Ansiklopedi
Ansiklopedi (The Encyclopedie ou Dictioniaire raisonne des Sciences, des Arts, et des Metiers) “yüzyılın en büyük yayıncılık girişimi” olarak kabul edilmektedir. Denis Diderot (1713-84) ve matematikçi Jean-le-Rond d’Alembert’in (1717-83) ortak çalışmasıyla 1780 yılında tamamlanmıştır. Otuz beş ciltten oluşan bir çalışma, yirmi bir cilt metin, esnaf ve teknik sanatları betimleyen 12 cilt resim ve iki cilt dizinden oluşur. Çalışmanın amacı, insanoğlunun bilgisinin özetini “Aydınlanma” ruhuyla tek bir yerde toplamaktı. Aşağıda akıl çağının felsefi ruhu hakkında zekice ve çoğunlukla eleştirel açıklamalar yapan d’Alembert’in İlk Mukaleme’sinden (Prelimary Discourse) seçmeler, Diderot’tan iki makale ve César Chesneau Dumarsais (1676-1756) tarafından yazıldığı sanılan “Filozof” başlıklı deneme bulunmaktadır.
İlk Mukaleme*
O unutulmaz dönemden, yani Rönesans’tan itibaren aklın gelişimi incelenince aslında bunun doğal bir süreç olduğu anlaşılmaktadır. Önceleri klasik ilim vardır, bunu edebiyat takip etmiştir ve son olarak felsefe gelmiştir. Bu Discourse’nin (Çevirinin devamında “Diyalog” olarak anılacaktır.) ilk bölümünde incelediğimiz kişi gibi, çağdaşlarıyla diyaloglarla sınırlı kişinin yaptığı sıralamayla, kendi ışığına bırakılmış kişinin gözettiği sıralama gerçekte birbirine benzememektedir: Gerçekten izole aklın, felsefeye edebiyattan önce varacağını gösterdik. Ama ışık yüzyıllarının takip ettiği uzun süren cehalet döneminden çıkarken, şu şekilde söylenebilirse, düşüncelerin yenilenmesi ilkel nesle göre farklı olmuştur. (…)
Yüzyılımızın egemen zevki olan felsefe, bizde yarattığı ilerlemeyle kaybettiği zamanı telafi etmeye ve babalarımızın üzerine yıktığı nefret için intikam almaya isteklidir. Bu nefretin sırası bugün âlimliğe gelmiştir ve artık sadece konusunu değiştirmiş olmak için de değildir. Eskilerin eserlerinden bilmenin bizim için önemli olduğu her şeyi süzgeçten geçirdiğimizi düşünüyoruz ve bu şekilde bunları halen tartışmak isteyenleri ıstıraplarından gönüllü olarak kurtarmış oluyoruz. (Ancak benim görüşüme göre) eskilerin derslerinden ve çalışmalarından artık herhangi bir avantaj sağlanamayacağına inanmak, cehaletten ya da kibirden başka bir şey değildir.
Bugün her şeyi halk dilinde yazma alışkanlığı, şüphesiz ki bu önyargıyı sağlamlaştırmıştır ve belki de bu alışkanlık önyargının kendisinden çok daha zararlıdır. Dilimizi tüm Avrupa’ya yaydıktan sonra -yazının rönesansından beri var olan ve- bizim âlimliğimiz olan Latin dili ile onun değiştirilmesi zamanının geldiğine inanmaktaydık. İtiraf etmem gerekir ki, bir filozofun Fransızca yazması bir Fransız’ın Latince mısralar yazmasından çok daha affedilebilirdir; hatta kabul edelim ki sadece yüzeye ulaşmaktansa bir tek kişinin aklına gerçekten ulaştıysa eğer, bu alışkanlığın aydınlanma dönemini yaygınlaştırmaya daha çok yardımcı olmuştur. Bununla beraber, öngörmüş olmamız gereken bir mahzur da doğmuştur. Bizim örnek verdiğimiz diğer milletlerin âlimleri, kendi dillerinde bizim dilimizden her hâlükârda daha iyi yazacaklarına mantıken inanmaktaydılar. (…)
Zevk meselesi diye alay ettiğimiz Latince alışkanlığı, açıklık ve kesinlik gerektiren ve evrensel bir dil ve konvansiyona ihtiyaç duyan felsefi çalışmalarda çok faydalı olabilmektedir. Bu alışkanlığı yeniden kurmak bizim lehimize olacaksa da bunun gerçekleşmesini dilemek için yeterli sebep değildir. Şikâyet etmeye cüret ettiğimiz suiistimal, yok edebilir diye kendimizi cesaretlendirmemiz gereken kibirliliğe ve tembelliğe çok müsaittir. Filozoflar da diğer yazarlar gibi özellikle kendi milletleri tarafından okunmayı arzu ederler. Eğer daha az bilinen bir dil kullansalardı, daha az övgüyle bahsedilirlerdi ve kimse onları anladığı için kendisi övünemezdi.
