Ahlakın Soykütüğü*
Friedrich Nietzsche (1844-1900) Alman filozof ve edip olarak büyük bir etkiye sahip olmuştur. Aydın bir aile içinde, dâhi bir çocuk olarak yetiştirilmiş, henüz yirmi beş yaşındayken Basel Üniversitesi’nde klasik eserler profesörü olmak gibi sıradışı bir iş başarmıştır. Sosyal eleştiri alanında faaliyet göstermesinin nedeninin bilimin gösterişinin kendisini iğrendiriyor olması ile açıklanır. 1879 yılında sağlık sebeplerinden dolayı üniversitedeki profesörlük makamından istifa eden Nietzsche, İsviçre Alplerinde çeşitli pansiyonlarda yaşamış, hayatını yazarlıktan kazanmıştır. Kariyeri 1889 yılında akıl sağlığını kaybetmesiyle sona eren Nietzsche, ömrünün kalan yıllarını bir akıl hastanesinde geçirir. Eserlerinin çoğu, Hıristiyanlığa doğrudan saldırı içerir. Hıristiyan ahlakının öncelikle hizmetçi ruhlu insanlara cazip geldiğini, çünkü bu insanların kendilerinden “doğaları icabı üstün” olanlara “içerlediklerine” inanır. “Köle ahlakı” ile “Aristokrat ahlakı” arasındaki çelişki, Nietzsche’nin ilk kez 1887 yılında basılan Ahlakın Soykütüğü [Zur Genealogie der Moral] isimli eserinde güçlü bir şekilde sunulmaktadır.
Orta Sınıfın Ahlakının Kökünde Ne Yatar?
Kölelerin ahlaki değerlere isyanları tam olarak yaratıcı bir şekilde ve yeni değerleri ortaya çıkararak içerleme ilkesinde başlamaktadır ve bu, uygun eylem çıkışlarından yoksun oldukları için telafisini hayali bir intikamda bulmaya zorlanan yaratıkların yaşadığı bir içerlemedir. Her aristokrat ahlak, kendi taleplerini başarıyla onaylamaktan doğarken köle ahlakı en başından “kendi dışında”, “kendinden farklı” olan ve “kendi olmayan” her şeye “hayır” demektedir ve bu “ hayır” onun yaratıcı eylemidir. Değer veren bakış açısının bu cephe değişimi, yani tekrar öznele gitmek yerine kaçınılmaz olarak nesnele çekim “içerlemenin” tipik özelliğidir: Köle ahlakı varlığının koşulu olarak fizyolojik bir terminoloji kullanmak için dışa dönük ve nesnel bir dünya ve eylem yeteneği için de nesnel bir uyarıcı gerektirmektedir; onun eylemi de temelde bir tepkidir. Aristokratların değer sistemine baktığımızda tam tersi bir durum bulunmaktadır: Kendiliğinden hareket etmekte ve büyümektedir, kendi benliğine daha minnettar ve coşkulu bir “onay” vermek için kendi antitezini aramaktadır; “biz aristokratlar, biz iyiler, biz güzeller, biz mutluların” (hayat ve tutkuya doymuş) olumlu ve temel kavramıyla karşılaştırıldığında olumsuz kavramı “kaba”, “kötü” sadece soluk, ortaya geç çıkmış bir örnektir.
