I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Yeni Siyaset Ne Kadar Yeni?

İtalyan şehir devletleri ile İngiltere ve Fransa’nın merkezi monarşileri arasındaki ilişki, On Beşinci yüzyıldan itibaren süreklilik arz etmeye başlamıştı. İtalya’ya giden, John Colet ve Thomas Linacre20 gibi öğrenciler, klasik edebiyat ve ahlak öğretisi konularında yepyeni bir eğitim anlayışla ülkelerine döndü ve nitekim bu anlayış, Oxford ve Cambridge üniversitelerinin eski ve yeni tüm fakültelerinin eğitim programlarına yansıdı. Bu arada, İtalyan mimar ve ressamlar da Fransa’nın kraliyet mensupları için Loire Nehri boyunca zarif saraylar inşa etmekteydi. İtalyan şehir devletlerinin siyaset üslubu ve bu çerçevede etik anlayışı, Venedik ile Floransa’da en az bir asırdır gözetilen kamu yararı idealiyle birlikte her iki ülkeye de yayıldı.

İtalyan eğitiminin söz konusu ideallerine dair sözleşme nitelikli belgeler, On Altıncı yüzyılda Fransızca, İngilizce ve diğer pek çok dile çevrildi; öte yandan, Fransızlarla İngilizler kamu yararı idealini kendi ülkelerinin gereksinim ve koşullarına uyarlamak üzere benzer çalışmalar yaptı.

Sör Thomas Elyot (1490-1546) İtalya’nın aşina olduğu bir insancı diplomat ve devlet memuruydu. Eserleri arasında çeşitli ahlak tezleri ve İngilizcede ilk kez eğitim konusunda yazdığı ve İngiltere’de basılan bir kitap vardır. Governor (Vali/Yönetici) adlı bu kitap, aslında kendini geliştirme, saray adabı ve kamu hizmeti gibi konularda İngiltere’ye has el kitabı yazma geleneğinin bir parçasıdır. Bunlardan en önemlisi Baldassare Castiglione’nin The Courtier (Saray Nedimi) adlı kitapçığıdır. Bu tür çok sayıda kitapçığın yazılmış ve okunmuş olması, iyi adamların dünyevi işlere önem vermeye ve hükümetle ilgilenmeye başladıklarının göstergesi ve dolayısıyla, önemli bir tebeddülün habercisidir. Ne ki, Elyot’u okuyanlar onun toplum ve siyasete dair Orta çağdan kalma şeyleri bir kenara attığını söyleyemez. Aşağıdaki seçkiler, Governor’un I. ve III. kitaplarından alınmıştır.

Governor Adlı Kitap*
Sör Thomas Elyot
Kamu yararının anlamı ve Latincede buna neden Respublica (Cumhuriyet) dendiği

Kamu yararı, hakkaniyet arayışı içindeki çeşitli insanlardan oluşan canlı bir bünyenin belirli kurallar çerçevesinde akıllıca yönetilmesidir. Latincede buna Respublica denir. “Respublica” sözcüğündeki Res’in çeşitli anlamları vardır. Sadece insandan farklı bir şeyi ima etmekle kalmaz, mülk, koşul/durum, öz ve kâr anlamına da gelir.

Bizim dilimizde kâra, yarar denir. Zengin bir ülke, kârlı şeylere sahip olan bir ülkedir. O özü itibariyle varlıklıdır. Public (Varro’nun21 dediği gibi) İngilizce people’dan gelir, Latincesi populus’tur. Dolayısıyla, öyle görünüyor ki, Respublicam sözcüğünü mülk ve koşul/durum arasındaki farkı gözetmeksizin ortak yarar olarak kullanagelenler hata yapmış, duygusal davranmıştır…

Şimdi düzenin insanlar arasında ve Tanrı katındaki önemini -hiçbir dil veya kalem ilahi aklın bereket ve ihtişamını yeterince tasvir edemeyecek olsa da- insanların bilgisi dahilinde olan şeylerden hareketle ispatlayacağım. Tanrı yarattığı her şeyde mevki ve mertebe gözetmemiş midir?

Kilise’nin de teyit ettiği üzere, o her şeyden önce göksel icraatında hiyerarşi dediğimiz mertebeler tesis etmiştir. Hz. İsa İncil yazarları aracılığıyla der ki: Baba’nın (ki Tanrı’dır) evinde birçok mülk olsun.

İnsan bedenini oluşturan dört elemente ve bunların, doğalarının ne denli baskın olduğuna bağlı olarak, yüksek veya alçak, nasıl yerli yerine konduğuna bakın. Bir diğer ifadeyle, içinde bozulabilecek hiçbir şey barındırmayan ve en saf element olan ateş diğerlerinin üstünde, en yüksek mertebededir. Hava ikinci, içinde çeşitli şeyler barındırdığı için bozulabilir nitelikli su üçüncü, içinde ağır ve yoğun maddeler barındıran toprak ise dördüncü sırada, yani en düşük mertebededir.

Tanrı’nın yarattığı mahlukât arasındaki düzene bir bakın hele! En altta, en sıradan niteliklere sahip olanlardan başlayıp yükseliyor. O, toprağı bezemek için sadece otlarla yetinmedi, daha seçkin nitelikli ağaçları da yarattı, yani derecelendirdi. Nitekim bazı şeyler seyirlik, bazı şeyler kırılgan, bazı şeyler leziz, bazı şeyler sağlıklı, bazıları da hoş veya gereklidir. Aynı şekilde, kuşlar, vahşi hayvanlar ve balıklar da insan yaşamı için gereklidir. Bunlardan bazıları bir sürü şeye yarar, bazıları bir mesleğin icrası için gereklidir, bazıları sadece güçlüdür vb… Ne ki, söz konusu özelliklerin çoğunu haiz olan, diğer hepsinden değerlidir ve hiyerarşideki yeri en üsttedir. Dolayısıyla her ağaç, ot, hayvan ve balık… Yaradan’ın farklı farklı özellikler bahşettiği varlıkların hepsi belirli bir düzen içinde yaşar ki, her şey istikrarlı veya kalıcı olsun.

İnsanoğlunun durumuna gelince, ki her şey (ağaçlar, otlar, kuşlar, hayvanlar ve balıklar) onun kullanımına sunulmuştur, Tanrı’nın ona bahşettiği akılla hepsinden üstündür. Öyle görünüyor ki, Tanrı’nın insanoğlu üstündeki tasarrufu, daha aşağı düzeydeki yaratıklar üstündeki tasarrufundan daha az değildir, nitekim insanlık daha mükemmel bir düzenin varlığına ihtiyaç duyar. Tanrı her insana aynı özellikleri bahşetmemiş, istediğine daha az, istediğine daha fazla vermiştir. O’nun insanlığa bahşettikleri itibariyle eşit dağılım söz konusu olmadığı gibi, tek bir insan da iyi niteliklerin tümüne sahip değildir. Ruhun onu Tanrı’ya en yakın kılan başlıca özelliği anlayış/kavrayıştır ve bu, Yaradan’ın insanoğluna sunduğu en büyük hediyedir. Dolayısıyla, bir insan anlayış/kavrayış itibariyle bir diğerinden ne kadar üstünse, Yaradan’a o kadar benziyor demektir ki, bu da onun daha üst mertebeye veya aklın ve bilginin ödüllendirildiği yere yükselmesi anlamına gelir. Bu yükselişin ima ettiği akıl, tüm canlıların ve insanoğlunun yönetimine yarar. Tıpkı meleklerin -ki, tefekküre en hevesli olan varlıklardır- en yüceltilmiş varlıklar olması gibi (din âlimleri öyle der), daha alt düzeydeki elementleri temizleyen ateşe de en yüksek mevki tahsis edilmiştir. Dolayısıyla, dünyada idraki itibariyle diğerlerinden üstün olanlar ve bu özelliklerini diğerlerini akıllıca yönetmek ve onlara gereksinimlerini karşılayacak bir yaşama nasıl kavuşacaklarını göstermek için kullananlar, herkesten daha yüksek bir makama oturtulmalıdır. Bulundukları yerden herkesi, her şeyi görebilmeli, kendisi de herkes ve her şey tarafından görünür olmalıdır ki, mükemmel aklının otorite aynasından yansıyan ışığında, daha alt düzeydekiler erdemli ve rahat bir yaşama doğru yol alabilsin.

