İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme*
John Locke (1632-1704), Batı İngiltere’de, Püriten14 bir avukatın oğlu olarak dünyaya gelir. Oxford’da felsefe eğitimi görür, ardından tıp alanına büyük ilgi duyar. Günümüzde daha çok siyaset teorisi konusunda yazdıklarıyla tanınan Locke, kendi döneminin önde gelen psikoloji uzmanlarındandır. 1690 yılında basılan İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme [An Essay Concerning Human Understanding] adlı eserinde, insanın boş bir levha [tabula rasa] olarak doğduğu, yıllar içinde edindiği tecrübelerle “oluştuğunu” savunur.
İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, Descartes’ın, “insanın temel fikirlerinin fıtri olduğu” yani, “doğmadan önce zihnine yerleştirildiği” şeklindeki yaygın kabul gören tezlerini çürütür mahiyettedir. Locke’un, insanın temel fikirlerinin fıtri olduğu iddiasına ilişkin eleştirisi ve bunun yerine önerdiği fikirler, bugün eğitim, estetik ve dinsel hoşgörü olarak adlandırılan birçok alandaki güncel görüşlerde devrim yaratmıştır.
1. Fikirler düşüncenin nesneleridir. Herkes düşündüğünün ve düşündüğü sırada zihninin uğraştığı şeyin fikirler olduğunun bilincinde olduğuna göre, insanların zihinlerinde beyazlık, düşünme, hareket, adam, fil, ordu, karanlık sözcükleriyle başka sözcüklerin anlattığı türden fikirlerin bulunduğu kuşkusuzdur; demek ki ilk araştırılması gereken insanın bunları nasıl edindiğidir. İnsanların zihinlerine, ilk varoluş sırasında, doğuştan fikirler ve kimi temel nitelikler kazınmış olduğunun yaygın bir öğreti olduğunu biliyorum. Bu kanıyı daha önce genişliğine inceledim; şimdi de anlama yetisinin kendinde bulunan fikirleri nereden bulduğunu ve bunların zihne hangi yollarla ve aşamalarla geldiğini gösterdiğimde bundan önceki kitapta söylediklerimin çok daha kolay kabul edileceğini sanıyorum; bunun için de herkesin kendi gözlem ve deneyine başvuracağım.
2. Tüm fikirler duyum ya da düşünümden gelir. Öyleyse zihnin, bütün öz niteliklerinden yoksun, hiçbir fikri olmayan, özel deyimiyle, beyaz kâğıt olduğunu düşünelim; bu zihin nasıl donatılacaktır? İnsanın o devingen ve sınırsız imgeleminin, sınırsız bir değişiklik içinde ona işlediği bu geniş birikim nereden geliyor? Zihin aklın ve bilginin bütün gereçlerini nereden edinmiştir? Bunu tek sözcükle, deneyden diye yanıtlayacağım. Bilgimizin tümünün temelinde deney vardır ve o gereçlerin hepsi de oradan türetilmiştir. Anlama yetimizi düşüncenin bütün gereçleriyle donatan şey, ya dışsal duyulur şeyler üzerinde ya da zihnimizin algıladığımız ya da düşündüğümüz şeylerle ilgili olarak yaptığı içsel işlemlere yönelik gözlemlerdir. Bunlar, hem edinmiş olduğumuz hem de doğal olarak edinebileceğimiz bütün fikirlerin kendilerinden fışkırdığı iki bilgi kaynağıdır.
3. Fikirlerin kaynaklarından biri duyum nesneleridir. Duyularımız önce duyulur, duyulur nesnelere yönelirler ve zihne bu nesnelerin onları etkilemesinin değişik yollarına göre belirgin birçok algısını iletirler. Böylece bizdeki sarı, beyaz, sıcak, soğuk, sert, acı, tatlı fikirleriyle duyulur nitelikler dediğimiz bütün öteki niteliklerin fikirlerini ediniriz; bunları zihne duyuların ilettiğini söylerken, duyuların dışsal nesnelerden zihne, oradan o algıları üreten şeyleri ilettiklerini söylemek istiyorum. Fikirlerimizin büyük bölümünün bu büyük kaynağı, tümüyle duyularımıza bağlı olduğu ve anlama yetisine onlar aracılığıyla iletildiği için buna da duyum diyorum.