Aristokrat ahlakı yoldan çıktığında ve gerçekte kutsal şeylere saygısızlık yaptığında bu durum, yeteri kadar tanımadığı, aslında gerçek bilgisini hor görerek kendini koruduğu bu belirli katman ile sınırlıdır. Bazı durumlarda nefret ettiği katmanı yani bilinen kaba ve bayağı insanların katmanını yanlış değerlendirmektedir; diğer taraftan her durumda küçümseme, aşağılama, kibir durumunun, küçümseme amacını yanlış tanımladığı varsayılsa bile her zaman, elbette tasvirde, zayıfların düşman hücumlarında kinci nefreti ve kindarlığının, saldırıları niteleyecek olan hata derecesinden çok uzaklaşmış olacağı düşüncesine gereken ağırlık verilmelidir. Aslında kurbanını, gerçek canavarlığın gerçek karikatürüne dönüştürebilmek için küçümsemenin içinde güçlü bir aldırmazlık, ilgisizlik, sıkıntı, sabırsızlık ve hatta kişisel iftihar karışımı bulunmaktadır. Mesela Yunan soyluluğunun bütün kelimelere aktararak kendini normal insanlardan ayırdığı neredeyse iyiliksever nüanslara da dikkat edilmelidir; bir çeşit acıma, kaba insana ithaf edilen bütün sözler en sonunda “mutsuz”, “acınası” ifadeleri olarak hayatta kalana kadar ilgi ve düşüncenin ballı tadını sürekli nasıl dışavurduğunu unutmayın. Aristokrat insan nasıl kendine güvenerek ve açık sözlülükle yaşıyorsa, içerleyen adam ne samimidir, ne tecrübesizdir, kendine karşı ne dürüsttür ne de açık yüreklidir. Ruhu şaşı bakmaktadır; aklı saklı kuytuları, dolambaçlı yolları ve arka kapıları sevmektedir; kendi sözü, kendi güvenliği, kendi tesellisi gibi gizli her şey onu cezbetmektedir; sessizlikte, unutmamakta, beklemekte, geçici değersizlik ve alçaklık hissinde ustadır. Bu tür içerleyen insan soyu sonunda ister istemez diğer aristokrat ırklardan daha dikkatli olduğunu kanıtlayacaktır; dikkatliliği çok farklı bir şekilde, aslında varlığının çok önemli bir koşulu olarak onurlandıracaktır; aristokrat insanlar arasında dikkatlilik lüks ve nezaketin lezzetli tadını çalmaya eğilimliyken onların arasında bilinçsiz içgüdüleri yöneten işlevlerin tam kesinliği veya tehlikeye ya da düşmana karşı öfkeli ve cesur bir hamle gibi belirli bir dikkat yoksunluğu veya soylu ruhların her zaman birbirlerini tanımalarını sağlayan insanı kendinden geçiren öfke patlaması, aşk, saygı ya da minnet olarak hiç ayrılmaz bir parça rolü üstlenmeyecektir. Aristokrat insanın içerlemesi kendini açığa vurduğunda hemen gelen bir tepkiyle kendini bitirmekte ve tüketmektedir ve sonuçta hiçbir zehir aşılamamaktadır; diğer taraftan bu içerleme kendini sayısız durumda dışavurmamaktadır fakat zayıf ve basiretsizlerin durumunda bu, kaçınılmazdır. Eriyip giden plastik güç fazlalığına sahip güçlü mü güçlü doğanın işareti anlamına gelen, düşmanlarını, felaketlerini, kötü davranışlarını bir süreliğine olsun ciddiye alamama yeteneksizliği tamamen iyileştirmekte ve unutkanlığı üretmektedir. Aristokrat bir insanda düşmanları için bulunan saygı zaten bir sevgi köprüsüdür! Düşmanını, kendini ayırt eden özelliği olarak yanında tutmakta ısrarlıdır. Karakterinde nefret edecek hiçbir şey olmayan ama onurlanacak birçok şey olan bir kişi dışında düşman olarak kimseye hoşgörüsü yoktur. Diğer taraftan “içerleyen” insanın anladığı şekilde bir düşman hayal edin işte tam burası onun çalışmasını ve yaratıcılığını gördüğümüz noktadır; “şeytani düşman”, “şeytani olan” anlamıştır ve aslında bu, şimdi onunla çelişen ve onu karşılayan bir figür olarak “iyi olanı”, kendini, ta kendisini geliştirmesinin anafikridir.
