Rerum Novarum (Yeni Şeyler Hakkında)*
Kendinden öncekiler çoğunlukla sert kınamalarla (Hatalar Dizini’nde olduğu gibi) uğraşmışken IX. Pius’un vefatından sonra 1878 yılında Papa XIII. Leo olan Vincent Pecci (1810-1903), modern sorunlara yönelik yapıcı çözümler aramıştır. Leo, 1840’lı yıllarda Avrupa kıtasının en fazla sanayileşmiş ülkesi olan Belçika’da Papal Nuncio (Papalık Elçisi) olarak görev yapmıştır. İlk kez o zamanlar endüstriyel sorunlarla ilgilenmeye başlamıştır. Modern zamanların en uzunlarından biri olan papalık dönemi (1878-1903) birçok çekişmeli konuyla uğraşan ve daha sonra Avrupa’yı çalkalayan, Papalık tarafından piskoposlara yollanan genelgelerin ortaya çıkışına tanık olmuştur. Bunların en ünlüsü, 1891 yılında basılmış olan Yeni Şeyler Hakkında (Rerum Novarum) adlı genelgede “Sermaye ve İşgücü Hakları ve Görevleri Üzerine” görüşlerini belirtmiştir. Bu genelgede Papa, Aziz Thomas Aquinas’ın hukuk ve devlet hakkındaki görüşlerinden yararlanmıştır.
Katolik Kilisesi Sosyal Değişim Sorununu Nasıl Çözebilir?
Devrimsel değişim tutkusu bir kere canlandı mı, bu tutku önünde sonunda değişim isteğinin politik katmandan ilgili ekonomi alanına geçişini izlemek zorundaydı. Aslında sanayideki yeni gelişmeler, yeni yollarda karşımıza çıkan yeni teknikler, işveren ve çalışan arasındaki ilişkileri değiştirdi; çok az insanın büyük bir servete sahip olması ve kitlelerdeki fakirlik, birliğin birbirleriyle daha yakın bağ kurmasının yanı sıra işçiler cephesinde özgüveni artırdı; bütün bunlara ek olarak, ahlaki bozulma, çatışmanın başlamasına sebep oldu.
Bu çatışmanın içindeki sorunların ciddiyeti, bilgelerin yeteneklerini, mantıklı ve tecrübelilerin tartışmalarını, insanların toplantılarını, kanun yapıcıların hükmünü ve yöneticilerin müzakerelerini meşgul ederek insanların akıllarını endişeli bir bekleyişle meşgul etmesinden ve böylece başka hiçbir konunun insanların ilgisini daha fazla çekmemesinden açıkça anlaşılmaktadır.
Bu yüzden, Saygıdeğer Kardeşlerim, önümüzdeki Kilise ve genel refah sebeplerine bağlı olarak politik güç, insan özgürlüğü, Devletlerin Hıristiyan anayasaları ve aynı içeriğe sahip diğer konular üzerine, hatalı fikirleri çürütmek için uygun görünen Genelgeleri yayınladığımız durumlardaki geleneğimizi takip ederek şu an da aynı sebeplerden işçilerin durumu üzerine de aynısını yapmamız gerektiğinin akla yatkın olduğunu düşündük. Bu konuya bazen birkaç defa değindik. Fakat bu genelgede bizim Papalık ofisimizin bilinçliliği, ilkelerin ışık altında göze çarpması ve böylece anlaşmazlığın doğruluk ve eşitliğin gerektirdiği gibi sona ermesi amacıyla bütün sorunu ayrıntılarıyla ele almamız için bizi uyarmaktadır.
Sorun, çözülmesi zor bir sorundur ve tehlikeleri de vardır. Aslında maddi şeyleri sağlayan zenginlerle işgücünü sağlayan fakirlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde kısıtlanmaları gereken hakların ve görevlerin sınırlarını belirlemek zordur. Anlaşmazlık, doğruluk çeşitli yerlerde saptırıldığı ve kitleleri kışkırtmak için kavgacı ve düzenbaz kişiler tarafından değiştirildiği için gerçekten tehlikelidir.
Buna karşın, büyük çoğunluğu haksız yere acınacak ve berbat şartlarda yaşadığı için fakirlerle hızlı ve uygun bir şekilde ilgilenilmesi gerektiğini görüyoruz ve bu konuda mutabıkız.
