Milletlerin Zenginliği*
İngiliz ekonomist Adam Smith (1723-90), Glasgow Üniversitesi’nde ahlak felsefesi profesörüdür, kendisi “basit üretim sistemi dediğimiz kapitalist işletme sahnesinin ilk büyük teorisyeni” olarak adlandırılmaktadır. Kendisine ait son derece popüler ve etkili kitabı “Milletlerin Zenginliği” (Wealth of Nations) 1776 yılında basılmıştır ve gerçekten de ticarete ait sisteme ve zanaatkârların düzenlemelerine karşı bir ekonomik özgürlük ilanıdır. Ayrıca Adam Smith’in diğer metinleri için ciltlerine bakınız (sf.895).
Uygar toplumlarda (insan) tüm hayatı boyunca birkaç arkadaş edinemezken, her zaman büyük yığınların işbirliğine ve yardımına ihtiyaç duyar. Hayvanların hemen hemen her türünde, her canlı tamamen bağımsızdır ve kendi tabiiliğinde yaşayan diğer hiçbir varlığın yardımına ihtiyacı yoktur. Ama insan daima kardeşlerinin yardımına ihtiyaç duyar ve bunu sadece iyilikseverliklerinden beklemek onun için beyhudedir. Eğer kendilerine duydukları sevgiyi kendi lehine çevirebilirse muhtemelen üstün gelecektir ve onlardan her isteneni yapmalarının aslında onların avantajına olacağını gösterecektir. Her kim ki diğerine, ne çeşit olursa olsun, bir anlaşma teklif ederse, teklifi kabul eder. “Bana benim istediğimi ver ve böylece sen de istediğine sahip olabilirsin” sözü böylesi tekliflerin anlamıdır ve bu anlamda biz diğerine göre çok daha iyi olanı elde ederiz ki, zaten bu bizim ihtiyacımız olandır. Bizim akşam yemeğini beklememiz kasabın, bira üreticisinin ya da fırıncının iyilikseverliğinden kaynaklanmaz. Bunun asıl sebebi, onların bunlardan kaynaklanan menfaatidir. Biz onların insani yanına değil, onların kendilerine duydukları sevgiye hitap ederiz ve onlara asla kendi ihtiyaçlarımızdan bahsetmeyiz ama onların avantajlarını anlatırız. Sadece bir dilenci esas olarak hemşerilerinin iyilikseverliklerine bağımlı olarak yaşamayı seçer. (…)
Avrupa’nın politikası, şeyleri mükemmel özgürlüğe terk etmeyerek (birçok büyük eşitsizliklere) sebep olmaktır.
Bunu esasen üç şekilde gerçekleştirir. İlki, bazı istihdamların sayısını başka şekilde oraya girecek çalışan sayısına göre azaltılarak rekabeti sınırlamak yoluyla gerçekleştirilir; ikinci olarak, bu sayı diğerlerinde doğal olarak olması gereken sayının üzerine çıkarılarak gerçekleştirilir ve üçüncüsü, hem istihdamdan istihdama hem de mekândan mekâna işçi ve stok serbest dolaşımını engelleyerek sağlanır.
İlk olarak, Avrupa politikası, bazı istihdamların sayısını başka şekilde oraya girecek çalışan sayısına göre azaltarak rekabeti sınırlamak yoluyla farklı işçi ve stok avantaj ve dezavantajlarının tamamında çok büyük bir eşitsizliğe sebep olur.
Şirketlerin en münhasır imtiyazları, bu amaç için kullandıkları esas değerlerdir. Tüzel kişiliği olan bir ticaretin münhasır ayrıcalıkları, kurulduğu şehirde ve ticaret yapmada özgür olanlara karşı kesinlikle rekabeti sınırlar.