Bu insanın yöntemi, anafikir “iyiyi” kendiliğinden ve doğrudan, yani kendi dışından anlayan ve bu maddeden daha sonra kendi için “kötü” kavramını yaratan aristokrat insanınkiyle oldukça çelişmektedir. Aristokrat insanın “kötüsü” ve tatmin olmamış nefretin kazanından çıkan bu “şeytanilik”, ilki bir benzetme, bir “ekstra”, bir ek nüans, ikincisi köle ahlakının kavramında orijinal, ilk ve temel eylem olarak bu iki “kötü” ve “şeytani” kelimeleri “iyi” fikrine karşı özdeş bir çelişkiye sahip olmalarına rağmen ne kadar da büyük bir farklılık gösteriyorlar. Fakat “iyi” fikri aynı değildir; en iyisi soruyu soralım: “İçerleme ahlakına göre kim gerçekten şeytanidir?” Bütün sertlikle şöyle cevap verilsin: Sadece diğer ahlakın iyi insanı, sadece aristokrat, güçlü olan, yöneten fakat içerlemenin zehirli gözüyle yeni bir renge, yeni bir anlamlanmaya ve yeni bir görünüşe dönüşmüş olan. Bu belirli noktayı inkâr edecek son kişi olmalıyız: “İyileri” sadece düşman olarak tanımayı öğrenen kişi aynı zamanda onları sadece “şeytani düşmanlar” olarak tanımamayı da öğrenmiştir; inter pares (eşitleri arasında) gelenek, saygı, âdet ve minnet olarak daha da fazla inter pares karşılıklı dikkat ve kıskançlık yoluyla kesin bir şekilde sınırlar içinde tutulan aynı insanlar, birbirleriyle ilişkilerinde özen, özdenetim, duyarlılık, gurur ve arkadaşlık göstermenin yeni yollarını bulan bu insanlar çemberleri dışındakilere göre (yabancı unsurun, yabancı bir ülkenin başladığı yerde) serbest bırakılan yırtıcı hayvanlardan daha iyi değildir. Orada bütün sosyal kontrol bağımsızlıklarıyla eğlenirler, vahşi hayatta toplumun huzuru içindeki kuşatılmışlık ve hapislik tarafından ortaya çıkarılan gerginliği dokunulmazlık altında açığa vurabileceklerini hissederler, yırtıcı hayvan vicdanının masumluğuna, büyük ihtimalle manevi bir cinayet, kundaklama, tecavüz ve işkence devresinden kabadayılık ve ahlaki bir ağırbaşlılık içinde dönen coşkulu canavarlar gibi, sadece yaramaz bir öğrencinin şakası yapılmış gibi şairlerin şarkı söylemek ve kutlamak için bolca konusunun olduğuna ikna olmuş şekilde geri dönerler. Bütün bu aristokrat ırkların çekirdeğindeki yırtıcı hayvanı; gasp ve zafere susamış bu muhteşem sarışın canavarı fark etmemek imkânsızdır; bu saklı çekirdeğin bazı zamanlar bir çıkışa ihtiyacı olmuştur; hayvanın yine serbest kalması, vahşi hayata dönmesi gerekir. Romalı, Arap, Alman ve Japon soyluları, Homeros kahramanları, İskandinav Vikinglerinin hepsi bu ihtiyaca gelince aynıdır.18 İlerledikleri bütün yollarda “barbarlığı” terk eden, aristokrat ırklardır fakat bu barbarlığın bilinci ve hatta içindeki gururu en gelişmiş medeniyetlerinde bile kendini göstermektedir (örneğin kutlanan cenaze söylevinde Perikles’in Atinalılara “Bizim cesaretimiz her toprakta ve denizde iyi ve şeytani için her yere ölümsüz abidelerini inşa ederek bir yol açmıştır” demesi gibi). Aristokrat ırkların tabiri caizse bu deli, saçma ve istikrarsız cesareti; girişimlerinin hesap edilemeyen ve akıl almaz doğası, Perikles’in özel bir rahatlık ve görkemle bahsettiği Atinalılarının nitelikleri, güvenlik, vücut, yaşam ve rahatlığa olan aldırmazlıkları ve küçümsemeleri, bütün yıkımdan, zafer ve zulmün bütün coşkusundan aldıkları inanılmaz sevinç ve yoğun zevk, yani bütün bu özellikleri “barbarlık”, “şeytani düşman” belki de “Got” ve “Vandal” resminde bu yüzden acı çekenler için açıklığa kavuşturulmaktadır. İktidara geldiği an Almanların ateşlediği derin soğuk güvensizlik, günümüzde bile, hâlâ bu yüzyıllar boyunca Avrupalıların sarışın Töton hayvanının (eski Almanlarla bizim aramızda fiziksel bir yanla neredeyse hiç psikolojik ilişki olmamasına rağmen) hiddetine addettiği bastırılamaz korkunun kötü neticesidir. Bugün doğru olduğuna inanılan bütün medeniyetin tam özünün insanın, yırtıcı hayvanın, uysal ve uygar hayvanın, evcilleştirilmiş hayvanın dışında yetiştiği teorisinin gerçekliğine bakınca şüphesiz tepki ve içerleme içgüdülerinin hepsine medeniyetin gerçek araçları olarak bakmamız gerekir; bu araçların sahiplerinin medeniyeti temsil ettiği deyişiyle aynı anlama henüz gelmemiş olsa da bu teorinin yardımıyla aristokrat ırkları idealleriyle birlikte sonunda alçaltılmış ve ezilmiştir. Tam tersine dışavurulmaması gereken kindar içgüdülerin sahiplerinin, bütün Avrupalı olan ve olmayan kölelik, özellikle de Aryan öncesi nüfusun torunları yani diyorum ki bu insanların insanlığın çökmesini temsil ettiği olası değil somuttur. Bu “medeniyet araçları” insanlığa karşı bir ayıptır ve gerçekte medeniyete karşı bir argümandan ve medeniyetten neden şüphe duyulması gerektiği sorusundan daha fazlasını oluşturmaktadır. Kişinin, bütün aristokrat ırkların özünde yatan sarışın canavardan her zaman korkması ve tetikte olması kusursuzca haklı çıkarılabilir: fakat kim aynı zamanda hayranlık duyarken dönüşmüş, küçültülmüş, cüce ve zehirlenmişin nefret uyandırıcı görüntüsüne daima takılı kalma pahasına korkuya karşı dokunulmaz olmak yerine korkmayı yüz defa tercih etmez ki? Bu bizim kaderimiz değil mi? Bugün “insana” karşı olan nefretimiz nerden kaynaklanıyor? “İnsandan” çektiğimiz için bu konuda şüphe yoktur. Konu korku değildir, aslında insanlardan daha fazla korkacağımız başka bir şeyimizin olmamasıdır, solucan insanın göz önünde olması ve gittikçe üremesidir; sefil, vasat ve eğitici olmayan yaratık “uysal insanın” kendini bir amaç, bir zirve, bir alt anlam, bir tarihi ilke, bir “üstün insan” olarak görmesidir: evet, kokusu günümüzün Avrupa’sını kirletmeye başlayan aşırı çarpıklık, hastalık, tükenmişlik ve ruhsuzluğuyla çelişkili bir şekilde her hâlükârda büyük bir başarıya ulaştığını ve her hâlükârda hâlâ hayata “evet” dediğini hissettiği sürece kendini böyle görmeye hakkı olmasıdır.
Konunun dışına çıktığı kısa bir aradan sonra Nietzsche, “içerleme” psikolojisinin Hıristiyan “köle ahlakını” nasıl oluşturduğunu açıklar:
Aramızdan biri bu dünyada ideallerin nasıl üretildiği gizemine biraz hatta tam gözüne bakacak mı? Kimin bunu yapmaya cesareti var? Hadi!
Burada kirli atölyelere açılan bir manzaramız var. Bir dakika bekleyin sevgili Bay Meraklı ve Gözüpek; ilk önce gözünüzün göz yanıltan ışığa alışması gerekir - Evet! Yeter! Şimdi konuş! O aşağıda neler olup bitiyor? Açıkça söyle! En tehlikeli merakın çoğunu, ne gördüğünü söyle, dinliyorum.
“Hiçbir şey görmüyorum, daha fazlasını duyuyorum. Bütün köşe ve kuytularda dikkatli, kindar ve hafif bir fısıltı ve mırıldanma var. Bana yalan söylüyorlar gibi geliyor; sahte tatlı yumuşaklık her sese yapışmış. Zayıflık bir erdeme dönüştürülmüş, hiç şüphe yok, tıpkı söylediğin gibi.”
Başka!