Böylesi erdem sahibi insanlar hakkıyla ödüllendirilirken, diğerlerinin gayretleri de hünerlerine uygun olarak ödüllendirilmelidir. Diğerlerini nasıl yöneteceğini daha iyi bilen söz konusu insanlar, sadece kendileriyle aynı idrake sahip olmayanların yararına hizmet ederken, elleriyle çalışan diğerleri sadece amirleri için değil, ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendileri için çalışır. Çiftçi çift sürerek kendi karnını doyurur, terzi dikiş dikerek hem kendini hem çiftçiyi giydirir ve tüm bu faaliyet governor’a destek olur. Önceden de belirttiğim üzere, governor sahip olduğu idrak özelliğinden kendi şahsı için yararlanamaz, bu gücü kendisinden daha aşağıda olanların yararına kullanır. Daha aşağı düzeyde olanlar arasında da mantıklı bir düzen, bir hiyerarşi tesis edilmeli, mesela tembel bir insan, çalışkan bir insan kadar (oluşan refahtan) pay alamamalıdır. Aksi takdirde çalışkan olanın şevki kırılır. Böyle bir durumda eşitlik söz konusu değildir, çünkü çalışkan olanın durumu kötüleşecek ve tedarikten mahrum olacağı için yok olup gidecektir. Dolayısıyla, üstün konumdaki insanın idraki, emeği ve ilkeleri (benimsediği siyaset) kadar, mülküne de saygı gösterilmesi gerektiği akla yatkın bir durumdur. Buna onun varlığını onurlandırmak da dahildir, çünkü bu durum sadece ona duyulan saygıyla tebaanın daha itaatkâr olmasına değil, tembel veya bedensel haz peşinde olanların o makama göz dikmelerine yol açar ki, bu da onları çalışmaya yönlendirir.22

Her şeyin birbirine eşit olduğu yerde düzen yoktur ve düzen olmayan yerde her şey çirkin ve yakışıksızdır. Gündelik yaşamdan örnek verecek olursak, tencere ve tavalar mutfağa yakışır, oturma odasına değil. Yatakla yastığın holde olması, ahıra halı sermeye benzer. Nitekim bir çömlekçinin veya tamircinin de devlet yönetiminde yeri yoktur. Bir çiftçi veya bir at arabacısının governor’a söyleyecek pek az sözü vardır. Çiftçi veya arabacı orduda yüzbaşı olarak görev yapmaya uygun değildir…

Magistrates kamu yararı için egemen güç tarafından seçilerek görevlendirilmesine dair

Kamu yararının tam manasıyla tesis edilebilmesi için neden ülkeyi tek bir yöneticinin uzun süre yönetmesi gerektiğini gösteren çok sayıda neden ve örnek var. Ne var ki, tek bir adam koca bir ülkede olup biten her şeyi bilemeyeceğine, tüm olayları aynı anda ele alıp değerlendiremeyeceğine, tüm hak ihlallerini tek başına tesviye edemeyeceğine, dahili ve harici umurla ilgili herkesin görüşlerini dinleyemeyeceğine göre, yöneticinin ülkenin her yanına adalet dağıtabilmesi için merkezi hükümetin altında (daha alt seviyede) yetke sahibi muhtelif organların tesisi gerekir. Böylelikle yöneticinin yükü hafifleyecek, görevi daha dayanılabilir hale gelecek ve netice itibariyle ülkeyi daha iyi yönetecektir. Jesus the son of Sirach’da24 yazıldığı gibi, dünyanın sahip olduğu en değerli varlık (servet) akıllı insanlardır. Kendilerine daha az yetke tanınan bu insanlara, hükümeti temsilen üstlendikleri görev zikredilerek, “alt düzey yöneticiler” denilebilir. Latincede bunlara magistratus denir. Bu sözcüğün İngilizcede uygun bir karşılığını bulamadığım için ikinci bölümde magistratus sözcüğünü kullanmaya devam edip bunların görevlerinden ve yetkilerinden söz edeceğim.

Bu bölümde, bu insanların kendilerini seçerek göreve atayan prensleriyle paylaşmaları gereken eğitim ve ahlaki duruştan bahsedeceğime göre -umarım kimseyi kızdırmadan- onlardan yönetici, esas yöneticilerden de egemen kral ve prensler olarak söz edeceğim. Bu insanların çok sayıda olmasının kamu yararına olduğunu, düzenin yararından bahsederken kısmen kanıtlamıştım. Büyük ve kalabalık bir ülkede prensin altında birçok (ve daha alt düzeyde) hükümet olması aklın ve sağduyunun gereğidir - ki, Aristo bunlara, asıl yöneticinin gözleri, kulakları, elleri, ayakları, der. Yine Aristo’nun dediği gibi, şayet bunlar en iyilerin arasından seçilirse, kimse ülkenin iyi yönetilemediğini söyleyemez. Mütevazı bir çevreden de olsa mükemmel bir ahlak ve bilgi birikimiyle tebarüz ederek seçilenler dahil, bunlar tapılası insanlardır. Ve bunların içinden çeşitli görevleri ifa edebilecek nitelikte pek çok insan çıkar.

Öncelikle, yaşam şartları veya davranışları itibariyle üstün olanların, eğer ahlaklıysalar, yönetimde daha saygın bir yere sahip olmaları gerekir.

İkincisi, bu insanlar kendi gelirleri olduğu için avanta ve rüşvete tevessül etmeyecek, yozlaşmayacaklardır.

Üçüncüsü, erdemli beyefendiler, kırsal kesimden gelenlere veya daha alt tabakadan olanlara kıyasla, genellikle daha hoşgörülü, cana yakın, itidalli ve yumuşaktır. Bunun tersi durum gayet nahoş ve utanç verici olur. Oysa tapınılası bir insana (yöneticiye), sert de olsa, tahammül etmek daha kolaydır; kimse ondan şikâyetçi olmaz, herkes ona itaat eder.

(…) Beşincisi, bu gibi adamlar aile geçindirmek ve çocuklarını istedikleri gibi okutmak için yeterince varlık sahibi olduklarından (talihleri yaver gittiği sürece) kendi çocuklarını da kamu yararına çalışmak üzere yetiştirebilir. Oysa varlıksız bir adamın aklından başka hiçbir şeyi olmayan oğlu, nadiren bu makamlara ulaşabilecek şartları haizdir.

Bütün bunlar, kamu yararına çalışmak niyetinde olan ve yetke sahibi herkes tarafından üstünde iyice düşünülerek, dikkatle uygulanmalıdır ki, o mevkide bulunmalarının tek nedeni de zaten budur.

Çocuklarını devlet yönetiminde görev almak üzere yetiştirmek isteyen okurlarıma derim ki, onları bu kitapta sözü edilen ilkeler çerçevesinde yetiştirirlerse, onurlu ve soylu insanlar yetiştirmiş olurlar.

Böylelikle onların yönetimleri altında olan her şey gelişecek ve mükemmeliyete ulaşacak, kendileri de -tıpkı pahalı bir kemerin üstündeki mücevher gibi- hayranlıkla anılacaklardır. Ve tüm bu gayretlerinin sonucu olarak, öldükten sonra ruhları Bağışlayıcı Tanrı tarafından eşsiz biçimde ödüllendirilecektir. Amin.

* Sör Thomas Elyot, The Book Named the Governor, John Hernaman and Ridgway and Sons, 1834.

Titus Livius’un İlk On Yılı Üzerine Söylev*
Niccolo Makyavelli

Makyavelli’nin büyük eseri Titus Livius’un İlk On yılı Üzerine Söylev’dir. Daha çok bilinen Prens, Konuşmalar’da oluşturulan politikanın genel prensiplerinin On Altıncı yüzyılın başlarındaki İtalya’ya özel uygulamasıdır. Her iki kitap da Floransa Cumhuriyeti’nin yıkılışının ardından Makyavelli’nin zorunlu emekliliğinden hemen sonra, 1513 yılında yazıldı. Cumhuriyet’te, şansölye yardımcısı, savaş ve içişleri bakanı olarak görev yapan Makyavelli (1469-1527), İtalya ve Avrupa’da devlet yönetimin işleyişini içerden gözlemlemiş, klasikleri derin bir biçimde okumuş, zamane hükümdar ve devletlerine ayna tutabileceğini düşündüğü antik tarihe özel ilgi göstermiştir.