4. Fikirlerin öteki kaynağı zihnimizin işlemleridir. Deneyin anlama yetisini fikirlerle donattığı diğer kaynak, zihnimizin sahip olduğu fikirler üzerinde çalışırken kendi içimizde yaptığı işlemlerin algılarıdır; bu işlemler, ruhun kendileri üzerinde düşünüp onları incelemesi yoluyla, anlama yetisine bu işlemler olmadıkça nesnelerden edinemeyeceğimiz türden bir başka fikirler takımı sağlar. Algılama, düşünme, kuşkulanma, inanma, akıl yürütme, bilme ve isteme ve zihinlerimizin değişik edimlerinin hepsi böyledir; bunların bilincine vararak, onları içimizde gözlemlemekle, zihnimize bunlardan da duyularımızı etkileyen cisimlerden olduğu gibi, belirgin fikirler alırız. Bu fikir kaynağı herkesin kendindedir ve bu, dışsal nesnelerle ilgisi olmadığı için duyu değilse de, ona çok benzer ve buna içsel duyu denmesi uygun olur. Fakat ötekine duyum adı verdiğime göre, buna da düşünüm adını veriyorum, çünkü bunun sağladığı fikirleri zihin yalnızca kendi iç işlemleri üzerinde düşünerek edinir. (...)
5. Bütün fikirlerimiz bu iki kaynağın birisinden gelir. Ben anlama yetisinde, bu iki kaynaktan alınanların dışında herhangi bir fikrin bulunabileceğini sanmıyorum. Dışsal nesneler, zihne, hepsi de kendilerinin bizde ürettiği değişik algılar olan, duyulur fikirleri sağlar, zihin de anlama yetisine kendi işlemlerinin fikirlerini sağlar. Bunların birçok tipi, bileşimi ve bağıntısıyla birlikte tam bir incelemesini yaptığımız zaman bizim fikirler birikimimizin tümünü içerdiğini ve zihinlerimizde iki yoldan biriyle gelmemiş hiçbir şeyin bulunmadığını görürüz. Birisi kendi düşüncelerini incelesin ve anlama yetisini baştan başa araştırsın; sonra da orada bulduğu bütün özgün fikirler içinde, duyularının nesnelerinin ve bir de düşünüm nesnesi diye kabul edilen zihin işlemlerinin dışında başka fikir bulursa bana söylesin. O kimse zihninde ne denli büyük bir bilgi birikimi bulunduğunu düşünürse düşünsün, titiz bir araştırma sonunda orada yalnızca bu ikisinin sağladığı fikirleri bulacaktır; ancak belki de bunları, ileride göreceğimiz gibi, anlama yetisinin sonsuz değişikliklerle birleştirip genişlettiği biçimleriyle bulacaktır.
6. Çocuklar da gözlemlenebilir. Bir çocuğun dünyaya ilk gelişindeki durumunu inceleyen bir kimse, onda ilerideki bilgisinin temellerini oluşturacak türden birtakım fikirlerin bulunduğunu düşünmek için bir neden görmez. Çocuğun onlarla donanması aşama aşama olur. Bellek zaman ve düzeninin bir kaydını tutmaya başlamadan önce, apaçık ve yakın niteliklerin fikirleri yazılmış da olsa, kimi alışılmamış niteliklerle öylesine geç karşılaşılır ki, bunları tanımaya başladığı zamanı anımsayan kimse azdır. Eğer değseydi bir çocuk öyle yetiştirilebilirdi ki, büyüyünceye dek olağan fikirlerden bile pek azını edinmiş olurdu. Fakat dünyaya gelen her şey kendisini sürekli olarak değişik yönlerden etkileyen şeylerle kuşatılmış olduğundan, ister istemez çocukların zihnine değişik fikirlerin baskısı yapılmış olur. Yalnızca gözlerin açık oluşuyla, ışık ve renk her yerde el altındadır; sesler ve kimi dokunsal nitelikler kendilerine uygun duyumları harekete geçirmekten ve zihne giriş yollarını zorlamaktan geri kalmazlar; fakat eğer bir çocuk büyüyünceye dek bir yere kapatılırsa, nasıl çocukluğunda istiridye veya ananas tatmamış birisinde bu tatların fikirleri bulunmazsa, onda da kırmızı ya da yeşil fikirlerinin ortaya çıkmayacağının kolayca kabul edileceğini sanıyorum. (...)