Geçen yüzyılda eski esnaf loncaları ortadan kaldırıldıktan sonra, yerlerine hiçbir koruma koyulmamıştır ve kamu kuruluşları ile mevzuat, geleneksel din öğretiminden kurtulduğunda günümüzün işçilerinin her birinin yalnız ve savunmasız olarak işverenlerin zalimliğine ve rakiplerin dizginlenemez açgözlülüğüne teslim olduğu ortaya çıkmıştır. Kilise tarafından sık sık kınansa da para canlısı ve doyumsuz kişiler tarafından başka şekillerde uygulanan, insanı yiyip bitiren faizcilik, kötülüğü artırmıştır ve buna ek olarak, bütün mal ticaretinin yanında bütün üretim süreci, birkaç zenginin ve aşırı zenginin hiçbir şeyi olmayan sayısız işçi kitleleri üzerine kölelik sistemini yayması için neredeyse tamamen birkaç kişinin gücüne verilmiştir.
Bu kötülüğe çare bulmak için fakirin zengine duyduğu kıskançlığı harekete geçiren sosyalistler, malların özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasının ve onun yerine bireylerin mallarının herkesin ortak malı yapılmasının, ayrıca bir belediyeye başkanlık eden veya bir devleti yöneten kişilerin bu malların yöneticileri gibi hareket etmesinin gerektiğini ileri sürmektedir. Özel mülkiyetin özel kişilerden topluma aktarılmasıyla serveti ve kârları vatandaşlar arasında eşit bir şekilde bölerek şu anki kötülüğe çare bulabileceklerini savunmaktadırlar.
Fakat programları bu anlaşmazlığa son vermek için hiç uygun değildir, bu yüzden de aslında işçilerin kendilerine zarar vermektedir. Ayrıca, bu program oldukça adaletsizdir, çünkü meşru sahiplerin haklarını ihlal etmekte, devletin işlevlerini saptırmakta ve hükümetleri son derece büyük bir karışıklığın ortasına atmaktadır.
Açıktır ki maaşlı mesleklerde çalışanların işgücünü üzerine almasının asıl sebebi ve aynı zamanda işçilerin hemen baktıkları amaç, mülkü kendileri için temin etmek ve kişisel hak sayesinde kendilerininmiş gibi elde tutmaktır. İşçi, enerjisini ve işgücünü bir başkası için kullandığında, bunu geçim için gerekli olan araçları elde etme amacıyla yapmaktadır. Yapılan işin karşılığında sadece kendi ücretini talep etmek için değil, ayrıca bu ücreti istediği şekilde harcamak için de haklarını sonuna kadar kullanmak ister. Bu yüzden giderlerini kısarak bir şeyler biriktirirse ve birikimlerini tutumunun meyvelerini daha güvende tutmak için bir parça toprağa yatırırsa, edinilen bu tür bir mülk çalışarak kazandığı aylığının farklı bir şeklinden başka bir şey değildir; buna bağlı olarak işçinin aldığı toprak, esasen işgücüyle kazandığı aylık gibi tamamen kendi kontrolü altındadır. Açıkça görüldüğü üzere, menkul ve gayrimenkul malların sahipliğinin gerektirdiği budur. Bu yüzden, sosyalistler özel kişilerin mallarını bütünüyle topluma aktarmaya çalıştığı için ücretli çalışanları daha kötü duruma getirmektedirler, çünkü aylığı bırakma özgürlüğünü yok ederek mülklerini artırma ve avantajları kendileri için güvence altına alma umudunu ve fırsatını ellerinden almaktadırlar.
Daha hayati öneme sahip olan şey ise, sosyalistlerin adalet kavramı ile çelişen bir çözüm sunmalarıdır, çünkü doğa insanoğluna nesnelere özel olarak sahip olma hakkı vermektedir.