Uygun şekilde donanım sahibi bir ustanın altında çıraklık yapmak, genel olarak bu özgürlüğü elde etmek için zaruridir. Şirket tüzüğü bazen bir ustanın kaç çırağı olabileceğini düzenler ve neredeyse her çırağın kaçar sene çıraklık yapması gerektiğini bile düzenler. Her iki düzenlemenin de amacı, ticarete başka şekilde gireceklerin sayısını azaltarak rekabeti sınırlamaktır. Çırakların sayısındaki kısıtlama bunu direkt sınırlar. Uzun dönem çıraklık bunu daha dolaylı etkiler ama eğitimin maliyetini artırarak yine de etkiler. (…)
Ama hükümetin savurganlığı şüphesiz ki İngiltere’nin zenginlik ve ilerlemeye doğru doğal ilerleyişini geciktirmiştir ama durduramamıştır. Toprak ve istihdamdaki yıllık üretim, şüphesiz ki şu anda Restorasyon ve İhtilal dönemlerinden çok daha fazladır. Bu sebeple, toprağı ekmek ve bu istihdamı korumak için gereken yıllık sermaye, aynı şekilde daha fazladır. Hükümetin tüm keyfi ölçüsüz vergilerinin ortasında sessizce ve derece derece bireylerin özel tutumluluk ve iyi davranışlarıyla ve kendi durumlarını daha iyi hale getirmek için evrensel, daimi ve sürekli çabalarıyla bu sermaye biriktirilmiştir. Yasayla korunan ve özgürlük sayesinde kendini en iyi ve en avantajlı tarzda göstermesine izin verilen çaba budur ve İngiltere’nin bolluk ve yeniliğe doğru ilerleyişini hemen hemen tüm eski zamanlarda sağlamıştır. Bunu tüm gelecek zamanlarda da yapacak olması arzu edilmektedir. (…)
Bazı ülkelerde para faizi yasalarca yasaklanmıştır. Ama para kullanılarak her yerde bir şeyler yapılabileceğinden, onun kullanımı için her yerde bir şeyler ödenmelidir. Bu düzenleme, önlemek yerine, tecrübeler sonucu tefeciliği artırdı; ödemekle sorumlu olan borçludur ve sadece paranın kullanılmasından dolayı da değil, aynı zamanda alacaklısının tazminat kabul etmekle girdiği riskten de sorumludur. Eğer birisi bunu söylerse, alacaklısını tefeciliğin para cezalarına karşı güvence altına almalıdır.
Faizin yasaklandığı ülkelerde, tefecilik zorbalığını engellemek için yasa, bir para cezası doğurmaksızın alınabilecek genel olarak en yüksek oranları belirler. Bu oran daima en düşük piyasa fiyatının üzerinde olmalıdır veya en kesin güvenceyi verebilenlerce paranın kullanımı için genelde ödenen ücretin üzerinde olmalıdır. Eğer bu yasal oran en düşük piyasa oranının altında belirlenirse, bu belirlemenin etkileri neredeyse faizin tamamen yasaklanması gibi etki edecektir. Alacaklı, parasının kullanımına değmeyecek değer için borç vermez ve borçlu, bu kullanımın tam değerini kabul ederek girdiği risk için alacaklıya ödeme yapmak zorundadır. (…)
[Ticaret sistemi, yanlış ama popüler olan şu kavrama dayanmaktadır:] “Zenginlik paradan ibarettir ya da altından ve gümüşten…” Ne var ki, bu iki prensip, yani zenginliğin altın ve gümüşten ibaret olduğu ve bu metallerin sadece ticaret dengesi sebebiyle veya ithal ettiğinden daha büyük miktarda ihraç ederek hiç maden ocağı olmayan bir ülkeye getirilebilecek olması, zaruri olarak siyaset ekonomisinin en önemli işini, ev ihtiyaçları için yabancı ürünlerin ithalatını mümkün olduğunca azaltmak ve yerel sanayi üretiminin ihracatını mümkün olduğunca artırmak haline getirmiştir. Bu sebeple, ülkeyi zenginleştirmenin en önemli iki yolu, ithalata sınırlamalar getirilmesi ve ihracatı teşviktir.