“Karşılığı verilmeyen acizlik; korkak rezillik olan “iyiliğe”, nefret ettiklerine teslimiyet anlamına gelen alçakgönüllüğe ve itaate (yani bu teslimiyeti emrettiğini söyledikleri ve Tanrı dedikleri şeye itaate) dönüştürülüyor. Zayıfın mazlum karakteri, içinde zengin olduğu korkaklığı, kapıda beklemesi, zorla beklemek zorunda olması burada ayrıca ‘erdem’ de denilen ‘sabır’ gibi hoş isimler kazanıyor; öç alamamaya öç almak istememe, belki de bağışlama (onlar ne yaptıklarını bilmedikleri ve sadece biz onların ne yaptığını bildiğimiz için) deniyor. Ayrıca, ‘düşmanlarının sevgisinden’ bahsediyor ve böylelikle küfrediyorlar.”
Başka!
“Acınacak durumdalar, hiç şüphe yok, köşelerdeki bütün bu dedikoducular ve sahteciler birbirlerine daha da yaklaşarak ısınmaya çalışsalar da zavallılıklarının tıpkı birinin çok sevdiği köpeği dövmesi gibi onlara Tanrı tarafından bağışlanan bir ayrıcalık ve farklılık olduğunu; belki de bu zavallılığın bir hazırlık, deneme ve bir eğitim olduğunu; ayrıca bir gün telafi edilecek ve altına, daha da fazlası mutluluğa muazzam bir yatırımla geri ödenecek bir şey olduğunu söylüyorlar. Buna ‘Kutsanmışlık’ diyorlar.”
Başka!
“Şimdi bana sadece tükürüğünü yalamak zorunda oldukları kudretliden, yeryüzünün hâkimlerinden (Korkudan değil, kesinlikle korkudan değil! Tanrı bütün hâkimiyetin onurlandırılması gerektiğini emrettiği için) daha iyi olduklarını değil, her hâlükârda ‘daha iyi zamana’ sahip olduklarını, bir gün “daha iyi zamana” sahip olacaklarını söylüyorlar. Fakat yeter! Yeter! Artık dayanamıyorum! Kötü hava! Kötü hava! İdeallerin üretildiği bu atölyeler gerçekten en aptal yalanlar yüzünden pis kokuyor.”
Ayrıca bir dakika! İstediğin her türlü siyahtan beyazlık, süt ve masumluk üretebilen kara büyünün bu virtüözlerinin başyapıtları hakkında hiçbir şey söylemiyorsun; en küstah, hoş, becerikli ve yalancı sanatçı hileleri olan chef d’oeuvre (şaheser) ile nasıl bir nezaket derecesine ulaştıklarını fark etmedin mi? Dikkat et! İntikam ve nefretle dolu bu kiler hayvanları gerçekten de intikam ve nefretleriyle ne yapıyorlar? Bu sözleri duyuyor musun? Sadece sözlerine güvenmiş olsaydın, içerleyen insanların içinde olduğundan ve başka da bir şey olmadığından şüphe duyar mıydın?
“Şimdi anlıyorum, kulaklarımı yeniden açıyorum (ah! ah! ah! ve burnumu kapatıyorum). Çok sık söyledikleri şeyi ilk defa şimdi duyuyorum: ‘Biz iyiler, biz erdemliyiz’; nefret ettikleri şey onların düşmanı değil, hayır, onlar ‘günahkârlık’ ve ‘tanrısızlık’ tan nefret ederler; inandıkları ve umut ettikleri şey intikam umudu, tatlı intikam zehirlenmesi (‘baldan da tatlı’, Homer böyle mi demişti?) değil erdemli Tanrı’nın “tanrısız” üzerindeki zaferidir; bu dünyada onların sevmesi için kalan şey nefret eden kardeşleri değil, dedikleri gibi, yeryüzündeki bütün iyi ve erdemli ‘seven kardeşleridir’.
Yaşamın bütün sorunlarına karşı onlara avuntu olarak hizmet eden şeyi, bekledikleri gelecek kutsanmışlığının fantazmagoryasını nasıl adlandırırlar?
“Nasıl mı? Doğru mu duydum? Ona ‘son karar’, krallıklarının ‘Tanrı’nın krallığının’ ilerlemesi derler fakat bu arada ‘inanç içinde’, ‘sevgi içinde’ ve ‘umut içinde’ yaşarlar.”
Yeter! Yeter!
* Friedrich Nietzsche, The Genealogy of Morals, Philosophy of Nietzsche, New York, Modern Library, 1927, sf.647-654, 658-660.