Her ne kadar insanoğlunun suçlarken fevkalade hızlı, överken bir o kadar yavaş olan kıskanç fıtratı, yeni bir ilkenin keşfini de, tanıtımını da, neredeyse bilinmeyen kıta ya da denizlerde keşfe çıkmak kadar tehlikeli kılıyor olsa da, hepimizin ortak yararına olabilecek bir şeyi yapma arzusunun dayatmasıyla, daha önce kimsenin ayak basmadığı, lakin çabalarımı takdir edecek nazik insanların beni onaylayarak ödüllendirebilecekleri çetin ve zahmetli olabilecek yeni bir yol açmaya karar verdim...

Antik döneme gösterdiğimiz saygıyı ve evlerimizi süslemek için sahip olmaya can attığımız antik bir heykelin parçalarına ne kadar yüksek fiyatlar ödediğimizi yahut sanatçılara bu eserlerin kopyalarını yaptırdığımızı göz önüne alırsak ve diğer yandan antik krallık ve cumhuriyetlerin tarihindeki olağanüstü örnekleri, kendilerini ülkeleri için feda eden kralların, komutanların, vatandaşların ve kanun yapıcıların gösterdiği erdem ve bilgelik harikalarını görürsek, onları taklit etmek yerine sadece takdir ettiğimizi, antik erdemlerden hiçbir iz kalmayana dek onları ihmal ettiğimizi fark ederek hem şaşırır hem de acı çekeriz. Vatandaşlar arasında oluşan farklar yahut hastalıklar arttıkça antik dönemdeki hüküm ve reçetelere başvurulduğunu görürüz. Sivil yasalar onların hukukçularının verdiği kararlardan başka bir şey değildir ve bu yasaların oluşturduğu sistem asri hukukçuları onların kararlarına yönlendirir. Tıp bilimi, haleflerin kılavuz kabul ettiği antik doktorların tecrübesinden başka nedir ki? Bugün bir cumhuriyet kurmak, devleti yürütmek, bir krallığı yönetmek, bir ordu meydana getirmek, bir savaşa komuta etmek, adalet dağıtmak ve imparatorlukları genişletmek için antik örnekleri takip eden ne bir prens, ne bir cumhuriyet, ne bir komutan ne de bir vatandaş bulabilirsiniz! Eminim ki bu ihmalin sebebi eğitimimizin kötülüğünün dünyayı içine soktuğu zayıflıktan çok, çoğu Hıristiyan devletinde hâkim olan gururlu gevşekliğin sebep olduğu kötülükler ve gerçek mantığını kimsenin kavrayamadığı ve ruhunu kimsenin anlayamadığı muhafazakârlar hakkındaki bilgi eksikliğidir. Bu yüzden çoğu kişi sadece tarihi olayların çeşitliliğinden aldıkları zevk için bu eserleri okuyorlar ve bu asil hareketleri taklit etmek akıllarına bile gelmiyor; sanki gökler, güneş ve doğanın güçleri ile insanların davranışlarının ve güçlerinin düzeni değişmiş ve antik dönemden farklılaşmış gibi bunu sadece zor değil, aynı zamanda imkânsız buluyorlar.

Elimden geldiğince insanoğlunu bu hatadan uzaklaştırmak istediğimden, Titus Livius’un zamanın hoyratlığına rağmen eksiksiz olarak bugüne kadar gelen kitapları hakkında yazmanın uygun olacağını düşündüm; antik ve asri olayları karşılaştırdıktan sonra doğru biçimde anlaşılması gereken tüm meselelere değinmek istiyorum. Böylece bunları okuyanlar, tarih okumakla edinilen tüm semereleri elde edebilirler.

(…) Kendi ülkelerinin dinlerinin temellerini korumak, prensliklerin ve cumhuriyetlerin başındakilerin görevidir, çünkü böylece halklarının dindar kalmasını, iyi yönetilebilir ve birlik olmasını sağlayabilirler. Bu yüzden dinin yararına olan her şeyi (yanlış olduğu düşünülse bile) güçlendirmek için bunlar kabul edilmeli ve bunlardan yararlanılmalıdır; hükümdarlar ne kadar bilgeyse bunu daha çok başarabilir ve şeylerin doğal rotasını daha iyi anlayabilirler. Gerçekten de, ne kadar yanlış olsa da dinler tarafından kutsanan mucizelere duyulan inancı artıran akıllı adamların gözlemledikleri uygulamalar böyle olmuştur. Akıllı hükümdarlar, nereden ve nasıl kaynaklanmış olursa olsun, bu mucizelere gitgide artan bir önem verdiklerinden, otoriteleri halka güven vermiştir.

Elbette Hıristiyanlık başlangıçtan itibaren kurucusunun prensiplerini korumuş olsaydı, Hıristiyan devlet ve cumhuriyetler bugün olduklarından çok daha bütünleşmiş ve mutlu olurdu. Ayrıca dini çöküşün en büyük delili, insanların dinimizin merkezi olan Roma Kilisesi’ne ne kadar yakınlarsa, o kadar az dindar olmalarıdır. Bu dinin temel prensiplerini kim incelerse bu prensiplerin mevcut uygulamalardan ne kadar farklı olduğu görür ve dinin yıkılışının veya cezalandırmanın çok yakın olduğuna karar verir. Yine de İtalya’nın ilişkilerinin iyi durumda olmasının Roma Kilisesi’ne bağlı olduğunu düşünenler mevcut olduğuna göre, bu fikrin yanlışlığına dair aklıma gelen iki argümanı sunmak isterim; bu iki argüman bence en önemlileridir ve benim düşünceme göre tartışılmaz argümanlardır. Bunların ilki İtalya’daki tüm dini ve dindarlığı yok eden ve sayısız uygunsuzluğu ve düzensizliği beraberinde getiren kötücül Roma sarayı örneğidir; dinin hâkim olduğu yerde iyiliğin de hâkim olduğunu kabul edersek, nerede iyilik eksikse, orası için bunun tam tersini düşünebiliriz. Yani biz İtalyanlar dinsizleşmemizi ve kötülüğümüzü Roma Kilisesi’ne ve onun rahiplerine borçluyuz ama ona çok daha büyük bir borcumuz var, Kilise’nin bu ülkeyi parçalamış olması ve hâlâ bu şekilde tutması perişanlığımızın sebebidir. Bir ülke, ister Fransa ve İspanya gibi bir krallık, isterse bir cumhuriyet olsun, tek bir hükümetle yönetilmediği sürece asla birlikte ve mutlu olmaz: İtalya’nın aynı durumda olmamasının ve bir cumhuriyet yahut bir hükümdar tarafından yönetilmemesinin tek sebebi Kilise’dir, çünkü dünyevi bir saltanat elde etmesine ve hâlâ sahip olmasına rağmen ülkenin geri kalanını ele geçirip tüm İtalya’nın tek hükümdarı olacak güce veya cesarete sahip değildir. Diğer yandan öyle zayıftır ki, dünyevi gücünü kaybetmek korkusuyla, İtalya’da çok güçlenenlere karşı kendisini koruması için yabancı güçleri yardımına çağıramamaktadır.