İthalat sınırlamaların iki çeşidi vardır. İlki, hangi ülkeden ithal edilirse edilsin, evde üretilebilecek ev sarfiyatı için yabancı ürünlerin ithalatını sınırlamaktır. İkincisi, ticaret dengesinin dezavantaj getirdiği belirli ülkelerden neredeyse her çeşit ürünün ithalatının yasaklanmasıdır. Bu farklı sınırlamalar bazen yüksek gümrükler şeklindedir ve bazense kesin yasaklamalardan ibarettirler.
İhracat bazen vergi iadeleriyle teşvik edilirdi, bazen ihracat primleriyle, bazen egemen devletlerle ticari anlaşmalarla sağlanan avantajlarla ve bazen de uzak ülkelerde kurulan kolonilerle teşvik edilirdi. (…) Ev pazarındaki bu tekel, sıklıkla bu sanayi türüne büyük teşvik sağlar ve bu sanayi türü bundan faydalanır. Bu tekel sayesinde, şüphesiz ki sıklıkla toplumun hem istihdamı ve hem stok durumu normalden fazla olur. Ancak ister toplumun genel sanayisinin büyümesine veya topluma en avantajlı yönü vermeye vesile olsun. (…)
Her toplumun yıllık geliri, sanayisinin yıllık üretiminin tamamının değişen değerine daima tam olarak eşittir veya az çok bu değişebilir değerle tam olarak aynı şeydir. Bu sebeple, her birey yapabildiği kadar sermayesini yerel sanayiyi desteklemek için kullanmaya gayret etmelidir ve böylece sanayiyi ürünlerini en iyi değerde vermeye yönlendirmeye çalışmalıdır. Her birey, toplumun yıllık kazancını olabilecek en iyi hale getirmek için çabalamalıdır. Genel olarak, aslında kamunun menfaatine çalışmaya niyetli değildir ya da bunun için ne kadar çalıştığını bilmez. Yerel sanayiyi yabancı sanayiye karşı desteklemeyi tercih ederken sadece kendi güvencesini düşünmektedir. Sanayisini en iyi ürünlerini vereceği şekilde yönlendirerek sadece kendi kazancını tasarlar ve bunda da, diğer başka durumlarda olduğu gibi, görünmez bir elin onun kendi tasarısının bir bölümü olmayan bir son tasarlamasına izin verir. Toplum için daha da kötü olanı, onun bir parçası olmamasıdır.
Kendi çıkarını elde etmeye çalışarak o, toplumu gerçekten ilerletmeye çalıştığına göre sıklıkla daha fazla yararlı olur. Kamu yararı için suni ticaret yapanlar tarafından bundan daha fazla iyilik yapıldığını hiç görmedim. Gerçekten bu, tacirler arasında çok yaygın olmayan bir suniliktir ve onları bundan vazgeçirmek için çok az kelime kullanılır.
Yerel sermayenin kullanılabildiği yerel sanayinin türleri nelerdir ve içlerinden hangisinin üretimi en değerlisidir? Besbelli ki bunu her birey, kendi yerel haliyle, devlet adamlarından veya kanun koyuculardan çok daha iyi yargılayabilir. Özel kişileri sermayelerini kullanmaya teşvik etmesi gereken devlet adamı, sadece üzerine en gereksiz dikkati çekmekle kalmaz, aynı zamanda kolaylıkla güvenilecek bir otoriteyi de üstlenir. Sadece tek bir kişiye karşı değil ama konsey veya senato gibi bir şeye karşı da değildir ve bu otorite hiçbir yerde, kendisini onu kullanmaya yeterli sanacak derecede ahmaklık ve küstahlık sahibi bir kişinin elerinde olduğu kadar çok tehlikeli olamaz.