Leo, sosyalizme karşı, aile yapısına dayanarak başka bir görüş daha ileri sürmektedir:
Bir ailenin babasının, çocuklarının hayatın bütün gerekliliklerine sahip olduğunu görmesi doğanın en kutsal kurallarından bir tanesidir ve doğa bile aslında bir anlamda onun kişiliğini devam ettiren çocuklarına hayatın belirsizlikleri içinde acımasız talihe karşı düzgün bir şekilde koruma sağlaması için babayı teşvik eder. Elbette bunu, çocuklarına miras yoluyla geçecek verimli mallara sahip olmaktan daha iyi bir yolla gerçekleştiremez. Önceden de belirtildiği gibi, devlet gibi aile de kelimenin en katı anlamında benzer sebeplerle bir toplumdur ve aile de kendi yetkilisi tarafından yani ailenin babası tarafından yönetilir. Bu sebeple, birincil amacın belirlediği sınırların gözetildiğini varsayarak aile, korunması ve adil özgürlüğü için gerekli şeyleri seçme ve kullanma anlamında elbette haklara, en azından sivil toplumun sahip olduklarıyla eşit haklara sahiptir. (…)
Bu yüzden, sivil gücün keyfi olarak ailenin özeline girmesini istemek çok büyük ve zararlı bir hatadır. Eğer bir aile çok büyük zorluk içindeyse, hiçbir planı yoksa ve kendine bile yararı yoksa ailenin her bir bireyi toplumun bir parçası olduğu için bu sıkıntıya kamu yardımıyla çare bulmak doğrudur. Benzer şekilde aile sınırları içinde karşılıklı hakların ciddi şekilde ihlal edildiği bir yer varsa, kamu makamı her kişiye hakkını geri vermelidir, çünkü bu, vatandaşların haklarını gasp etmek değil, adil ve gereken özenle bu hakları korumak ve kabul etmektir. Kamu olaylarından sorumlu kişiler burada durmalıdır; doğa onların bu sınırdan öteye geçmesine izin vermez. Babalık yetkisi devlet tarafından kaldırılamayacak veya alınamayacak bir yetkidir. Çünkü bu, kişinin kendi hayatıyla ortak aynı kökene sahiptir. “Çocuklar babalarının bir parçasıdır” ve babanın kişiliğinin bir tür uzantısı gibidir ve doğruyu söylemek gerekirse kendilerinden dolayı değil, dünyaya geldikleri aile topluluğundaki ortam aracılığıyla sivil topluma girer ve topluma katılırlar. Yine aynı sebepten, bu çocuklar “doğaları gereği babalarının bir parçasıdır, (…) özgür iradelerini kullanmaya başlamadan önce ebeveynlerinin nezaretindedir”. Sosyalistler ebeveynlerin bakımını önemsemedikleri ve onun yerine devleti koydukları için doğal adalete karşı davranır ve aile yapısını yok eder.
Adaletsizlik dışında, kargaşa ve düzensizliğin bütün sınıflarda ne elde edeceği ve acı ve nefret uyandırıcı bir vatandaş köleliğinin nasıl sonuçlanacağı oldukça açıktır! Kapı, karşılıklı kıskançlık, kötüleme ve ihtilafa açılacaktır. Bireylerin yaratıcılığına ve yeteneğine verilen teşvikler ortadan kaldırılacaksa, servetin kendi kaynakları kuruyacaktır ve sosyalistlerin hayali olan eşitlik, gerçekte fark gözetmeksizin herkes için tek tip sefalet ve ahlaksızlık dışında hiçbir şey getirmeyecektir.
Bu düşüncelerin hepsinden, sosyalizmin bütün mülkiyeti kamu malı haline getiren temel ilkesinin kesinlikle reddedilmesi gerektiği anlaşılmaktadır, çünkü yardım etmeye çalışanların kendileri, bireylerin doğal haklarına karşı gelmektedir ve devletin işlevleriyle kamu huzurunu kargaşanın içine atmaktadır. Önceden belirtildiği üzere, kitlelere yardım etmeye çalışırken bu ilkenin öncelikle bir temel olarak düşünüleceğini, yani özel mülkiyetin bozulmamış olarak korunması gerektiğini göz önünde bulundurun.