(…) Antik dönemde insanların özgürlüğüne bugünkünden daha düşkün olduğu konusundaki görüşe gelirsek, bence bunun sebebi o dönemdeki insanların dinlerinin bizimkinden farklı olması nedeniyle farklı bir eğitim almaları ve bu yüzden de daha güçlü olmalarıydı. Bizim dinimiz bize gerçeği ve doğru hayat tarzını öğretirken onura ve bu dünyada sahip olduklarımıza daha az değer veriyor, oysa paganlar bu şeylere en yüksek iyilik değerlerini yüklüyordu, eylemlerinde daha enerjik ve vahşiydiler. Bunu o dönemdeki kurumlarda da görebiliriz, en başta bizim mütevazı kurbanlarımızı onların muhteşem kurbanlarıyla karşılaştırabiliriz; bizim kurban törenlerimiz muhteşem olmaktan çok, nazik ve ağırbaşlıdır, enerjik ve vahşi değildir; onların törenlerinde ise ihtişam ve gösteriş eksik olmaz, birçok hayvanın kurban edilmesinin vahşi ve kanlı doğası da eklendiğinde, bu korkunç görüntüye aşinalık insan doğasını bu kurban törenlerine benzer hale getirmiştir. Ayrıca pagan dini sadece ordu komutanları ve cumhuriyetlerin başkanları gibi büyük zaferler kazanan kişileri tanrılaştırmıştır; oysa bizim dinimiz eylemden uzak olan, mütevazı ve mütefekkir kişileri yüceltir. Yine bizim dinimiz en yüksek mutluluğu tevazuda, alçakgönüllülükte ve dünyevi nesneleri hor görmekte bulur; onların dini ise aksine, en yüksek iyiliği ruhun ihtişamında, bedenin gücünde ve insanı güçlü yapan diğer niteliklerde bulur; bizim dinimiz ruhani bir cesaret talep ederken bizi büyük işler yapmaktansa acı çekmeye yönlendirir.

Bence bu prensipler insanları zayıf hale getirdi ve Cennet ümidiyle, onlardan intikam almak yerine acılara dayanmaya meyilli insanları, kendilerini kolayca yönetebilecek daha kötü kalpli kişiler için kolay bir ava dönüştürdü. Dünya kadınsılaşmış ve gökler silahsızlandırılmış gibi gözükse de bu durumun sebebi sorgulanamaz biçimde, din olgusunu erdemlere değil kayıtsızlığa yoran insanların soysuzluğudur. Çünkü eğer dinimizin ülkemizi övmeye ve korumaya izin verdiği bize yansıtılsaydı, biz de ülkemizi sevmemiz ve onurlandırmamız gerektiğini görür ve onu savunmaya hazır olurduk.

(...) Böylece politik varlıklarını bozulmadan koruyabilmiş bu cumhuriyetler, vatandaşlarının hiçbirinin centilmen olmasına veya centilmen gibi davranmasına izin vermez, bunun yerine vatandaşları arasında tam bir eşitlik olmasını sağlar ve ülkede var olan lord ve centilmenlerin en kararlı düşmanlarıdırlar; şans eseri birini ellerine geçirirlerse sanki tüm çürümenin ve sorunların ana kaynağıymış gibi onu öldürürler.

Centilmen derken tam olarak ne kastedildiğini daha iyi açıklamak gerekirse, sahip olduğu çok sayıda mülkün getirdikleri sayesinde kendisini tarıma veya hayatını kazanmak için başka bir faydalı amaca adamayan, çalışmadan yaşayan kişilere “centilmen” diyoruz. Böylesi adamlar her ülkeye ve cumhuriyete zarar getirir, ancak diğer mülklerinin yanı sıra hükmettikleri bir şatoya ve emirlerine uyan bir tebaaya sahiplerse daha da tehlikeli olurlar. Napoli Krallığı’nda, Roma bölgesinde, Romagna’da ve Lombardiya’da böyle çok insan vardır; ne bu ülkelerde herhangi bir cumhuriyet kurulabilmiş ne de bu ülkeler düzgün bir politik varlığa sahip olabilmişlerdir, çünkü bu sınıfın insanları her yerde tüm sivil hükümetlerin düşmanı olmuştur. Böylesi bir yapıya sahip bir ülkede bir cumhuriyet kurmayı denemek bile imkânsızdır. Buralara düzen getirmenin tek yolu monarşik bir hükümet oluşturmaktır; çünkü insanların kanunu güçsüz kılacak kadar derinlemesine çürüdüğü bir yerde, güçlü olanların aşırıya kaçan tutkularına ve çürümüşlüklerine bir sınır koyabilmek için asalet sahibi, tam ve mutlak otoriteyle hükmedecek üstün bir güç gerekir.

O cumhuriyetin kurucularından veya kurumlarından, dininden ve askeri yapısından bahsetmeden önce Roma tarihinin ayrıntılarına bu kadar fazla girmem belki bazılarına ifrat gelebilir. Bu sorunları anlamak isteyenlerin arzularını daha fazla ertelemek istemediğimden şunu söylemek istiyorum: Romulus gibi bir sivil toplum kurucusunun önce kendi kardeşini öldürmesini ve sonra kraliyet otoritesini onunla paylaşmak üzere seçilmiş olan Titus Tatius’un ölümüne izin vermesini bazıları kötü bir örnek olarak görebilir; bu örnekten yola çıkarak vatandaşların da prenslerini örnek alarak, hükmetme tutku ve arzusuyla otoritelerine karşı çıkanları yok edebileceği sonucuna varılabilir. Romulus’un bu cinayeti işlerken güttüğü amacı dikkate almasak bu fikir doğru olabilirdi. Ama genel bir kural olarak bir cumhuriyet veya monarşinin, tek bir kişi tarafından yürütülmediği sürece, sağlam biçimde inşasının veya eski kurumlarında tam bir reform yapılmasının imkânsız yahut istisnai durumlarda mümkün olduğunu kabul etmeliyiz, hatta böyle bir yapıyı tasarlayan kişinin onu tek başına gerçekleştirmesi gereklidir. Bu yüzden bir cumhuriyette kendi çıkarını değil, halkın iyiliğini düşünen, ülkesini vârislerine tercih eden akıllı bir kanun koyucu tüm otoriteyi kendisinde toplamalıdır; bilge bir kişi de bir krallık kurmak veya bir cumhuriyet oluşturmak amacıyla olağandışı yöntemler kullanan birini asla kınamamalıdır. Eylemlerinin suçladığı kişiyi sonuçlar affettirebilir; Romulus’un durumunda olduğu gibi sonuç iyiyse suçlar affedilebilir. Zarar vermek amacıyla şiddet uygulayanlar suçlanabilir ama faydalı amaçlarla şiddet uygulayan suçlanamaz.

(…) İnsanların kendilerine miras ya da hediye yoluyla verilmediği sürece, güç veya hile kullanmadan kötü koşullardan yüksek makamlara erişmesinin nadiren gerçekleştiğine inanırım. Ayrıca gücün tek başına yeterli olmadığına ama kurnazlığın çoğunlukla tek başına amacına ulaştığına inanırım; kötü veya ortalama koşullardayken bir tahta sahip olan ve büyük imparatorluklar kuran Makedonyalı Philip’in veya Sicilyalı Agathocles’in ve benzerlerinin hayatlarını okuyan herkes bunu görür. Xenephon, Cyrus’un Hayatı adlı eserinde aldatmanın başarı için gerekli olduğunu gösterir: Cyrus’un Ermenistan kralına karşı yaptığı ilk sefer hilelerle doludur, bu krallığı güç ile değil, sadece hileyle ele geçirmiştir. Xenophon’un vardığı tek sonuç, büyük şeyler başarmak isteyen bir prensin aldatmayı öğrenmesi gerektiğidir. Cyrus ayrıca dayısı olan Med kralı Cyaxares’e de çok çeşitli hileler yapmıştır; Xenophon bu hileler olmadan Cyrus’un elde ettiği büyüklüğe asla ulaşamayacağını göstermiştir. Mütevazı koşullara sahip birinin de sadece açık güç kullanımı ile büyük güçlere kavuşabileceğine inanmam ama sadece aldatma ile başarılı olan çok sayıda kişi vardır, örneğin Giovanni Galeazzo Visconti, Lombardiya devletini ve egemenliğini amcası Messer Bernabo’dan hile ile almıştır. Prenslerin yükseliş dönemlerinin başında yapmak zorunda kaldıklarını cumhuriyetler de yeterince güçleninceye kadar, yani sadece gücün yeterli olduğu zaman gelene kadar yapmak zorundadır. Roma büyümesini devam ettirmek için şansıyla veya seçimleriyle her türlü vasıtayı kullandığı gibi, aldatmaktan da asla çekinmemiştir; yukarıda açıkladığımız gibi, Latinlere ve diğer komşu milletlere yaptığı gibi, milletleri dostu ve müttefiki haline getiriyormuş gibi yaparak kölesi haline getirmek yolunu seçmekten daha büyük bir hile de kullanamazdı.

