya başlamıştır. Yükselen standartlar ise toplumdaki insanların artık hoş görmediği kara noktaların keşfedilmesini sağlarken, muhtemelen genel gelişmeden yarar sağlamayan hiçbir sınıf yoktu. Bu büyümeden kaynaklanan ve şimdi ise hataları gözler önüne seren mevcut standartlarımızla ölçecek olursak bu şaşırtıcı büyümenin hakkını veremeyiz. Eylemde yer alanlar için taşıdığı anlamı değerlendirmek için başladığı zamanda insanların paylaştıkları umutları ve dilekleri ile ölçmemiz gerekir. İnsanın başarısı en vahşi rüyalarında bile bastırıldığından, Yirminci yüzyılın başlarına kadar Batı dünyasındaki işçinin, bir yüzyıl öncesine kadar maddi rahatlık, güvenlik ve kişisel bağımsızlık seviyesine nadiren ulaşmış olduğu şüphe götürmez.

Gelecekte muhtemelen bu başarının en büyük ve yaygın etkisi, kendi kaderlerine hükmetme duygusu, kendi hisselerini büyütmenin sınırsız olasılıklarına, ulaşılan başarının insanlar arasında yarattığı inançtır. Başarıyla birlikte hırs da büyür ve insanın hırslı olmaya da hakkı vardır. İlham veren bir söz artık yeterli değildir, ilerleme hızı çok yavaştır; geçmişte bu ilerlemeyi sağlayan ilkeler, daha hızlı ilerleme önünde, zaten ulaşılmış başarıları korumak ve geliştirmek için gereken şartlar yerine hemen kaldırılması gereken bir engel olarak görülmeye başlanmıştır.

Liberalizmin temel ilkeleri içinde bu durumu sabit bir öğreti olarak gösteren hiçbir şey yoktur; herkes için konmuş değişmez kurallar yoktur. İşlerimizle ilgilenirken, toplumun kendiliğinden gelen güçlerini mümkün olan en iyi şekilde kullanmamız, baskı ve zorlamaya mümkün olduğunca az başvurmamız gerektiği temel ilkesi, sayısız uygulama çeşidine sahiptir. Özellikle bunlardan biri, bilinçli olarak rekabetin en faydalı şekilde işleyeceği bir sistem kurmak ile kurumları etkisiz bir şekilde olduğu gibi kabul etmek arasında fark olduğudur. Belki de liberal davaya, bazı liberallerin göz kararı yaptıkları sert direniş ve laissez faire ilkesi kadar zarar vermemiştir. Yine de bir bakıma bu gerekli ve kaçınılmaz bir durumdur. Verdikleri zarar dolaylı ve fark edilmesi zor olmasına rağmen birilerine çabuk ve bariz fayda sağlayacak bir takım önlemler olduğunu gösteren sayısız çıkara karşı, değişmeyen sert kurallar dışında hiçbir şey etkili olamamıştır. Endüstriyel bağımsızlık lehine güçlü bir varsayımda bulunulduğundan, bunu istisnasız uygulanacak bir kural olarak sunma isteği, her zaman karşı konulamayacak kadar güçlü olmuştur…

Mantıklı bir insan On Dokuzuncu yüzyıl ekonomik politika ilkelerinin sert kurallarının yalnızca bir başlangıç olduğunu, daha öğreneceğimiz çok şeyimiz ve gittiğimiz yoldaki gelişmelerde hâlâ muazzam olasılıklar olduğunu düşünürdü. Ancak bu gelişmeler yalnızca, kullanmamız gereken güçler üzerinde zihinsel olarak artan bir üstünlük kurduğumuzda ortaya çıkabilecektir. Parasal sistemi ele almak, tekeli önlenmek ve kontrol etmek gibi daha pek çok görev vardı: ayrıca hükümetlerin iyilik ve kötülük yapmak için çok büyük güce sahip olduğu şüphe götürmeyen başka alanlarda daha az bilinen ama önemli pek çok başka görev de bulunmaktaydı; ayrıca sorunları daha iyi anlayarak günün birinde bu güçleri başarıyla kullanabileceğimizi düşünmek için pek çok neden de mevcut.

Ancak genellikle “pozitif” eylem olarak adlandırılan duruma doğru ilerleme yavaşken ve çabuk ilerleme için özgürlüğün getirdiği servetin zamanla liberalizmin artmasına dayanması gerekirken, bu ilerlemeye karşı tehdit oluşturan tekliflerle sürekli olarak mücadele etmek zorunda kalmıştır. Zamanla daha da doğal karşılanan ve özgürlük politikasının artık bir sonucu olarak görülmeyen bir ilerlemede kişilere pay sağlamaktan başka bir şey sunamadığı için “negatif” öğreti olarak adlandırılmaya başlamıştır. Hatta liberalizmin başarısının, çöküş nedeni olduğu da söylenebilir. Başarıya zaten ulaşılmış olduğundan dolayı kişi artık kendisine dayanılmaz ve gereksiz gelen musibetlere hoşgörü göstermekte giderek daha isteksiz bir hale gelmiştir.

* Friedrich A. Hayek, The Road to Serfdom, sf. 10-19, University of Chicago Press, 1944.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.