Leo, daha sonra eşitsizliğin altında yatan nedenin doğa olduğunu ve ıstırabın doğuştan gelen ilk günah olması sebebiyle kaçınılmaz olduğunu öne sürer; sınıf savaşını kınayarak şöyle devam eder:
Tartıştığımız sorun ile ilgili olarak, doğanın zengin ve fakiri amansız bir savaşta birbirleriyle acımasızca kavga etsinler diye kurgulaması gibi, bir toplumdaki sınıfın kendiliğinden diğer sınıfa düşman olmasını doğal karşılamak çok büyük bir hatadır. Bunu sorgulamak nefret uyandırıcıdır ve tam karşıtının doğru olduğu gerçektir, çünkü insan vücudunda olduğu gibi, farklı kısımlar birbirleriyle uyumlu hareket etmektedir, bu nedenle, parçaların yaratılışı ve insan görünüşündeki simetri denilen oran ortaya çıkmaktadır. Benzer şekilde, doğa devletin durumu için bahsedilen iki sınıfın birbirleriyle uyumlu bir şekilde anlaşmasını ve birbirleriyle eşit şekilde dengelenmiş emsaller oluşturmalarını emretmektedir. Her biri diğerine ihtiyaç duymaktadır: Ne sermaye işgücü olmadan ne de işgücü sermaye olmadan yapabilir. Uyum, olaylarda güzelliği ve düzeni sağlamaktadır. Bu durumun tam aksine, sonu gelmez anlaşmazlıktan barbar zalimliğin eşlik ettiği düzensizlik ortaya çıkmak zorundadır. Fakat anlaşmazlığa son vermek ve kökünü kurutmak için Hıristiyan kurumları devasa ve çeşitli güçlere sahiptir.
Her şeyden önce, Kilise’nin yorumlayıcı ve koruyucusu olduğu dini öğreti ve uygulamalar, toplumun iki sınıfına karşılıklı görevlerini, özellikle de adaletten gelen görevlerini anımsatarak zengin ve fakiri en üstün şekilde bir araya getirebilir ve birleştirebilir.
Bu görevler arasında birazdan sıralayacaklarım fakirleri ve emekçi kesimi ilgilendirmektedir: Gönüllü olarak ve adil bir şekilde karar verilen her türlü işi tamamen ve özenle yerine getirmek; hiçbir şekilde mülkiyete veya işverenlere zarar vermemek; kendi çıkarlarını korurken şiddetten kaçınmak ve asla isyan etmemek; abartılmış umutları kurnazca sunan ve büyük sözler veren ve genellikle beyhude pişmanlıklar ve servetin yok edilmesiyle sonuçlanan bir yola sokan ahlaksız insanlarla arkadaşlık etmemek.
Birazdan sıralayacağım görevler ise zenginleri ve işverenleri ilgilendirmektedir: İşçilere köle gibi davranılmamalıdır; adalet duygusu insan onuruna saygı gösterilmesini, Hıristiyanlığın özelliği dediğimiz gibi yüceltilmesini talep etmektedir. Doğal mantığa ve Hıristiyan felsefesine kulak verirsek, maaşlı işler insan için bir utanç kaynağı değildir, aksine, kişiye hayatını devam ettirebilmesi için onurlu yollar sağlaması sebebiyle bir saygı işaretidir. Fakat insanları kazanç aracı olarak kullanmak ve kas ve enerji değerleri dışında onlara hiçbir değer vermemek utanç verici ve insanlık dışıdır. Aynı şekilde, işçilerin dini ilgilerine ve ruhsal refahlarına gereken dikkatin gösterilmesi istenmektedir. Bu nedenle, işçilerin dini zorunluluklarını yerine getirmesi için yeterli sürelere sahip olmasını sağlamak, hiç kimseyi ayartıcı etkilerin ve günahın cazibesine maruz bırakmamak ve hiçbir şekilde kişiyi ailesinin bakım sorumluluğundan, ayrıca tutumluluktan soğutmamak işverenin görevidir. Benzer şekilde, gücün yettiğinden fazla iş yükü veya işçinin yaş ve cinsiyetine uymayan iş türleri dayatılmamalıdır.
İşverenlerin en önemli görevleri arasında öncelikli olanı, her işçiye adilce hakkı olanı vermektir. Elbette adil bir ödeme sistemi kurmak için birçok etken göz önünde bulundurulmalıdır. Fakat genel olarak zenginler ve işverenler, ne insani ne de ilahi hiçbir kanunun, kendi çıkarları için düşkünlere ve biçarelere baskı yapmalarına veya diğerinin üzerinden kâr elde etmelerine izin vermediğini hatırlamalıdır. Kişiyi hak ettiği ücreti almasına engel olarak aldatmak, büyük bir suçtur. (…)
Son olarak, zenginler dini açıdan her şekilde zorlama, dolandırıcılık veya tefecilik yoluyla işçilerin birikimlerine zarar vermekten kaçınmalıdır; tam aksine, bu sebeple işçiler adaletsizlik ve şiddete karşı yeterince korunmadığında zaten az olan mülkleri daha da kutsal sayılmalıdır. Bahsettiğimiz kanunların sadece gözetilmesi, anlaşmazlığın acısını ve sebeplerini ortadan kaldıramaz mı? (...)