(…) Ülkenin güvenliği, verilmesi gereken bir karara bağlı olduğunda adalet veya adaletsizlik, insanlık veya zalimlik, zafer yahut utanç konusunda düşünmeye gerek yoktur. Tüm düşünceler bir kenara atılmalı ve tek bir soru sorulmalıdır: Ülkenin varlığı ve özgürlüğü hangi yolla kurtarılabilir? Fransızlar bu düsturu hem sözleriyle hem de eylemleriyle uygulayarak kralları majestelerini ve Fransa’nın yüceliğini korur, kralları hakkında onur kırıcı herhangi bir şey duymak sabırlarını taşırıverir. Çünkü krallarının iyi veya kötü talih getiren hiçbir kararı yüzünden utanca düşemeyeceğini söylerler - galip veya mağlup olması sadece kralı ilgilendirir.

* Niccolo Machiavelli’nin Tarihi, Siyasi ve Diplomatik Yazıları, (çev.) C. E. Detmold, Boston ve New York: Houghton Mifflin Company, 1891, II. cilt, s. 93-4, 120-1, 129-131, 210-1, 232-3, 259, 421.

Prens*
Niccolo Makyavelli
Floransa Bakanı ve yurttaş Niccolo Makyavelli’den muhteşem Lorenzo De Medici’ye25

Floransa Bakanı ve yurttaş Niccolo Makyavelli’den muhteşem Lorenzo De Medici’ye25

Bir prensin gözüne girmek isteyenlerin yaygın davranışı, sahip oldukları en değerli ya da onun hoşuna gideceğini sandıkları nesneleri sunarak ona yaklaşmaktır; böylece prenslere sık sık atlar, silahlar, altın işlemeli kumaşlar, değerli taşlar ve büyüklüklerine uygun benzeri süsler sunulur. Zat-ı şahanelerine bağlılığımın bir tanıklığını sunmak istediğimde, dağarımda büyük adamların eylemlerine ilişkin bilginin dışında değerli bir şey bulamadım; çok önem verdiğim bu bilgiyi, çağdaş olaylara ilişkin uzun bir deneyimle26 ve eskileri27 sürekli olarak okumak yoluyla edindim. Bunları büyük bir özenle uzun uzadıya değerlendirip, inceledikten sonra şimdi küçük bir kitapta derleyerek zat-ı şahanelerine sunuyorum.28

Bu kitabın zat-ı şahanelerine sunulmaya değer olmadığını düşünmekle birlikte, yine de onun [prensin] insancıl yönünün, benim uzun yıllar boyunca ve nice sıkıntılar ve tehlikeler pahasına öğrendiklerimi onun kısacık bir süre içinde anlayabilmesini sağlamaktan daha büyük bir armağan sunamayacağımı dikkate alarak, bu armağanı kabul edeceğine inanıyorum. Bu yapıtı uzatılmış değerlendirmelerle, tumturaklı, gösterişli sözcüklerle ya da birçoklarının yazdıklarını açıklamak, süslemek için kullandıkları bezeklerle, konu dışı süslerle süslemedim, bunlarla doldurmadım, çünkü bu yapıt ya hiç saygınlık görmesin ya da yalnızca konusunun değişikliği ve önemiyle kendini kabul ettirsin istedim. En alt konumdaki birinin29 prenslerin yönetimini incelemek ve tartışmak yürekliliğini göstermesinin de ukalalık olarak değerlendirilmesini istemiyorum, çünkü doğa resmi yapanların dağların, yüksek yerlerin yapısını gözlemlemek için aşağıdaki ovaya inmeleri, alçak yerlerin yapısını gözlemlemek için dağların tepesine çıkmaları gibi, halkların yapısını iyice anlamak için prens olmak, prenslerin yapısını iyice anlamak için de halktan olmak gerekir.

Zat-ı şahanelerinin bu küçük armağanı, kendilerine gönderdiğim bu duygularla kabul etmelerini diliyorum; eğer özenle incelenip okunacak olursa, zat-ı şahaneleri, talihin30 ve kendi değerlerinin vaat ettiği büyüklüğe erişecekleri konusunda beslediğim sonsuz isteği göreceklerdir. Ve zat-ı şahaneleri, yüceliklerinin doruğundan kimi kez gözlerini aşağıdaki bu yerlere çevirecek olurlarsa, nasıl haksız yere sürekli ve büyük bir talihsizliğe katlanmak zorunda olduğumu öğreneceklerdir. Niccola Machiavelli.

İnsanların ve özellikle de prenslerin övülmelerine veya yerilmelerine yol açan şeyler

1. Şimdi de bir prensin uyruklarına ve dostlarına31 karşı nasıl bir tutum ve davranış içinde olması gerektiğini görelim. Bu konuda birçok kişinin yazdığını bildiğimden, aynı konuda ben de yazınca, kendini beğenmiş sayılmaktan korkuyorum, çünkü özellikle bu konun tartışılmasında başkalarının izlediği yoldan ayrılıyorum. Ama amacım, anlayana yararlı olacak şeyler yazmak olduğuna göre, konunun tasarımı yerine, var olan gerçekliğinin peşinden gitmek daha tutarlı geldi bana.32 Birçok kişi, kimsenin görmediği, varlığı bilinmeyen prenslikler ve krallıklar tasarlamıştır;33 nasıl yaşanması gerekenle gerçekten yaşanan arasında öyle büyük bir ayrım vardır ki, var olan yerine olması gerekenin peşine düşen kişi, kurtuluşunu değil, yıkımını öğrenmiş olur, çünkü her zaman iyi olmak isteyen birinin, bunca iyi olmayan arasında yıkıma uğraması kaçınılmazdır. Bu nedenle, iktidarda kalmak isteyen bir prensin iyi olmamayı öğrenmesi, böyle davranması, gerektiğinde de böyle davranmaması gerekir.

2. Öyleyse, bir prensle ilgili olarak tasarlanan şeyleri bir kenara bırakarak gerçekleri tartışırsak, bütün insanlara, özellikle de daha yüksek konumda olan prenslere, onlardan söz edildiğinde, onlara yergi ya da övgü getiren kimi nitelikler yüklendiğini söyleyebilirim. Böylece kimi eli açık, kimi cimri (burada Toscana dilinde bir sözcük kullanıyorum,34 çünkü bizim dilimizde avaro çalarak elde eden anlamına da gelir, kendi malını kullanmaktan aşırı kaçınana is misero deriz) bilinir; kimi verici, kimi gözü doymaz bilinir; kimi acımasız, kimi yufka yüreklidir; kimi yalancı, kimi dürüsttür; kimi kadınsı ve ödlek, kimi korkusuz ve yüreklidir; kimi insancıl, kimi kibirlidir; kimi hovarda, kimi namusludur; kimi saf, kimi kurnazdır; kimi çetin, kimi yumuşaktır; kimi ağırbaşlı, kimi hafiftir; kimi dindar, kimi zındıktır vb.

3. Ve biliyorum ki, yukarıda yazılı niteliklerden iyi olanların tümünün de bir prenste bulunmasının övgüye değer olduğunu herkes kabul edecektir ama bunların tümü bulunamayacağına, bulunsa bile insan doğası bunlara tümüyle uymayı engelleyeceğine göre, prensin devletini yitirmesine yol açacak kusurların utancından kaçınmayı bilecek denli uyanık olması gerekir; devletini yitirmesine yol açmayacak olanlardan da elinden geliyorsa kaçınması doğru olur ama elinden gelmiyorsa fazla önemsemeden kendini verebilir bunlara. Hele onlar olmaksızın devletini zorlukla kurtarabileceği kusurların doğurduğu utançtan gocunmasın, çünkü her şeyi iyi değerlendirecek olursa, erdem gibi gözüken bir şeye uymasının onun için yıkım olacağı, kusur gibi görünen bir başka şeye uymasının ise ona güvenlik ve dirlik getireceği görülür.