İnanç ile akıl arasındaki ölçülerin ve sınırların [olmayışı] (...) dünyadaki büyük karışıklıkların sebebi olmasa da birçok büyük tartışmanın ve hatanın sebebidir. Nereye kadar aklı, nereye kadar inancı takip ettiğimiz meselesi çözülene kadar boş tartışmalarla vakit geçirip dini meselelerde birbirimizi ikna etmeye çabalayacağız.15 (...)
Akıl yürütmeyi, inançtan belirginliğine göre, zihnin doğal yetileriyle, yani duyum ve düşünüm yoluyla edindiği fikirlerden yaptığı çıkarımlarla ulaştığı önerme ve doğruların kesinlik ya da olasılıklarının bulunması diye kabul ediyorum.
Öte yandan inanç, aklın çıkarımlarına değil de onların, olağanüstü bir iletişim yoluyla Tanrı’dan geldiğini bildiren kimseye duyulan güvene dayanan önermeler için gösterilen onaylamadır. İnsanlara doğruyu göstermenin bu yoluna vahiy diyoruz. (...)
Demek ki kesinliklerine, ister kendiliklerinden apaçık olan önermelerde olduğu gibi dolaysız bir sezgiyle, ister ispatlamalarda olduğu gibi aklın sağlam çıkarımlarıyla ulaşılmış olsun, bildiğimiz fikirlerin uyuşma ya da uyuşmamalarının açık algısına dayanan önermeleri benimsememiz ve onları zihnimize yerleştirmemiz için, zorunlu olarak bir vahyin yardımına gerek duymayız. Çünkü bilgi edinmenin doğal yolları onları oraya yerleştirebilir ya da daha önce yerleştirmiştir; bu, Tanrı’nın bize dolaysız olarak vahiyle bildirdiklerinin dışında elde edebileceğimiz en büyük güvencedir; ayrıca vahiye duyduğumuz güven de bunun bir vahiy olduğunun bilgisinden daha büyük olamaz. Fakat bu ad altındaki hiçbir şeyin apaçık bilgiyi sarsabileceğini ya da yıkabileceğini ve herhangi bir kimseye, anlama yetisine apaçık görünen bir şeyle doğrudan karşıtlık içindeki bir şeyin doğruluğunu kabul ettirebileceğini sanmıyorum. (...)
Eğer inanç ve akıl arasındaki sınır çizilmezse, dindeki bağnazlık ve aşırılıklara karşı çıkılamaz. Eğer inanç ve aklın alanları belli sınırlarla ayırt edilmezse, din konusunda akla hiç yer kalmaz ve dünyadaki birçok dinde görülen aşırı düşünce ve törenleri yerme olanağı ortadan kalkar. Çünkü insanlığı kaplayan ve bölen hemen bütün dinleri dolduran saçmalıkların büyük ölçüde akla karşı inanca başvurmaya bağlanabileceğini sanıyorum. Çünkü dinle ilgili şeyler sağduyuya ve bütün bilgilerin temel ilkelerine ne denli açıkça aykırı olursa olsun, insanlar bunlar için akla başvurmamayı ilke edinmişler, imgelemleriyle doğal boş inançlarını başıboş bırakmışlardır; böylece dinde öyle olağandışı görüşlere ve öyle aşırı uygulamalara gitmişlerdir ki, sağlam düşünen bir kimse onların delilikleri karşısında şaşırıp kalır ve bu uygulamaları büyük ve bilge Tanrı yönünden öylesine kabul edilmez bulur ki, bunların dengeli ve iyi yürekli birisi için gülünç ve çirkin olduğunu düşünmeden edemez. Gerçekte hayvanlardan en iyi ayırt etmesi ve akıllı yaratıklar olarak bizi özellikle hayvanların üstüne yükseltmesi gereken din, genellikle insanların akla hayvanlardan bile daha aykırı davranıp daha anlayışsız oldukları alandır. Credo, quia impossibile est (Buna inanıyorum, çünkü olanaksızdır). Bu söz sıradan insan için bir aşırı tutku coşkunluğu olabilir fakat insanların düşüncelerini ya da dinlerini yönlendirmede kötü bir kural olarak ortaya çıkar.
* John Locke, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme, Chicago, Henry Regnery Company, 1956, s.19-23, 336-337.