I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Roma ile Kilisenin, Hıristiyanlık ile Klasik Kültürün Uyum Sağlaması Mümkün Mü?

Roma İmparatorluğunun yöneticilerinin ve halkının -yani klasik Yunan-Roma geleneğinin benzeş vârislerinin- gözlerinde Hıristiyanlığın belirleyici unsurlarından birisi de İsevileri tanrıtanımazlıktan ölümsüzlüğe kadar bir sürü nedenle suçlanıyor olmalarıdır. 155 doğumlu ünlü bir hukukçu olan Tertullianus’un 180’de Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte, Kilis, bir büyük apolojist2 kazanacak, yeni inancı için azimle çalışan Tertullianus, Kartaca’daki kilisenin “âkil ihtiyarı” mevkiine yükselecektir.

Söz konusu suçlamaları cevaplayan metinler kaleme almaya girişen Tertullianus, insanlık için daha da büyük bir tehlike oluşturduğuna inandığı münafıklar, yani Hıristiyan olduklarını ikrar ettikleri halde gereklerini yerine getirmeyenler sorunu ile de yüzleşir; hukuk eğitimine ve tecrübelerine dayanarak, çözümler üretmeye çalışır. Akranları klasik dünya felsefesinin kazanımlarına tecavüz etmemek kaygısıyla senkretizme3 yönelir, Hıristiyanlığın ve Antik Çağ felsefesinin irdelediği meseleleri senkretik yöntemle cevaplamaya çalışırken, Tertullianus daha uzlaşmaz bir tutum sergiler.

Apoloji
Tertullianus

O zaman, sadece biz (Hıristiyanlar) suçsuzuz. Eğer bu bizler için bir gereklilik idiyse, bunun ne kadar güzel olduğu umurumda değil. Tanrı düşüncesi iyiliğin ta kendisidir ve bizler bunu çok iyi biliriz, çünkü hem kusursuz Efendimiz (Hz. İsa Mesih) tarafından vahiy edilmiştir hem de bize bir Egemen tarafından buyrulduğu üzere O’nun iradesine tabiyiz. Ama sizin erdem anlayışınız insanidir; sorumluluğunu da insani bir otorite üstlenmiştir. Dolayısıyla tatbik ettiğiniz moralite4 hem bütünlüğü itibariyle hem de erdemli bir yaşama ulaşmanın gereği olarak eksiktir/yetersizdir. İnsanoğlunun neyin iyi olduğuna işaret edebilecek akli kapasitesi, onu sahiplenme yetisinden daha fazla değildir; biri ne kadar kolay aldanabilirse, diğeri bir o kadar kolay küçümseyebilir. Dolayısıyla hangisi daha yeterli bir kuraldır: “Öldürmeyeceksin” demek mi, yoksa “Öfkelenmeyeceksin bile”yi öğretmek mi? Mükemmel olan hangisidir? Zinayı yasaklamak mı, yoksa tek bir şehvetli bakışa bile gem vurmak mı? Kötü davranışı mı yoksa kötü sözü mü yasaklamak daha yüksek bir zekâya işaret eder? Hangisi daha doğrudur: Eziyete izin vermemek mi, yoksa size yapılan eziyetin, eziyet çekmeden karşılığını vermek mi? İnsanoğlunun koyduğu yasaların gerçek yetkisi nedir? Hele de bu yasalardan -genellikle suçu gözden uzak işleyip saklayarak- kaçabilmek insanın kendi elindeyse ve eğer suça eğilimli olduğu, bazen de zorunlu olarak suç işlediği için yasayı küçümsüyors... Tüm bunlara verebileceğiniz herhangi bir cezanın ne denli kısa ömürlü olduğunu, ölümden öte olamayacağı gerçeğinin ışığında düşünün. Epikür, çekilen acıları ve eziyeti şöyle küçümser: Verilen küçük bir ceza ise alçakçadır, büyük bir ceza ise zaten uzun sürmez. Şüphesiz, ödülünü Her Şeyi Gören Tanrı’nın yargısıyla alan ve işlediğimiz günahlar için O’nun tarafından sonsuza dek cezalandırılmayı dört gözle bekleyen bizler ve sadece bizler, bol bilgi, günahı gizlemenin imkânsızlığı ve salt uzun süreli değil, sonsuza dek çekilecek eziyetin büyüklüğü karşısında kusursuz bir yaşam sürmek için gayret ediyoruz…

Bence, çeşitli suç isnatlarıyla Hıristiyan kanına olan bu şiddetli talebi yeterince göğüsledik. Davamızı olduğu gibi sunduk ve size -güvenilirliği bakımından kutsal yazılarımızın ne kadar eski olduğunu göstererek ve bizzat ruhani kötülüklerin gücünü itiraf ederek- söylediklerimizin doğru olduğunu nasıl kanıtladığımız ortada. Bizi kelime oyunlarıyla değil, tıpkı bizim yaptığımız gibi gerçeğe dayanarak yalanlamaya kim cüret edecektir? Sahip olduğumuz hakikat herkese açıklandı, yararları ve yaşamla bağlantısı itibariyle iyice anlaşıldı, herkes Hıristiyanlığın değerine ikna oldu, ama inançsızlar bunun ilahi bir şey değil, bir tür felsefe olduğunu söyledi. Dediler ki, bunlar filozofların masumiyet, adalet, sabır, itidal, iffet öğütleyen öğretilerinden başka bir şey değildir. O halde neden bizler de (onlar gibi) savunduğumuz doktrinler itibariyle kıyaslandığımız halde, eşit muamele görmüyor, cezadan muaf tutulmuyoruz? Ya da neden onlar bizlerin yaşamını tehlikeye attıkları için (bizler gibi) baskı görmüyor? Bir filozofu adanmaya veya yemin etmeye veya günün ortasında boş yere yanan lambaları söndürmeye kim zorlayabilir? Hayır, onlar tanrılarınızı açıkça alaşağı ediyor, batıl inançlarınıza yazılarıyla karşı çıkıyorlar ve (karşılığında) sizler onları alkışlıyorsunuz. Çoğu yöneticiniz yüzünüze karşı yüksek sesle söylendikleri halde, yırtıcı hayvanlara yem edileceklerine heykellerle, maaşlarla ödüllendiriliyorlar. (…)