Bununla birlikte, felsefe memnun ederken prensipte öğretici olması gerektiğini unutmamış görünmektedir; bugün sistemlere duyulan zevkin, daha doğru ifadeyle, aklı aydınlatmaktansa hayal gücünü övmenin, iyi eserlerden neredeyse tamamen uzaklaştırılmasının sebebi budur. En iyi filozoflarımızdan biri (olan Condillac, Traite des systemes eserinde) bunu sonunda yok etmiş görünmektedir. Geçmiş günlerde hipotez ve varsayım ruhu son derece faydalıydı ve hatta felsefenin rönesansı için gerekliydi, çünkü kişinin nasıl düşüneceğinden çok düşünmeyi nasıl öğreneceği sorgulanıyordu. Ama zaman değişti ve eğer bir yazar sistemleri övmeye kalkarsa artık çok geç kalmış demektir. Bu ruhun şimdi sağlayabileceği avantajlar, bunlardan doğacak zahmetleri dengeleyemeyecek kadar azdır. (...) Fizikteki sistem ruhu, geometrideki metafizikle aynı şeydir. Doğruya giden yolda ilerlerken bazen gerekli olmaktaysa da, kendi başına yol gösterici olması neredeyse daima imkânsızdır. Doğanın gözlemlenmesiyle aydınlanmış olarak, fenomenlerin sebeplerini belki belli belirsiz de olsa görebilir fakat hesaplama, deyim yerindeyse, bu sebeplerin varlığını garantilemek için, bunların meydana getirebileceği etkileri tam olarak belirlerken ve bu etkileri deneyimle öğrendiklerimizle kıyaslarken gereklidir. Böylesine bir yardımdan mahrum bırakılmış her hipotez, doğa bilimlerinde her zaman aramamız gereken fakat sistemlerin adıyla saygı duyduğumuz o önemsiz varsayımlarda çok seyrek bulunan kesinlik derecesine nadiren sahiptir. Sadece bu türden sistemlere sahip olabilseydi, fizikçinin başlıca değeri, doğru ifadeyle sistemin ruhuna sahip olmak ama asla herhangi birini oluşturmamaktır. Sistemlerin diğer bilim dallarında kullanılmasıyla ilgili olarak, binlerce deneyim onların ne kadar tehlikeli olduğunu ispat etmiştir. (…)
Biz en iyi şeyleri suiistimal ederiz. Bugün için son derede alamod olan ve her şeyi görmek ve hiçbir şey varsaymak istemeyen bu felsefi ruh, edebiyata sıçramıştır. Gelişimleri için bunun zararlı olduğunu ve bunu gizlemenin zor olduğunu iddia etmekteyim. Hesaplamalara ve analizlere eğilimi olan yüzyılımız, duygu konularına soğuk ve didaktik tartışmalar dahil etmeyi arzular gibi görünmektedir… Bununla beraber, kabul etmem gerekir ki, tartışma ruhu, edebiyatımızı eskilerin körü körüne hayranlığından kurtarmaya yardımcı olmuştur; bize sadece onlardaki güzelliklere, ki çağdaşlarındakilere hayran olmaya zorlanıyoruz, değer vermeyi öğretmiştir.
Tiyatrolarımızı ele geçiren kalbin metafiziğinin ne olduğunu bilmem ama borçlu olduğumuz kaynak belki de aynıdır; metafizik bunlardan tamamen uzaklaştırılamasa bile, yine de daha azının orada hüküm sürmesi mümkün olmalıdır. Ruhun anatomisi diyaloglarımıza bile dahil olmuştur; artık konuşmuyoruz, resmi bir şekilde tartışıyoruz ve toplumumuz genel çekiciliğini, sıcaklığını ve neşesini kaybetmiştir.
Hayal gücüne ilişkin eserlerimizin önceki yüzyılda yapılanlara göre genel anlamda daha kötü olmasına şaşırmamak gerekir. Daha iyi yargılama yapmak için daha fazla ilkemiz, daha büyük bir aydınlanma stokumuz, daha fazla iyi yargıcımız ve daha az iyi eserlerimiz var; bir kitabın iyi olduğunu değil ama zeki bir adamın kitabı olduğunu söylüyoruz. Böyle olmasının sebebi, Demetrius ve Phalere yüzyılının Demosthenes yüzyılına, Lucan ve Seneca yüzyılının Cicero ve Virgilius yüzyılına ve XIV. Louis yüzyılının bizimkine anında halef olmasıdır.