Acımasızlık ve merhamet: Korkulan biri olmaktansa sevilen biri mi olunmalıya dair

1. Yukarıda belirtilen öbür özelliklere gelince, her prensin acımasız değil, merhametli olmak istemesi gerektiğini söylüyorum. Ancak bu merhameti asla kötüye kullanmamalıdır. Cesare Borgia35 acımasız bilinirdi ama bu acımasızlık Romagna’yı düzene sokmuş, birleştirmiş, barış ve dirlik getirmişti. Bu durum iyice dikkate alınırsa, onun acımasız damgasını yememek için Pistoia’nın36 yıkımına göz yuman Floransa halkından çok daha merhametli olduğu görülür. Bu nedenle halkını birlik içinde ve kendine bağlı kılmak isteyen bir prensin acımasız gibi kötü bir sıfattan gocunmaması gerekir, çünkü çok az sayıda örnekle37, ölümlere ve yağmaya yol açan karışıklıkların sürmesine aşırı merhamet yüzünden göz yumanlardan çok daha merhametli olur, çünkü bunlar38 toplumun tümünü etkiler, prensin uygulamaları ise bir tek kişiye zarar verir. Ve prensler arasında, yeni pens olanlar acımasız sıfatından kaçınamazlar, çünkü yeni devletler tehlikelerle doludur. Ve Vergilius, Dido’nun39 ağzından şöyle der:

Res dura, et rengi novitas me talia cogunt

Moliri, et late fines custode tueri.40

Yine de inanmakta41 ve eyleme geçmekte ağır olmalı, kendinden42 korkmamalı, sağduyu ve insancıllığın gerektirdiği ılımlılıkla davranmalıdır ki, aşırı güven onu umursamaz, aşırı güvensizlik ise çekilmez kılmasın.

2. Bundan bir tartışma doğar: Korkulmaktansa sevilmek mi iyidir, yoksa sevilmektense korkulmak mı? Yanıt ikisinin de gerekliliğidir ama bu ikisini bir araya getirmek zor olduğu için, bu ikiliden birinden yoksun kalınacaksa, sevilmektense korkulmak daha güvencelidir. Çünkü insanlar konusunda genel olarak şu söylenebilir: Nankör, kaypak, içtenpazarlıklı, sinsi, tehlike karşısında korkak, para canlısı olurlar; yukarıda dediğim gibi, tehlike uzaktaysa, onlara iyilik ettiğin sürece senin yanındadırlar, kanlarını, mallarını, yaşamlarını, çocuklarını verirler sana ama tehlike yaklaşınca yüz çevirirler. Ve yalnızca onların sözüne güvenmiş olan prens, başka hazırlıklardan yoksun kaldığı için yıkıma uğrar, çünkü gönül yüceliği ve soyluluğu yerine parayla sağlanan bir dostluk, satın alınmış dostluk olup sürekli değildir, gerekli olduğunda kullanılamaz. Ve insanlar, kendini sevdiren birinden çok, kendinden korkutan birine zarar vermekten çekinirler, çünkü sevgi bir gönül borcu bağına dayanır ve insanlar kötü oldukları için, kişisel çıkar söz konusu olduğunda bu bağ kopuverir; oysa çekinme, insanı hiç terk etmeyen ceza korkusuna dayanır.

3. Bununla birlikte prens, sevgi sağlayamasa bile nefretten kaçınacak biçimde korku salmalıdır, çünkü korkulmak ve nefret edilmemek pekâlâ bir araya gelebilir; kentlilerinin, uyruklarının mallarına ve karılarına elini sürmedikçe bu durum gerçekleşir hep. Ama yine de birinin canına kıyması gerekirse, bunun uygun bir gerekçesi ve açık bir nedeni olmalıdır ama özellikle başkasının malına el uzatmaktan kaçınmalıdır, çünkü insanlar babalarının ölümünü mal varlıklarının kaybından daha çabuk unuturlar. Sonra başkasının malına el koymak olanağı hiç eksik olmaz ve yağmayla yaşamaya başlayan biri, başkasının malına el koymak için gerekçe bulur; bunun tersine, can almak için gerekçe daha azdır ve kısa sürede ortadan kalkar.

4. Ama prens ordularının başında olduğu ve çok sayıda askeri yönettiğinde, acımasız sıfatından hiç gocunmaması gerekir, çünkü bu sıfat olmaksızın ordusunu ne birlik için tutabilir, ne de silahlı bir çatışmaya hazır kılabilir. Annibal’in43 hayranlık uyandıran işleri arasında, çok sayıda ırktan insana yer veren çok büyük bir orduyla yabancı topraklarda savaşırken, işler rastgittiğinde de, ters gittiğinde de askerler arasında bir uyuşmazlık çıkmaması ya da askerlerin prense karşı gelmemeleri de sayılır. Bu sonuç onun insanlık dışı acımasızlığından başka bir şeyden kaynaklanamazdı, bu acımasızlık sayısız erdemleriyle birleşince askerlerinde hep saygı uyandırmış, onların gözlerini korkutmuştur; bu özelliği olmasaydı, öteki erdemleri bu sonuca ulaşmasına yetmezdi. Oysa bunu dikkate almayan yazarlar44, bir yandan onun yaptıklarını över, bir yandan da yaptıklarının temel gerekçesini kınarlar.

5. Öteki erdemlerin yetersiz olacağının kanıtı, yalnızca çağının değil, bilinen olaylar tarihinin de eşine az rastlanır kişilerinden Scipione’dir.45 Askerler İspanya’da ona başkaldırmıştır. Bunun nedeni, askerlerine askerlik düzeniyle bağdaşmayacak oranda serbestlik tanımasına yol açan aşırı hoşgörüsüdür. Bu tutumunu Fabius Maximus senatoda eleştirmiş ve onu Roma ordusunu yozlaştırmakla suçlamıştı. Ve Locri46 kenti de onun bir görevlisi tarafından yıkıldığında ne bunun öcünü aldı, ne de o görevlinin suçunu cezalandırdı; bütün bunlar onun gevşek yapısından kaynaklanıyordu. Öyle ki, senatoda onu haklı çıkarmak isteyen biri, birçok kişinin hataları47 cezalandırmaktan çok, hata yapmaktan kaçınmayı bildiğini söyledi. Komutanlığı sırasında böyle davranmayı sürdürseydi, bu yapı Scipione’nin ününü, şanını zedelerdi ama senatonun denetimi altında yaşadığı için bu zararlı özelliği gizlemekle kalmayıp şanını da artırdı.

6. Korkulmak ve sevilmek konusunda dediklerime dönerek şu sonuca varıyorum ki, insanlar kendi isteklerine göre sevip prensin isteğine göre korktuklarına göre, bilge bir prensin başkalarının olan bir şeye değil, kendinin olan bir şeye dayanması gerekir. Ancak, belirtildiği gibi, nefret uyandırmaktan kaçınması gerekir.

Prensler verdikleri sözleri nasıl tutmalıdırlar?

1. Bir prensin sözünün eri olmasının ve hile yapmayıp dürüst bir yaşam sürmesinin ne denli övülesi olduğunu herkes bilir; Bununla birlikte, deneyler, verdikleri sözü fazla önemsemeyen kimi prenslerin günümüzde büyük işler başardıklarını, yaptıkları hilelerle insanların akıllarını çeldiklerini gösteriyor; bunlar sonuçta, dürüstlüğü benimsemiş olanlara üstün gelmişlerdir.

2. Öyleyse, savaşmanın48 iki yolu olduğunu bilmeniz gerekir: Biri yasalarla, öteki kaba güçle. İlki insana özgüdür, ikincisi hayvanlara. Ama ilki çoğu kez yeterli olmadığı için ikinciye başvurmak gerekir. Bu nedenle, bir prensin insanı da, hayvanı da iyi kullanmayı bilmesi gerekir. Eski yazarlar, Akhilleus ile eski penslerin çoğunun yetiştirilmek için kentaur Kheiron’a49 verdiklerini yazarak, prensler bu odluyu kapalı bir biçimde öğretmişlerdir. Yarı insan, yarı hayvan bir eğitmene sahip olmanın, bir prensin bu iki yapıyı da kullanmayı bilmesi gerektiğinden başka bir anlamı yoktur; ve bunlardan biri olmazsa, öteki de sürekli olmaz.