Talihin gülmediği insanlara Kilise, hâkim olarak Tanrı’nın önünde fakirliğin utanç olmadığını ve kimsenin emeğiyle geçindiği için utanmaması gerektiğini öğretti. İnsanların selameti için “zenginken fakirleşen” İsa da bunu hem olgu hem de hareketleriyle doğruladı ve Tanrı’nın oğlu ve Tanrı’nın kendisi olmasına rağmen bir marangozun oğlu gibi görünüp öyle düşünülmek istedi; daha da ötesi, hatta hayatının büyük bölümünü marangoz olarak çalışarak geçirmeyi küçüksemedi. “Bu marangoz, Meryem’in oğlu değil mi?” Bu ilahi örneği düşünen kişiler şu gerçekleri daha kolay anlayacaktır: İnsanın gerçek haysiyeti ve mükemmelliği ahlaki yaşamında yani erdemde yatmaktadır; erdem, insanların ortak mirasıdır, hem zenginin hem de fakirin en alçakgönüllü ve en güçlüsü tarafından elde edilebilir ve ebedi mutluluk ödülü, kim olduklarına bakılmaksızın erdemin ve değerin ardından gelecektir. Ayrıca Tanrı’nın lütfu, bir sınıf olarak talihsizlere daha fazla eğilmektedir, çünkü İsa fakirlere kutsal demektedir ve çalışan veya acı içindeki herkesi, düşkünlere ve adaletsizliğin eziyet ettiği kişilere özel bir sevgiyle teselli vermek için sevgiyle kendine çağırmaktadır. Bunların gerçekleşmesiyle zenginlerin gururlu ruhu kolaylıkla dize gelecek ve dertlilerin mahzun yürekleri umutla dolacaktır; zenginler kibarlığa doğru yol alırken fakirler de taleplerinde mantıklı olmaya başlayarak doğru yolu bulacaktır. Böylece gururun sınıflar arasına koyduğu mesafe azalacak ve birbirlerinin ellerini arkadaşlık için kavrayan iki sınıfın kalplerde birleşmesi kolaylıkla gerçekleşecektir.
Hıristiyan felsefesine göre görev ve hak ekonomisi bu şekildedir. Bu ekonominin hüküm sürdüğü her sivil toplumda, bütün anlaşmazlıkların kısa sürede biteceği görülmüyor mu?
Şimdi çözümün ne kadarının devletten beklenmesi gerektiğini araştırma zamanı. Burada devlet sözünden biz, o ya da bu kişinin sahip olduğu herhangi bir hükümet şeklinden değil, doğayla uyumlu olarak mantığın gerektirdiği ve ilahi bilgelik öğretilerinin onayladığı şekli anlıyoruz.
Devlet, varlığını sürdürebilmek için genel olarak en yüksek ve en düşük seviyedeki bütün üyelerini kapsayan tek bir temel amaca sahiptir. Hiçbir şeyi olmayan işçiler, hiç şüphesiz, zenginlerle aynı haklara sahip vatandaşlardır, yani toplumun gerçek ve hayati önem taşıyan parçalarıdır; bu nedenle, aile ortamları aracılığıyla devlet oluşturulmaktadır ve bu kişilerin her kentsel alanda büyük sayılarda bulunduğunu eklemeye hiç gerek yoktur. Vatandaşların bir kısmını gözetip diğer kısmını göz ardı etmek anlamsız olacağı için idari makam hiçbir şeyi olmayan işçilerin refahı ve çıkarlarını korurken gereken özeni göstermelidir. Bu yapılmazsa herkese kendisine ait olanın verilmesini emreden adalet çiğnenecektir. Bu nedenle Aziz Thomas Aquinas bilge bir şekilde şunu demiştir: “Parça ve bütün bile bir şekilde aynı olduğu için bütüne ait olan, belirli bir yolla parçaya da aittir.” Sonuç olarak, halkına iyi hizmet edebilecek yöneticilerin çeşitli ve önemli görevleri arasında öncelikli ve en önemli olanı özellikle dağıtıcı denilen bu adaleti vatandaşların her birine ve her sınıfa eşit bir şekilde korumaktır.