Sanat eserlerini incelediğimizde gözlemlediğimiz husus, bazılarının elişinden ziyade zekâ eseri olduğu, ancak bunun aksine, diğer bir bazılarınınsa zekâ eserinden ziyade elişi olduğudur. Bazı sanat dallarının diğerlerine üstün gelmeye başlaması ve teknik sanat ve edebiyat olarak sanat dallarının bölünmeye başlaması da kısmen böyledir.
Her ne kadar yerinde olmuşsa da, bazı çok saygıdeğer ve faydalı kişileri alçaltarak ve içimizde hangisi olduğunu bilmediğim doğal tembelliği kuvvetlendirerek kötü bir etki yaratmıştır ki, akla uygun ve maddi olmak üzere belirli nesnelerin ve deneyimlerin sürekli uygulanması gerektiğine çok fazla inanmamıza sebep olmuştur ve bu insan aklının itibarını azaltmak için saygınlığını azaltmak içindir ve mekanik sanatları uygulamak hatta öğrenmek bile kişiyi araştırması çok zahmetli şeylere alçalmaktı; meditasyon alçak, ifade zor, ticaret onursuz, sayılar tükenmez ve değer ihmal edilebilir; (…) şehirleri gururlu akıl yürütenler ve faydasız düşünürlerle ve ülkeyi küçümseyen ve aylak cahil zorbalarla doldurmaya hazır bir önyargı.
İngiltere’nin ilk dahilerinden olan Bacon, Fransa’nın en büyük bakanlarından biri olan Colbert ve tüm zamanların iyi zekâları ve bilge kişileri böyle düşünmemiştir. Bacon teknik sanat tarihini gerçek felsefenin en önemli branşı olarak kabul etmektedir; pratik olanı aşağılamamaya dikkat etmiştir. Colbert, halkın sanayisini ve üretimin kuruluşunu bir krallığın en sağlam serveti olarak kabul etmektedir… Terazinin bir tarafına en yüce bilimlerin ve en saygın sanat dallarının gerçek avantajlarını ve diğer tarafa teknik sanat dallarının gerçek avantajlarını koyduğumuzda, onlardan yaptığımız hesaplamanın bu avantajlara adil bir ilişki içerisinde dağılmadığını fark edersiniz ve bizi gerçekten mutlu eden kişilerden daha çok mutlu olduğumuza bizi inandırmaya çabalayan kişilerle büyük bir anlaşmayı övmekte olduğumuzu anlayacaksınız. Yargılarımızdaki tuhaflık işte! Faydalı olmayı isteriz ve faydalı kişileri küçümseriz…
Özellikle göz önünde bulundurmamız gereken bir düşünce, insanı yani akıllı ve düşünen varlığı dünya yüzeyinden silersek doğanın bu dokunaklı ve yüce manzarasının, melankoli ve sessizlik sahnesi olacağıdır. Sessizlik ve gece evreni elegeçirecektir. Her şey, gözlenmemiş bir fenomenin muğlak ve gizli bir şekle dönüşeceği çok büyük bir yalnızlığa dönüşecektir. İnsanın mevcudiyeti, varlıkların varoluşunu ilginç kılar. Bu varlıkların tarihi içerisinde kendimizi bu düşünceye adamaktan daha iyi bir teklifte bulunmamız mümkün müdür? Evrene yerleştirilmiş insanı neden çalışmalarımıza dahil etmeyelim? Neden onu ortak merkez yapmayalım? (...)
Çalışmamızı bağlı kıldığımız genel bölümü insanın başlıca yeteneklerini bulmaya bizi iten sebep budur. (...) Tüm düşünceler içerisinde en yavan ve detaylar içerisinde en kuru olanının ilgisini çekmek ve memnun etmek istiyorsak, insan her şeyi isnat etmemiz gereken benzersiz noktadır. Varlığım, diğer insanların mutluluğu ve doğanın geri kalanı dışındakiler önemsizdir.
Filozof için akıl neyi ifade ediyorsa, Hıristiyan için de rahmet aynıdır. Hıristiyan’ı rahmet harekete geçirir, filozofuysa akıl.
Diğer insanları tutkular harekete geçirmiştir, hareketleri düşünce ürünü değildir; bunlar karanlıkta yürüyen adamlardır. Diğer taraftan, filozof, tutkularında bile düşünceleriyle hareket eder; karanlıkta yürür ama elinde bir meşaleyle.