3. Bir prensin hayvan gibi davranmayı iyi bilmesi gerektiğine göre, hayvanlar arasından tilki ile aslanı seçmelidir, çünkü aslan kendini tuzaktan koruyamaz, tilki de kendini kurttan koruyamaz. Bu nedenle, tuzakları tanımak için tilki, kurtları korkutmak için de aslan olmak gerekir. Yalnızca aslanlık etmek isteyenler bu işten anlamıyorlar demektir. Demek ki, sağduyulu bir prens, eğer verdiği sözü tutmak kendine zarar verecekse ve söz vermesine yol açan gerekçeler ortadan kalkmışsa bu sözü tutamaz ve tutmamalıdır da,50 İnsanların tümü iyi olsaydı, bu öğüt iyi olmazdı ama kötü oldukları ve sana verdikleri sözü tutmayacakları için senin de verdiğin sözü tutman gerekmez. Ve sözünü tutmayan bir prens, hiçbir zaman haklı gerekçe bulmakta sıkıntı çekmez. Bu konuda sayısız güncel örnek verilerek, prenslerin sözlerinden dönmeleri yüzünden kaç barışın, kaç sözün boşa gittiği gösterilebilir. Tilki gibi davranmayı bilen, hep daha iyi sonuca ulaşmıştır. Ama bu yapıyı51 iyice allayıp pullamayı, göz boyamayı ve renk vermemeyi iyi bilmek gerekir. Ve insanlar böyle sıradan olurlar, güncel gereksinimlere öyle kolay boyun eğerler ki, aldatmak isteyen hep aldanacak birini bulur.

4. Yeni örneklerden birini anmadan geçmek istemiyorum. VI. Alexander52 insanları aldatmanın dışında bir şey yapmamış, bir şey düşünmemişti ve her zaman bunu uygulayabileceği birilerini bulmuştu. Hiç kimse bir şeyi ondan daha büyük bir heyecanla savunup, ateşli antlar içip, sonra da unutmaya kalkmamıştır53; yine de aldatmacaları hep istediği amaca ulaşmıştır, bunun nedeni dünyanın bu yönünü çok iyi bilmesidir.

Demek ki, bir prensin yukarıda belirtilen niteliklerin tümüne sahip olması gerekli değildir ama bunlara sahipmiş gibi görünmesi gerekir. Dahası, bunlara sahip olmak ve sürekli olarak uymak zararlıdır derim ama sahipmiş gibi görünmek yararlıdır. Bağışlayıcı, sözünün eri, insancıl, dürüst, dindar görünmek ve olmak gibi ama aklını öyle ayarlamalısın ki, gerektiğinde tersine dönmeyi bilmelisin54. Ve şunu da belirtmeli ki, bir prens, özellikle de yeni bir prens, insanları iyi kılan bütün bunları uygulamaz, çünkü devleti ayakta tutabilmek için, çoğu kez verdiği söze, iyiliğe, insanlığa, dine karşı çıkmak zorunda kalabilir. Bu nedenle, talihin rüzgârlarına ve değişen durumların gereklerine ayak uydurabilecek bir düşünce yapısına sahip olmalıdır ve yukarıda da değindiğim gibi, elinden geldiğince iyilikten uzaklaşmamalı, ama gerektiğinde kötüye başvurmayı da bilmelidir.

5. Demek ki bir prens yukarıda belirtilen beş nitelikle bağdaşmayan bir sözcüğün hiçbir zaman ağzından çıkmamasına büyük özen göstermelidir ve kendisini görüp dinleyenlere tepeden tırnağa bağışlayıcı, tepeden tırnağa inançlı, tepeden tırnağa dürüst, tepeden tırnağa insancıl, tepeden tırnağa dindar görünmelidir. Ve en önemlisi de, en sondaki niteliğe sahipmiş gibi görünmektir. İnsanlar genellikle elleriyle değil, gözleriyle değerlendirme yaparlar, çünkü herkes görür, ama ne olduğunu çok az kişi duyumsar. Senin neye benzediğini herkes görür ama ne olduğunu çok az kişi duyumsar ve bu çok az kişi, devlet gücünün koruması altındaki çoğunluğun görüşüne karşı çıkmaya cesaret edemez ve insanların eylemlerinde, özellikle de başvurulacak bir üst mahkemenin bulunmadığı prenslerin eylemlerinde sonuca bakılır. Bu nedenle, bir prens devleti ele geçirecek ve elinde tutacak gibi davranmalıdır. Başvuracağı yollar hep saygın sayılacak, herkesçe övülecektir, çünkü sıradan insan hep görünüşten, bir işin sonucundan etkilenir ve dünya sıradan insanlarla doludur ve çoğunluğun dayanacak bir yeri olduğunda, azınlığın bir önemi yoktur55. Adını anmanın doğru olmayacağı günümüzdeki prenslerden biri56 hep barıştan, inançtan söz eder, oysa ikisinin de en büyük düşmanıdır; bunlardan birine uysaydı, birçok kez saygınlığını ya da devletini yitirirdi.57

Kuzey İtalya’nın Piacenza kentinde doğan Lorenzo (Laurentius) Valla, bir hukukçunun oğludur. 1431’de rahip olmuş, papalıkta sekreterlik görevi istemiş, o mümkün olmayınca Pavia kentinde hitabet hocalığı yapmaya başlamıştır. Valla’nın ilk vukuatının zamanının büyük hukukçularından olduğu kabul edilen Bartolus de Saxoferrato’nun Latincesine saldırısı olduğu anlaşılmaktadır. Pavia’da kalmasını zorlaştıran bu olay üzerine, bir üniversiteden diğerine geçen Valla, 1433’te Napoli’ye gider, Sicilya, Aragon ve Napoli Kralı V. Alfonso’nun “Latince özel sekreteri” olur. Napoli’de ilahiyat üzerine demeçleriyle yıldırımları üzerine çeken Valla, Symbolum Apostolorum [Havarilerin Amentüsü] olarak bilinen dokümana ilişkin iddiaları nedeniyle dava edilir. Ancak, Lorenzo Valla’nın (1406?-1457) Konstantin Bağışı58 konulu demeci, Orta Çağın sahte dokümanlarına ilişkin eleştirilerinin en ünlüsüdür. Latince sekreteriyken yazdığı bu eser, papanın daha fazla İtalyan toprağı almasına karşı kral tarafından başlatılan kampanyanın bir parçası olarak düşünülmelidir. Günümüzde Sekizinci yüzyılda papa şansölyeliği tarafından uydurulduğuna inanılan bağış, İmparator Konstantin’in cüzamlıyken iyileştirilmesi üzerine hissettiği minnettarlıkla Roma İmparatorluğu’nun batıdaki yarısını Papa I. Sylvester’e hediye ettiğine dair bir kayıttır. Valla’nın bu yazı yüzünden Engizisyon’la başının derde girmekle birlikte, kendisi daha sonra Papa V. Nikolas’ın kâtibi olmayı başarmıştır.

* Niccolo Machiavelli, Prens, Sunuş Mektubu, Bl. XV, XVII, XVIII, Oğlak Yayınları, 2000, İtalyanca aslından çeviri: Rekin Teksoy

Konstantin Bağışı Sahtekârlığı*
Lorenzo Valla

Uzun zamandır bazı kulakların Roma’daki Papalığa yapacağım saldırıyı duymayı beklediğini biliyorum. Ya miskin cahillik ya da putların kölesi olan kaba tamahkârlık yüzünden yahut da zulümle birlikte anılan imparatorluğun gururundan dolayı, gerçekten de çok büyük bir saldırı bu. Birkaç yüzyıldır Konstantin Bağışı’nın sahte ve düzmece olduğunu biliyorlar yahut da düpedüz kendileri böyle bir düzmece yarattılar ve aynı hilekârlık yolunda yürüyen vârisleri de eskiler gibi, yanlış olduğunu bildikleri şeye doğru dediler; böylece majesteleri Papalık makamının şerefini ayaklar altına aldılar, eski papaların hatırasını ayaklar altına aldılar, Hıristiyan dininin şerefini ayaklar altına aldılar; hepsini cinayetlerle, felaketlerle ve cürümlerle utandırdılar. Roma şehrinin, Sicilya ve Napoli krallıklarının, tüm İtalya’nın, Galya’nın, İspanya’nın, Almanya’nın, Britanya’nın hatta tüm Batı’nın kendilerinin olduğunu iddia ettiler; tüm bunların bağışın sonucu olduğunu ileri sürdüler. Yani bunların hepsi sizin mi Papa Hazretleri? Amacınız tüm bunları geri almak mı? Batıdaki tüm kralların ve prenslerin tüm şehirlerini soymak veya size yıllık bir haraç vermeye zorlamak mı istiyorsunuz, planınız bu mu?