İstisnasız bütün vatandaşlar, bir kısmı doğal olarak tekrar bireye dönen toplam kamu mallarına katkıda bulunmak zorunda olmasına rağmen, herkes aynı miktarda ve eşit derecede katkıda bulunamaz. Hükümet şekillerinde meydana gelen değişimler ne olursa olsun, toplumun var olabilmesinin ve anlaşılabilmesinin olmazsa olmazı, vatandaşların durumları arasında bu farklılıklar olacaktır. Devlete hizmete kendini adayan, kanun yapan, adalet dağıtan ve son olarak da tavsiye ve yetkisiyle sivil ve askeri olayları yöneten kişilerin olması her zaman gereklidir. Açık olduğu üzere, bu kişiler devlette önemli roller oynamakta ve kamu yararı adına doğrudan ve en iyi şekilde çalıştıkları için ilk sıralarda yer almaktadır. Diğer taraftan, bir nevi devlet yararına işlerle uğraşan fakat biraz önce bahsedilen kişiler gibi olmayan ve aynı görevleri yerine getirmeyen fakat yine de yüksek derecede bulunan ve daha dolaylı da olsa kamu yararına hizmet eden kişiler de vardır. Elbette sosyal yarar, kişinin onu edinmesiyle daha iyi biri olabileceği niteliklere sahip olması gerektiği için büyük oranda erdem üzerine kurulmalıdır.
Fakat yine de maddi ve harici malların bolluğu, benzer şekilde iyi yapılandırılmış bir devletin niteliğidir, “hangi malın kullanılacağı erdemin uygulanması için gereklidir.” Bu malları üretmek için, yeteneklerini ve güçlerini ister çiftliklerde, ister fabrikalarda harcayan işçilerin işgücü en yararlı ve en gereklisidir. Ayrıca, bu anlamda enerjileri ve yeterlilikleri o kadar önemlidir ki, milletlerin servetinin, işçilerin işgücünden başka hiçbir kaynaktan gelmediği inkâr edilemez. Bu yüzden eşitlik, idari makamın işçiler için gerekli ilgiyi göstermesini emretmektedir; böylece kamu yararına yaptığı katkıdan, barınmasını, giyimini ve güvenliğini sağlayacaktır. Bu nedenle, bir şekilde işçilerin durumuna yararlı olabileceği görünen bütün bu tedbirlere ayrıcalık tanınmalıdır. Bu tür bir ilgi kimseye zarar vermez, herkese yarar sağlamak önceden belirlenmiştir, çünkü bu tür gerekli malların sağlanmasına katkıda bulunan vatandaşların sıkıntı içinde olmamaları tam anlamıyla devletin sorumluluğudur.
Söylediğimiz gibi, ne vatandaşın ne de ailelerin devlet tarafından tüketilmesi doğru değildir; bireyin ve ailenin kamu yararını tehlikeye atmadan ve kimseye zarar vermeden mümkün olduğu sürece eylem özgürlüğüne sahip olmalarına izin verilmesi doğrudur. Fakat yine de devleti yönetenler, toplumu ve onun kurucu parçalarını koruduklarını anlamalıdır: Doğa, koruma görevini, kamu refahını korumanın tek yüksek yasa olmayıp egemenliğin tek sebep ve amaç olduğu dereceye kadar egemen güce verdiği için toplumu korumalıdır. Felsefe ve Hıristiyan inancı devlet yönetiminin doğası gereği verildiği kişilere yarar sağlama amacı için değil, ona emanet edilen kişilere yarar sağlama amacında olduğunda hemfikir olduğu için kurucu parçaları korumalıdır. Yönetme gücü Tanrı’dan geldiği ve kendi yüce egemenliğinde olduğu gibi bir katılım olduğu için bütün yaradılışın yanında tek tek bütün yaratıkların refahına baba ilgisiyle bakan ilahi güç örneğine göre yönetilmelidir. Bu yüzden kamu yararını veya birey gruplarının çıkarlarını onarılamayacak veya engellenemeyecek şekilde incitecek veya tehdit edecek bir şey varsa idari makamın araya girmesi gereklidir.