Filozof, prensiplerini sonsuz sayıdaki kesin gözlemlerine dayanarak oluşturur. Birçok insan prensipleri onları oluşturan gözlemleri düşünmeden benimser; onlar kuralların, tabiri caizse, kendiliklerinden var olduklarına inanırlar. Ancak filozof kuralları kaynaklarından alır, köklerini dikkatle gözden geçirir, gerçek değerlerini bilir ve ancak kendisine uygun bulursa onları kullanır.
Filozof için gerçek, her yerde bulunabileceğine inandığı ve hayal gücünü baştan çıkaran bir metres değildir. Gerçeği sezdiği her yerde ortaya çıkarabilecek olmasıyla kendini tatmin eder. İhtimallerle kafasını karıştırmaz; gerçek olan neyse gerçek olarak ve yanlış olan neyse yanlış olarak kabul eder; şüpheliyi şüpheli olarak ve muhtemel olanıysa muhtemel olarak kabul eder. Daha fazlasını yapar; işte size büyük bir filozof mükemmeliyetçiliği:
Yargıda bulunabilmesi için bir sebep olmadığında, yargıda bulunmadan (infazı erteleyerek) nasıl yaşaması gerektiğini bilir…
Demek ki felsefi ruh, her şeyi doğru prensiplere bağlayan gözlem ve kesinlik ruhudur ama filozof aklını tek başına beslemez, dikkatini ve ihtiyaçlarını da beraberinde taşır…
Filozofumuz kendini bu dünyadan sürmesi gerektiğine inanmaz; düşman topraklarda olduğuna inanmaz; akıllı bir ekonomiyle doğanın ona sunduğu ürünlerin tadını çıkarmak ister; başkalarıyla keyifli zaman geçirmek ister ve bunun olması için kendi de keyifli olmak zorundadır; bu nedenle, kendi tercihi ve karşısındakinin şansıyla karşılaştığı kişilere karşı uyumlu olmaya çalışır ve aynı zamanda onun için uyumlu olmanın ne demek olduğunu keşfeder. Memnun etmek ve faydalı olmak isteyen dürüst bir adamdır.
Safahattan meditasyona (derin düşünmeye) yeterince zaman ayıramayan ustaların büyük bir bölümü, kendilerine denk olmadıklarını düşündükleri diğerlerine karşı gaddardırlar. Çok fazla meditasyon yapan sıradan filozoflar veya düzgün meditasyon yapamayanlar herkese karşı gaddardır; onlar insanlardan kaçarlar ve insanlar onlardan sakınırlar. Ama insanlardan uzaklaşmak ve toplumsal ilişki arasındaki dengeye ulaşmayı bilen bizim filozofumuz tamamen insancıldır. O, bir insan olduğunu ve sadece insanlığın, komşusunun iyi ve kötü talihiyle ilgilendiğini hisseden Terentius’tur: Homo sum nihil humanum ad me alienum puto.1
Şeref ve doğruluk denen her şeye karşı filozofun ne kadar kıskanç olduğunu burada belirtmeye gerek yoktur. O’nun için sivil toplum, dünya üzerindeki tanrılıktır; sivil toplumu tütsüler, onu doğrulukla, yükümlülüklerine tam bir dikkat göstererek ve utanılacak ve faydasız bir üyesi olmama yönündeki samimi isteğiyle şereflendirir. Aklın aydınlanması kadar doğruluk hissi de filozofun mekanik yaradılışına dahildir. Bir insanda akıl buldukça, doğruluk da bulursunuz. Diğer yandan, fanatizm ve hurafenin hüküm sürdüğü yerde, tutku ve korku da hüküm sürer. Filozofun mizacı, düzenin veya aklın ruhuna göre hareket etmeye müsaittir; toplumu sevdiği için, sadece dürüst insan fikrine uygun etkiler oluşturmak için her türlü çabayı göstermek onun için başka insanlara göre çok daha önemlidir. (…)
Filozof için son derece zaruri olan bu toplum sevgisi, Marcus Aurelius’un, “Filozoflar kral veya krallar filozof olsaydı insanlar ne mutlu olurdu,” ifadesinin ne kadar da doğru olduğunu anlamamızı sağlar.
* Encyclopedic, ou Dictionncdre raisorme des Sciences, des Arts, et des Metiers, Geneve, J. Pellet, 1778, cilt I, s. xxxv, liv-lviii; cilt III, s. 475; cilt XII, sayfalar 3 82-3; Cilt XXV, s. 667-9.