Aksine, ben prenslerin elinizde tuttuğunuz imparatorluğu yağmalamasının daha adil olacağını düşünüyorum. Göstereceğim gibi, yüce Papalık makamının haklarını dayandırdığı bağış ne Sylvester ne de Konstantin tarafından biliniyordu. (...)

Konstantin’in böyle bir “bağış” yapmasının özünde imkânsız olduğunu açıkladıktan sonra Valla şöyle devam eder:

Gelin düşünelim! Sylvester hiçbir zaman bunlara sahip oldu mu? Kim onun mülklerini elinden aldı? Bunlara kalıcı olarak sahip değildi, ardıllarından hiçbiri de sahip değildi, en azından Büyük Gregorius’a kadar; hatta o bile sahip değildi. Sahip olmayan ve sahip olduklarının elinden alındığını ispatlayamayan kişi asla sahip olmamış demektir, sahip olduğunu söylüyorsa çılgındır. Görüyorsunuz, sizin bile çılgın olduğunuzu ispatladım! Aksi doğruysa kim papayı topraklarından sürdü? Konstantin’in kendisi mi, oğulları mı yoksa başka bir Sezar mı? Sizi kovanın adını verin, tarihi verin, papanın ilk kovulduğu yeri, bir sonrakini, sırasıyla ondan sonrakileri söyleyin...

Bu olaylara tek bir tanık, bir yazar gösterip gösteremeyeceğinizi soruyorum. Tanık yok, diyorsunuz. İnsanlardan hiç bahsetmeden Sylvester’in muhtemelen sığırlara bile sahip olduğunu söylemekten hiç utanmıyor musunuz?

Madem yapamıyorsunuz (hiçbir şeyi ispat edemiyorsunuz), ben kendi adıma hayatının son gününe kadar Konstantin’in ve sırasıyla ondan sonraki tüm Sezarların (Roma İmparatorluğu’na) sahip olduğunu göstereceğim, böylece mırıldanacak bir şeyiniz bile kalmayacak...

Roma şehrindeki anıt ve tapınaklardan bahsetmesek bile, Hıristiyan olduktan sonra Konstantin adına basılan altın paralardan bazıları bugün hâlâ mevcut, üzerlerindeki yazı Yunanca değil, Latince ve ondan sonraki neredeyse tüm imparatorların paraları da öyle. Elimde olanların çoğunda haçın altında şu yazı var: Concordia Orbis [Dünya Barışı]. Roma’ya hükmetmiş olsaydınız ne çok sayıda yüce Papalık parası da bulunurdu! Ama ne altın ne gümüş hiç para bulunamadı, bunları gördüğünü söyleyen kimse de yok. Ayrıca o dönemde Roma’yı yöneten her kimse kendi parasını basmış olmalıydı: Şüphesiz papa da bu paranın üstüne Kurtarıcımızın (Hz. İsa) ya da Petrus’un (havari) resmini işletirdi...

Daha sonra Valla, dokümanın kendisini inceliyor ve belgedeki delillere dayanarak sahte olduğunu görüyor:

Rahiplerin başı yerine “rahiplerin üzerindeki baş” diyen, aynı cümlede hem extiterit hem de existat diyen (anlamlarını, çekimlerini ve zamanlarını karıştırmış), “tüm dünyada” dedikten sonra başka bir şey eklemek isterken “tüm dünyanın” diyen veya dünyanın önemli bir bölümü Roma’ya bağlı değilken dünyanın bir parçası olan göğü Roma’ya bağlayan, ikisi bir arada bulunamayacak olmasına rağmen Hıristiyanların “inancını” ve “kararlılığını” sağlamak arasında bir fark gözeten, “takdir” ile “emir”i birbirine karıştıran (sahtekârın) dilindeki barbarlıktan bahsetmeyeceğim.

(...) Henüz bir Patriklik veya Piskoposluk olmayan, hatta bir Hıristiyan şehri bile olmayan, henüz “Konstantinopolis” adını almamış, hatta kurulmamış ve hatta planlanmamış bir şehirden Patrikliğe bağlı bir Piskoposluk olarak bahsetmek son derece saçma ve de eşyanın tabiatına aykırıdır! Bu “ayrıcalığın” Konstantin Hıristiyan olduktan üç gün sonra verildiğini yazmaktadır; ancak o dönemde o bölgenin adı Konstantinopolis değil, Byzantium’dur. (...)

(Dokümanda Konstantin’e şöyle söyletilmiştir: “Kutsal havariler Petrus ve Pavlus’un kiliselerine ışık sağlamak için sahibi olduğumuz, kendine bağlı topraklar olan mülkleri bağışladık ve onları farklı objelerle zenginleştirdik.” Valla şunları söylüyor:) Seni alçak herif! Roma’da Petrus ve Pavlus’a adanmış kiliseler, yani tapınaklar mı vardı? Onları kim inşa etmişti? Tarihin bize söylediğine göre Hıristiyanların gizli ve korunan buluşma yerlerinden başka hiçbir şeyleri yokken tapınak inşa etmeye kim cüret edebilirdi? Eğer Roma’da bu havarilere adanmış tapınaklar varsa bunlar için bu kadar büyük aydınlatmalar gerekmezdi; olsa olsa küçük şapellerdi bunlar, büyük mabetler değil, küçük ibadet yerleriydi; tapınak değil, insanların evlerindeki özel kiliselerdi, kamuya açık ibadet yerleri değil. Ortada tapınak yokken tapınak aydınlatmasına da gerek yoktu.

(...) Aslında bu kadar bariz olan bir konuda neden daha fazla konuşayım ki? Sadece Konstantin’in böylesi mülkleri bağışlamadığını, Roma’daki Papalığın da onlara yazılı emir sayesinde sahip olmadığını iddia etmekle kalmıyorum; bunlar doğru olsa bile mülk sahiplerinin suçları yüzünden bu hakkın da geçersiz olacağını iddia ediyorum, çünkü biliyoruz ki tüm İtalya’daki ve birçok diğer bölgedeki katliam ve yıkımın tek kaynağı onlardır...

Bu yüzden Tanrı’ya olan inancım sayesinde hiç kimseden korkmadan şunu ilan ediyor ve bağırıyorum açıkça: Benim zamanımda yüce Papalıkta sadık ve basiretli hiçbir vekil kalmamıştır, Tanrı’nın evindekilerin karnını doyurmakla o kadar meşguller ki, onun bir lokma ekmek olduğunu unutup yemek olarak okuyorlar! Papa da barışçı insanlarla şahsen savaşıyor ve devletlerle prensler arasına nifak tohumları ekiyor... Papa sadece cumhuriyetin sırtından zenginleşmiyor, yaşlı Simon Magus’un yapmaktan iğreneceği biçimde Kilise’nin ve Kutsal Ruh’un sırtından da zenginleşiyor. Bu durum kendisine hatırlatıldığında ve ara sıra iyi insanlar tarafından azarlandığında bunu inkâr etmeyip açıkça kabul ediyor ve Kilise’ye Konstantin tarafından verilen mirası işgalcilerden geri almak için gereken her şeyi yapmakta özgür olduğunu söyleyerek böbürleniyor...

Papanın sezarın da değil, sadece Mesih’in vekili olacağı zamanları görmeyi çok istiyorum, özellikle de bu benim görüşlerim sayesinde gerçekleşirse; keşke görebilsem! “Kilisenin çetesi”, “Kiliseye karşı olan çete”, “Kilise Perugialılara karşı” veya “Bolognalılara karşı” diye bağıranların korku dolu haykırışları keşke hiç duyulmasa! Hıristiyanlara karşı savaşan Kilise değil, papadır; Kilise “yükseklerdeki ruhani kötülüklerle” savaşır. Bu durumda papa gerçekten de Kutsal Baba olur, hepimizin Babası, Kilise’nin Babası olur, artık Hıristiyanlar arasında savaş çıkartmaz, aksine başkalarının çıkardıkları savaşları papalara ait hükümlerle ve yetkilerle durdurur.

* Lorenzo Valla’nın Konstantin Bağışına Dair Risalesi, ed. Christopher B. Coleman, s. 25-7, 65-71, 95-7, 177-9, l83. Yale University Press, 1922.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.