I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Komünizme Geri Dönüş*

Arthur Koestler

Arthur Koestler, Benda’nın onaylamadığı modern tipte memurlara bir örnektir. Benda’nın “j’accuse” isimli eserinden dört yıl sonra, Koestler, Komünist Parti’ye katılmış, ancak 1938 yılında ayrılmıştır. Aşağıdaki metin, onun yıllar sonra Başarısız Tanrı isimli bir derleme için yazdığı makaledendir. Koestler, Ignazio Shone ve diğerleri, neden başlangıçta komünizm’den etkilendikleri halde sonrasında uzaklaştıklarını burada anlatmaktadırlar. Bu makale, düşüncelerin Sovyet sistemini anlatan, Koestler’e ait güçlü eser Öğle Karanlığı (1941) ile bağlantılı olarak okunmalıdır.

Komünizme döndüm çünkü ona hazırdım ve inanca susayan parçalanmış bir toplumda yaşıyordum. Ama bana parti kartımın verildiği gün, benim Marx ve Lenin isimlerini duymamdan çok önce başlamış olan bir gelişmenin zirve noktasıydı. Bunun kökleri ta çocukluğa kadar iner; her ne kadar “Pembe On Yıl”ın yoldaşları olan bizler, bireysel olarak, farklı kıvrımları olan köklere sahipsek de hepimiz aynı jenerasyonun ve kültürel iklimin ürünleriyiz. Hikâyemin anlatılmaya değer olmasını, farklılığın altında yatan bu birlikten, dolayı ümit ediyorum.

1905 yılında Budapeşte’de doğdum, 1919 yılında Viyana’ya taşınana kadar burada yaşadık. Birinci Dünya Savaşına kadar bizler, hali vakti yerinde tipik Avrupalı orta-orta-sınıf bir aileydik: babam eskiden kurulmuş bazı İngiliz ve Alman tekstil üreticilerinin Macaristan temsilcisiydi. 1914 Eylülünde bu varoluş şekli, pek çok başkaları gibi, beklenmedik biçimde sona erdi.

Babam bir daha asla kendi ayakları üzerinde duramadı. Değişmiş bir dünyada kendine güvenini kaybettikçe daha fantastik bir hal alan birçok girişimde bulundu. Bir radyoaktif sabun fabrikası açtı; birçok acayip fikre dayalı buluşu destekledi (hiç sönmeyen ampul, kendinden ısıtmalı yatak örtüsü vs.) ve sonunda geriye kalan sermayesini de yirmili yılların başında Avusturya’daki enflasyonda kaybetti. Yirmi bir yaşında evi terk ettim ve o günden itibaren ebeveynlerimin tek mali desteği haline geldim.

Dokuz yaşındayken, orta-sınıf yaşantımız sona erdiğinde, birdenbire hayatın ekonomik gerçeklerinin farkına vardım. Tek çocuk olarak ebeveynlerim tarafından şımartılmaya devam ettim ama aile krizinden haberdar olarak ve cömert ve çocuksu bir yaradılışı olan babama acıyarak bana her kitap veya oyuncak aldıklarında suçluluk duygusu çektim. Her sefer, kendime aldığım takım elbiseleri eve göndermeye değmeyecek kadar önemsiz hissettiğimde, bu devam etti. Kendiliğinden, ciddi şekilde zengin olanlara karşı güçlü bir antipati geliştirdim. Bu, onlar istediklerini (imrenme, genel olarak düşünülene göre toplumsal ihtilaflarda çok daha küçük bir rol oynar) alabildikleri için değil ama bunu suçluluk hissetmeksizin yapabildikleri için oluştu. Bu sebeple, toplum yapısı hakkında ayrıntılı olarak kişisel bir durum tasarladım. (…)

Bu sebeple kişisel bir çatışmayla duyarlı hale gelmiş olarak ben, Avrupa açlık yürüyüşleriyle sarsılmaktayken ve babam yıpranmış manşetlerini masanın altına saklarken, piyasadaki buhran yıllarında fiyatları yüksek tutmak için ve şişko kapitalistlerin arp sesiyle şarkı söyleyebilmesi için buğdayın yakıldığını, meyvenin özellikle çürütüldüğünü ve domuzların boğulduğunu öğrenmenin şokuna hazırdım. Arketipin fitili ateşlendiğinde, yıpranmış manşetler ve boğulmuş domuzlar tek bir duygusal patlamaya dönüştü. “Internationale” isimli şarkıyı söyledik ama kelimeler daha eski olabilirdi: “Vay o sürülerini değil de kendilerini besleyen çobanlara.”