Tertullianus, ünlü filozofların davranışlarına dair eleştirilerini sıradan Hıristiyanlarla kıyaslayarak sürdürür, aşağıdaki gibi toparlar:

Düşmanca amaçlara hizmet ederek felsefeyle alay eden, felsefeyi yozlaştıran ve bunu yaparken hakikati tahrif eden filozofların tutundukları şey hakikat değil, şan ve şöhrettir; (onlar) şan ve şöhretten başka hiçbir şeyi önemsemez. (Oysa) Hıristiyanlar, tıpkı günahlarından kurtulma endişesi taşıyan diğerleri gibi, içtenlikle hakikatin peşindedir. Netice olarak, ne bildiklerimiz ne de yöntemlerimiz itibariyle birbirimize benziyoruz… Ne var ki, bazılarımız yoldan çıkabiliyor. Bu durumda olanları Hıristiyan addetmiyoruz; ama aynı şeyi yapan filozoflar, hâlâ bilge olarak anılıp bilgeliğin onurunu taşıyor. O halde, bir Hıristiyan ile bir filozof arasındaki benzerlik nerde? Ya Yunanistan’ın müridi ile göklerin müridi arasındaki benzerlik? Ya hedefi şan ve şöhret olanla şan ve şöhreti hor görenin arasındaki benzerlik? Ya konuşanla iş yapan arasında, ya inşa edenle inşa edileni yıkan arasında, ya yanlışı sevenle sevmeyen arasındaki benzerlik? Ya hakikati yozlaştıranla hakikati yücelten arasındaki benzerlik, nerde?

* A. Roberts & J. Donaldson, The Antenicene Fathers, The Christion Literature Publishing Co., 1885.

Dalalet İçinde Olanlar İçin Düstur Hakkında*
Tertullianus

Tertullianus, aşağıdaki yazısında, hakiki Hıristiyanlık ile sözde felsefe arasında var saydığı gerçek ilişkiyi daha da güçlü bir biçimde vurgular.

İnsanoğlunun ve “şeytanların” dünyevi bilgeliğin ruhunun kaşınan kulakları için (duymasını istediği şey için) ürettikleri “öğretiler” şunlardır: Tanrı bunu “budalalık” olarak niteledi ve -felsefenin bile aklını karıştırmak (şaşırtmak, utandırmak) üzere- “dünyadaki budala şeyleri seçti”. Çünkü dünyevi bilgeliğinin araçları olarak doğanın ve Tanrı’nın düzeninin5 sabırsız yorumcusu olan tam da bu (felsefe). Nitekim dalaleti kışkırtan da felsefe… Aynı konu, dalalet içinde olanlarla filozoflar tarafından aynı argümanlarla tekrar tekrar tartışılmakta. Kötü nereden gelir, neden izin verilir? İnsanoğlunun orijini (doğuşu, başlangıcı) nedir ve (dünyaya) nasıl gelmiştir? Bu sorunun yanı sıra ve son zamanlarda, Tanrı nereden gelir? Bu insanlar için diyalektiği ve inşa edip yıkma sanatını icat eden talihsiz Aristo! Öyle bir sanat ki, önermeleri itibariyle kaypak, varsayımları itibariyle zorlama, argümanları itibariyle haşin, tartışmalı görüşleri itibariyle üretken – kendisini bile utandıracak kadar dönek (sözünden cayan) ve aslında hiçbir derde deva olmayan bir sanat! O “masallar ve bitmez tükenmez soy araştırmaları” ve “yararsız sorular” ve “kanser gibi yayılan sözcükler” nerden çıkıyor? Bütün bunlara bakarak Havari6 bizi, özellikle felsefeye karşı uyarır ve Koloselilere7 yazarak der ki “Kimsenin, insanoğlunun geleneği icabı ve Kutsal Ruh’un bilgeliği hilafına felsefeyle ve boş yalanlarla aklınızı çelmesine, sizi aldatmasına izin vermeyin.” O Atina’da bulunmuş, oradakilerle (filozoflarla) görüşmelerinden hakikate vakıf olduğunu sananların insani bilgeliğiyle tanışıp aslında hakikati tahrif ettiklerini ve birbirinden çirkin hizipler aracılığıyla çeşitli sapkın mezheplere bölündüklerini görmüştü. Atina’nın Kudüs ile gerçekten ne ilgisi olabilir? Akademi ile Kilise arasında ya da dalalet içinde olanlar ile Hıristiyanlar arasında nasıl bir mutabakat olabilir? Bize verilen talimat, bizlere “Tanrı kalbin sadeliğinde aranmalıdır” diye öğretmiş olan “Solomon’un sundurması”ndan gelir. Stoacı, Eflâtuncu ve diyalektik alaşımı, alacalı Hırıstiyanlık bizden uzak olsun! Hz. İsa Mesih’e sahip olduktan sonra tuhaf tartışmalara girmek, Müjde8’yi tattıktan sonra sorguya çekilmek istemiyoruz. Çünkü bu bizim temel inancımız. Onun yanı sıra inanmak zorunda olduğumuz başka bir şey yok.

* A. Roberts & J. Donaldson, The Antenicene Fathers, The Christian Literature Publishing Co., 1885.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.