Herhangi bir tarzda veya üretimde ev pazarının tekelini yerel sanayiye vermek özel kişileri bir ölçüde sermayelerini nasıl olursa olsun kullanmaya yönlendirmektir ve hemen her durumda faydasız veya acı verici bir düzenlemedir. Eğer yerel üretimi, yabancı üretim kadar ucuz bir hale getirilebilirse, düzenleme besbelli ki faydasızdır. Eğer bunu sağlayamazsa, bu sefer genel olarak acı vericidir. Her tutumlu aile reisinin kuralı, evde yapması satın almasından daha fazla masraflı olan bir şeyi evde yapmamaktır. Terzi, ayakkabılarını kendi yapmaya çalışmaz ama ayakkabıcıdan satın alır. (…)
Bir ailenin hareketlerindeki tutumluluk nedir, büyük bir krallıkta kıtlık çılgınlık olabilir mi? Eğer yabancı bir ülke, bize bizim yapabildiğimizden daha ucuza mal temin edebilirse, kendi sanayimizin ürünlerinin bir kısmıyla söz konusu malı onlardan satın almak ve avantaj saplayacağımız şekilde kullanmak daha iyidir. Ülkenin genel sanayisi böylece, onu çalıştıran sermayeyle daima orantılı olarak, yok olmayacaktır, yani yukarıda bahsedilen sanatçılardan daha fazla değil ama sadece en büyük avantajı sağlayarak nasıl çalıştırılması gerektiğini bulmak gerekmektedir. Bu sebeple yapabildiğinden daha ucuza satın aldığı nesneye yönlendirildiğinde, kesinlikle en büyük avantajı sağlayacak şekilde çalıştırılmamıştır. (…)
Bu sebeple, ister tercih ister yasaklamaya/sınırlamaya dayalı olsun, bütün sistemler, tamamen ortadan kalkar ve doğal özgürlüğün bariz ve basit sistemi kendini yine kendi uyumundan oluşturur. Her insan, adalet yasalarını ihlal etmediği sürece, istediği şekilde kendi çıkarını elde etmekte tamamen özgürdür ve aynı şekilde sanayisini ve sermayesini dilediği herkesle veya düzenle rekabete sokabilir. Daima sayısız hileye maruz kaldığı gerçekleştirme teşebbüslerinde egemen olanın hiçbir sorumluluğu yoktur ve (…) bunun uygun şekilde, gerçekleşmesine hiçbir insanın aklı ve bilgisi hiçbir zaman yeterli olmaz - özel şahısların sanayisini idare etme ve toplumun menfaatlerine en uygun biçimde istihdamları yönlendirme görevi. Doğal özgürlük sistemine göre, egemen olanın yerine getirmesi gereken sadece üç görevi vardır; çok önemli olmakla birlikte bu üç görev aslında ortalama zekâ için sade ve anlaşılabilirdir: Birincisi, diğer bağımsız toplumların şiddetinden ve istilasından toplumu koruma görevidir. İkincisi, mümkün olduğunca toplumun her bir bireyini toplumun diğer üyelerinin adaletsizliğinden ve zulmünden koruma görevi veya kusursuz bir adalet işleyişi oluşturma görevi. Üçüncüsüyse, herhangi bir bireyin veya küçük bir grubun menfaati için inşası ve bakımı hiçbir zaman mümkün olmayan belli kamusal işletmeleri ve belli kamusal kurumları inşa etme ve bakma görevidir. Çünkü her ne kadar büyük bir topluma geri ödemeden çok daha fazla fayda sağlamaktaysalar da, kârları bireyin veya küçük bir grubun dahi masraflarını karşılamaya yetmez.
* Adam Smith, An Inquiry Into the Nature and Causes of the Wealth of Nations (Milletlerin Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Hakkında Araştırma), ed. James E. Thorold Rogers, Oxford, The Clarendon Press, 1869, cilt. I, s. 15, 125, 349, 359-60; cilt. II, s.1, 23-5, 28-9, 272-3.