Huzur ve düzenin olması, kişisel refahın yanında kamu refahı için de hayati önem taşımaktadır; aynı şekilde bütün aile yaşamının Tanrı’nın emirlerine ve doğanın ilkelerine göre yönetilmesi, dinin gözetilmesi ve geliştirilmesi, özel yaşamda ve kamu yaşamında güçlü ahlakın gelişmesi, adaletin kutsal sayılması, hiç kimsenin dokunulmazlığının bir diğeri tarafından çiğnenmemesi ve devleti destekleyen ve gerektiğinde koruyan güçlü vatandaşların yetişmesi de hayati önem taşımaktadır. Bu yüzden grevler veya toplu iş durdurmalar nedeniyle düzensizlik tehdidi ortaya çıkacak olursa, aile yaşamının doğal bağları fakirler arasında gevşerse, dini görevleri yerine getirmek için gerekli fırsat verilmemesi sebebiyle işçiler arasında din çiğnenirse, fabrikalarda cinsiyet karışımı veya diğer günah çağrılarıyla ahlak bütünlüğü tehlikeye girerse veya işveren sınıfı adaletsiz yüklerle işçi sınıfına baskı yaparsa ya da insan kişiliğine veya insan haysiyetine uygun olmayan koşullarla onları aşağılarsa, sağlıkları aşırı iş yükü veya cinsiyet ve yaşa uygun olmayan iş yükü sebebiyle zarar görürse elbette belirli sınırlar içinde kanun gücü ve yetkisi açık bir şekilde kullanılmalıdır. Bu sınırlar kanun yardımını talep eden sebeplerle belirlenmektedir, yani kanun kötülüklere çare bulmaktan ve tehlikenin yok edilmesinden daha fazlasını üstlenmemeli, daha ileri gitmemelidir.
Burada özel öneme sahip bazı konulara özellikle değinmek iyi olacaktır. Ana nokta, özel mülkiyetin devletin egemen gücü tarafından ve devletin kanunlarının güçlü duvarları aracılığıyla korunması gerektiğidir. Özellikle de tutkunun günümüzdeki büyük alevlenmesi göz önünde alınacak olursa, kitleler ahlaki zorunluluklarının sınırları içinde tutulmalıdır. Adalet daha iyi şeyler için çabalamamıza karşı çıkmazken, herkes için diğerine ait olanı almayı ve anlamsız bir eşitlik adına diğerlerinin mülkiyetine zorla el koymayı yasaklamaktadır; kamu yararı çıkarının kendisi de buna izin vermemektedir. Çalışan insanların çoğu, kesinlikle kimseye yanlış yapmadan dürüst emekleriyle kendileri için daha iyi koşullar sağlamayı tercih etmektedir. Fakat yine de kötü fikirler aşılanmış, devrim isteğiyle tutuşan, düzensizliği körüklemek ve şiddeti fitillemek için her yolu deneyen birçok kişi vardır. Bu nedenle, devletin yetkisi araya girmeli ve bu tür rahatsızlıklar verenlere sınırlama koyarak işçilerin ahlaklarını diğerlerinin çarpık değerlerinden ve meşru mal sahiplerini yağma tehlikesinden korumalıdır.
Çok uzun ve zorlu olan işgücü ve ödemenin yetersiz olduğu inancı, işçilere sık sık grev yapma ve boşa zaman harcama için gerekçeler sunmaktadır. Devamlı ve ciddi olan bu kötülüğe, idari makam tarafından çözüm bulunmalıdır, çünkü işin böyle sekteye uğraması sadece işverenleri ve işçileri hasara uğratmaz, ayrıca devletin ticaretine ve genel çıkarlarına da zarar verir ve genellikle şiddet ve isyana yakın olduğu için kamu huzurunu tehlikeye atar. Bu bakımdan, kanun yetkisinin kötülüğü beklemesi ve işverenler ve işçiler arasındaki çekişmeyi artırma olasılığı olan sebepleri erkenden ortadan kaldırarak kötülüğün başlamasını tamamen engellemesi daha etkili ve faydalıdır.
Aynı şekilde, işçinin durumu göz önüne alınırsa, iç huzuru başta olmak üzere devlet gücünün koruması gereken birçok şey vardır. Ölümlü hayat ne kadar iyi ve arzu edilir olsa da doğmamızın esas amacı o değildir; o, sadece ruhun yaşamını gerçeklik bilgisi ve iyiye duyulan aşk aracılığıyla mükemmelleştirmek için tek yol ve bir aracıdır. Ruh, Tanrı’nın açık görünüşünü ve benzerliğini taşımaktadır ve ruhun içinde, ortamı aracılığıyla insanoğluna altındaki bütün yaratılmış doğaya hükmetmeyi ve bütün toprakların ve denizlerin kendi çıkarlarına hizmet etmesini sağlamayı teklif eden egemenlik bulunmaktadır. Hiç kimse cezasız kalarak, Tanrı’nın saygıyla yaklaştığı insanlık haysiyetini çiğneyemez ya da Cennet’teki ebedi yaşamla uyumlu olan kusursuzluk seviyesine giden yolu zorlayamaz. Daha da ötesi, bu bağlamda bir kişi kendi özgür iradesiyle bile kendine doğasına uymayan bir şekilde davranılmasına izin veremez ve ruhunun köleleştirilmesi acısını çekemez; çünkü burada, kişinin sahip olduğu haklarla ilgili değil, Tanrı’ya borçlu olunan ve dini olarak gözetilmesi gereken görevler ile ilgili sorular bulunmaktadır.
