Yüce Engizisyon Hâkimi*
Fyodor Dostoyevski (1821-1881) Rusya’nın en büyük romancılarından biriydi. Bir doktorun oğlu olan Dostoyevski, zor şartlarda büyüdü fakat iyi bir mühendislik eğitimi aldı. Gerçek tutkusu yazmaktı ve ilk hikâyesi İnsancıklar onu bir edebi şöhret yaptı. Fourier gibi (Jean Baptiste Joseph, 1768-1830, Fransız matematikçi ve fizikçi) sosyalist yazarları inceleyen zararsız bir okuma grubuna katılan Dostoyevski, bu girişiminin bedelini tutuklanmak ve ölüm cezasına çarptırılmak suretiyle ödedi. Ancak, Çar I. Nikolas’ın “şaka” yaptığı darağacına çıkarılmışken ortaya çıktı, bununla Sibirya’ya sürgüne gönderilmekten kurtulamadı. Bu olayın etkisiyle kötülediği sanılan sara nöbetlerinin daha da zorlaştırdığı sürgün koşulları, Dostoyevski’yi beklenenin aksine radikal bir eylemci yapmadı. Dine dönen yazar, derin bir inanç geliştirdi. Dostoyevski’nin görüşlerinden bir kısmı ifadesini en büyük romanı olduğu kabul edilen Karamazov Kardeşler’deki “Yüce Engizisyon Hâkimi” bölümünde bulmaktadır. Hikâyede Hz. İsa On Altıncı yüzyıl İspanyası’na döner, ibret alınacak olaylarla karşılaşır, ancak eski İspanya, aslında modern Avrupa’dır.
Hz. İsa Bu Dünyaya Geri Dönseydi Ne Olurdu?
“Hikâyem, İspanya’nın Sevilla kentinde, Tanrı’nın ihtişamına her gün ateşlerin ve ‘görkemli inanç gösterilerinde (auto da fé) günahkâr kâfirlerin yakıldığı’ Engizisyon’un en korkunç döneminde geçmektedir. Ah, elbette verdiği söze göre zamanın sonunda bütün cennetlik ihtişamıyla ortaya çıkacağı ve “doğudan batıya doğru çakan yıldırım” gibi ani bir geliş değildi. Hayır, O, çocuklarını sadece bir süreliğine ziyaret etmişti ve orada kâfirlerin etrafında alevler çıtırdıyordu. Sonsuz merhameti içinde, bin beş yüz sene önce insanlar arasında üç yıl boyunca gezdiği insan haliyle insanların arasına yeniden geldi. Bir gün öncesinde Tanrı’nın yüce onuru adına (ad majorem gloriam Dei) neredeyse yüz kâfirin Yüce Engizisyon Hâkimi kardinal tarafından muhteşem bir auto da fé’de kral, saray halkı, şövalyeler, kardinaller, sarayın en çekici kadınları ve bütün Sevilla nüfusunun huzurunda yakıldığı Güney kasabasının “sıcak kaldırımına” geldi.”