Başka açılardan, hikâye göründüğünden de tipiktir. Orta Avrupa’daki orta sınıfların ciddi bir bölümü, aynı bizim gibi, yirmili yılların enflasyonu sebebiyle yıkıma uğradı. Bu, Avrupa’nın düşüşünün başlangıcıydı. Toplumun orta kesiminin parçalanması, bugünlere kadar devam eden kutuplaşmanın öldürücü sürecini başlattı. Fakirleşen burjuva, sağ ya da sol’un asileri haline geldiler; Schickelgrüber ve Djugashwili, eşit olarak, sosyal göçün faydalarını paylaştılar. Soyluluğun boş kabuğuna yapışıp mevkisinden düştüğünü kabul etmeyenler, Nazilere katıldılar ve Versailles ve Yahudilerde kendi kaderlerini suçlamakta rahatı buldular. Birçoğunun böyle bir tesellisi bile yoktu, tıpkı Avrupa’nın soluk penceresinin üzerinde sürünen yorgun böceklerin büyük siyah sürüsü gibi, tarihin yerlerini değiştirdiği bir sınıfın mensupları olarak amaçsız şekilde yaşamaya devam ettiler.

Diğer yarısı, Sola döndü, böylece “Komünist Manifesto”nun kehanetini doğrulamış oldular:

Egemen sınıfların tüm bölümleri (…) hızla proletaryaya doğru gitmiştir veya en azından varoluş koşullarında yıldırılmışlardır. Onlar (…) proletaryaya gelişim ve aydınlanmanın taze unsurlarını sağlamışlardır. (…)

Kendi geçmişimin bir sonucu olarak ben dönmeye [olduğumdan başka bir şey olmaya] hazırdım. Başka kişisel geçmişlerin erdemiyle aydın sınıfın binlerce mensubu ve benim neslimin orta sınıfı da buna hazırdı. Fakat bu farklılığın çoğu durumdan duruma değişiklik göstermiştir, ortak bir paydaları vardır; ahlaki değerlerin ve savaş sonrası Avrupa’sının 1914 öncesi yaşam modelinin hızla parçalanması ve Doğu’dan gelmiş yeni esinin, keşfin kendiliğinden olan cazibesi (bir zamanlar üye olan hepimiz için “o” Parti olarak bugünlere kadar gelen) Partiye 1931 yılında, daha sonraları Pembe On Yıl olarak adlandırılan kısa süreli iyimserlik sürecinin, ölü doğmuş manevi rönesansın başlangıcında katıldım, O aldatıcı şafak vaktinin yıldızları Fransa’da Barbusse, Romain Rolland, Andre Gide ve Malraux; Almanya’da Piscator, Becher, Renn, Brecht, Eisler, Saghers; İngiltere’de Auden, Isherwood, Spender ve Birleşik Devletler’de Dos Passos, Upton Sinclair, Steinbeck’tir. (Tabii ki bunların hepsi Komünist Parti üyesi değildir.) Kültürel atmosfer, İlerici Yazarlar Kongresi’yle, deneysel tiyatroyla, Faşizm karşıtı barış komiteleriyle, Sovyetler Birliğiyle kültürel ilişkiler için topluluklarla, Rus filmleri ve avangart magazinle doyuruluyordu. Aslında savaşın kötü etkileri sebebiyle sarsılıyormuş, enflasyon, buhran, işsizlik ve uğruna yaşanılacak bir inancın eksikliğiyle cezalandırılıyormuş gibi görünen Batı dünyası, en sonunda “nihayet bir insan adaleti kuracaktı.” (…)

İlk defa Alarx, Engels ve Lenin okumaya ciddi olarak başladım. Feuerbach ve Devlet ve İhtilal ile olan ilişkimi keserken, beynimde bir şey çıtırdadı ve zihinsel bir patlama gibi beni sarstı. Birinin ”ışığı gördüğünü” söylemek, sadece din değiştiren birinin bilebileceği (hangi dine döndüğünden bağımsız olarak) bu akıl coşkusu için çok zayıf bir tanımlama olur. Yeni ışık, sanki kafatasının çevresinde her bir yönden dökülmektedir; Bir vuruşta sihirli parçaları bir araya gelen yapboz gibi tüm evren şekilleniyor. Artık her sorunun bir cevabı vardır, şüpheler ve çatışmalar, işkence görmüş geçmişin bir meselesidir. Kişi, bilmeyenlerin tatsız ve renksiz dünyasında iç karartıcı bir cehalet içinde yaşadığında, bu zaten uzak bir geçmiştir. Bundan böyle, hayatı yaşamaya değer kılan şeyle birlikte tekrar inancını kaybetmeye, feryat figan ve diş gıcırtısından başka bir şeyin olmadığı dışarıdaki karanlığa tekrar düşmeye dair ara sıra hissettiği korkusundan başka hiçbir şey, [başka bir fikre, yöne] dönenin iç huzurunu ve sükûnetini bozamaz. Bu belki de, görecek göz ve düşünecek beyinle, milattan sonra 1949’da, Komünistlerin hâlâ nasıl öznel iyi niyetle (bona fides) davranabildiklerini açıklayabilir.

Tüm zamanlarda ve tüm itikatlarda sadece bir azınlık, soyut bir hakikatin adıyla aforozu istemeye ve duygusal harakiri yapmaya muktedir olmuştur.

* Başarısız Tanrı isimli eserden, Richard Grossman tarafından yayına hazırlanmıştır, 17-21, 23 sf. 1949 Harper & Brothers and Hamish Hamilton Ltd.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.