Bu nedenle, pazar günleri ve kutsal ibadet günlerinde işe ara vermek gerekmektedir. Fakat hiç kimse bu durumu boş vakte gösterilen büyük bir hoşgörü olarak ve hatta çoğunun arzuladığı gibi ahlaksızlığı teşvik eden ve müsrifçe para harcamayı destekleyen bir iş arası gibi, görmesin; bu sadece işten din tarafından kutsal kılınan bir uzaklaşmadır. Bu istirahat, dinle birlikte insanı günlük yaşamın zorluklarından uzaklaştırmak ilahi güzellikler hakkında düşünmesini ve ebedi Tanrı’ya bağlılıklarını göstermelerini öğütlemek için verilmiştir. Pazar günleri ve kutsal ibadet günlerinde yapılması gereken istirahatın doğası ve sebebi budur ve Tanrı aynı durumu Eski Ahit’te özel bir kuralla emretmiştir: “Sebt gününü kutsal kılmayı unutma” ve kendisi bizzat kendi eylemleriyle, yani insanı yarattıktan hemen sonraki gizemli istirahatıyla bunu öğretmiştir: “Yaptığı işten sonra yedinci gün istirahat etti.”
Maddi ve fiziksel malların korunmasıyla ilgili olarak her şeyden önce ezilen işçiler, insanoğlunu kâr aracı olarak aşırı şekilde kullanan açgözlü insanların acımasızlığından kurtarılmalıdır. Elbette ne adalet ne de insanlık, ruhun aşırı çalışmaktan donuklaştığı ve bununla birlikte vücudun yorgunluktan bitap düştüğü böylesi bir zorlamaya göz yummaz. Bir kişinin çalışma enerjisi, bütün doğası gibi, ötesine gidemediği belirli sınırlarla çevrelenmiştir. Bu, aslında kişinin düzenli aralıklarla işe ara vermesi ve dinlenmesi şartıyla egzersiz ile geliştirilmiştir. Bu nedenle, günlük iş bakımından insan gücünün izin verdiği sınırların ötesine geçmemek için özen gösterilmesi gerekmektedir. İşin değişen doğasına, zaman ve yer şartlarına ve işçilerin kendi fiziksel şartlarına dayanarak dinlenme aralarının uzunluğuna karar verilmelidir. Topraktan taş çıkaran veya demir, bakır ya da diğer yeraltı madenlerini çıkaranların işleri zorlu ve sağlık için daha zararlı olduğu için bu işte çalışan kişilerin çalışma saatleri bu duruma uygun olarak kısaltılmalıdır. Yapılan bir işe yılın bir mevsiminde dayanması kolayken diğer mevsimde hiç dayanılamadığı veya çok zorluk çekildiği için mevsimler de göz önünde bulundurulmalıdır.
Son olarak, bir kadından veya bir çocuktan güçlü bir yetişkinin yapabileceklerini veya yapmaya gönüllü olacaklarını talep etmek doğru değildir. Çocuklara gelince, fabrikanın çocukların yaşı fiziksel, zihinsel ve ahlaki güçlerini yeteri kadar olgunlaştırmadan önce istihdam etmemesine özel özen gösterilmelidir. Baharda yeşeren otlar gibi çocuklukta tomurcuklanan güç de zamanından önce sert muameleyle ezildiği için bu şartlar altında çocuğun eğitimi önce gelmelidir. Aynı şekilde, belirli meslekler, doğaları gereği ev işlerine ve çocukların eğitimi ve ailenin refahını temin etmeye yatkın olan kadınlar için daha az uygundur.
* “Papa XIII. Leo’nun Genelge Mektubu”, American Catholic Quarterly Review, XVI, Temmuz, 1891, s.529-557.