“Sessizce, fark edilmeden geldi, fakat ne tuhaftır ki herkes Onu fark etti. İnsanlar dayanılmaz bir şekilde Ona doğru çekildi, etrafını sardı, Ona akın etti ve Onu takip etti. Yüzünde, sonsuz şefkatin nazik gülümsemesiyle insanların arasında ilerledi. Aşk ateşi kalbinde yanıyor, ışık ve güç gözlerinde parlıyor ve parlaklıkları insanların üzerine düşüyor, kalplerini karşılık veren bir aşkla canlandırıyordu. Ellerini onlara uzatıyor, onları kutsuyordu ve Onunla hatta sadece giysileriyle temastan iyileştirici bir erdem geliyordu. Kalabalığın içinde doğuştan kör bir adam yakarıyordu; ‘Ah Efendim, iyileştir beni, böylece Seni görebileyim.’ Kalabalık ağlıyor ve ayağının altındaki toprağı öpüyordu. Çocuklar Ona çiçek fırlatıyor, şarkı söylüyor ve yakarıyordu. Bütün kalabalık “Bu, O. Bu, O olmalı. Başka kimse olamaz!” diye tekrar ediyordu. Ağıtçılar küçük, açık, beyaz bir tabut getirdikleri an Sevilla Katedralinin basamaklarında durdu. Tabutun içinde tanınan bir vatandaşın yedi yaşındaki biricik kızı yatıyordu. Ölü çocuk çiçeklerin içine gömülmüştü. Kalabalık, ağlayan anneye “Çocuğunu ayağa kaldıracak” diye bağırıyordu. Tabutu karşılamaya gelen rahip hayret içindeydi ve kaşlarını çattı fakat ölü çocuğun annesi kendini ağıtlarla Onun ayaklarına attı, ellerini ona uzatarak “O, Sen isen, çocuğumu ayağa kaldır” diye ağladı. Tören alayı durdu, tabut ayağının ucundaki basamaklara bırakıldı. Şefkatle baktı ve dudakları yumuşak bir şekilde bir kere daha “Ayağa kalk kız çocuğu!” dedi ve kız ayağa kalktı. Küçük kız tabutta kalkıp oturdu ve ellerinde bir demet beyaz gül, meraklı büyük gözlerle gülümseyerek etrafa baktı.”
“İnsanlar ağlıyor, hıçkırıyor ve kafa karışıklığı içindeydi ve o anda kardinalin, Yüce Engizisyon Hâkimi’nin kendisi katedralin yanından geçti. İçlerinde ışıkların parladığı çukur gözleri ve solmuş yüzüyle kardinal, neredeyse doksan yaşında uzun, dik ve yaşlı bir adamdı. Bir gün öncesinde Katolik Kilisesi’nin düşmanlarını yakarken giydiği gösterişli kardinal kıyafeti üzerinde değildi. Onun yerine her zaman giydiği eski papaz cübbesini giyiyordu. Biraz ötede, arkasından karanlık yardımcıları, köleleri ve “kutsal muhafızı” geliyordu. Kalabalığı görünce durdu ve onları belirli bir mesafeden izledi. Kardinal her şeyi görüyordu; tabutu ayaklarının önüne koyduklarını ve çocuğun ayağa kalktığını görüyordu ve yüzü karardı. Kalın gri kaşlarını çattı ve gözleri uğursuz bir ateşle parıldadı. Parmağını kaldırdı ve muhafızlarına Onu almalarını emretti. Öylesine güçlüydü ki insanlar teslim olmaya ve titreyerek itaat etmeye zorlanmışlardı. Kalabalık, muhafızlara hemen yol verdi ve muhafızlar ölüm sessizliğin ortasında ellerini Onun üzerine koydular ve götürdüler. Kalabalık, tek bir insan gibi, hemen yaşlı Engizisyon hâkiminin önünde toprağa kapandı. Muhafızlar mahkûmlarını Kutsal Engizisyonun antik sarayındaki kapalı, kasvetli ve kemerli hapishaneye götürdüler ve Onu oraya kapattılar. Gün geçti ve Sevilla’nın “soluksuz” gecesini yakan gece geldi. Havada “limon ve defne kokusu” vardı. Zifiri karanlıkta hapishanenin demir kapısı birden açıldı ve Yüce Engizisyon Hâkimi’nin kendisi elinde bir ışıkla içeri geldi. Yalnızdı; kapı arkasından aniden kapandı. Kapı girişinde durdu ve bir iki dakika Onun yüzüne baktı. En sonunda yavaşça içeri girdi, ışığı masaya bıraktı ve konuşmaya başladı.
“O sen misin? Sen misin?” Fakat hiçbir cevap alamadı ve birden ekledi. “Cevap verme, sessiz kal. Ne diyebilirsin ki zaten? Ne söyleyebileceğini gayet iyi biliyorum ve önceden söylediklerine yeni bir şeyler eklemeye hakkın yok. O zaman neden bizi engellemeye geldin? Bizi engellemeye geldin, bunu biliyorsun. Fakat yarın ne olacağını biliyor musun? Kim olduğunu bilmiyorum ve O ya da Onun bir benzeri olman umurumda bile değil fakat yarın Seni mahkûm edeceğim ve kâfirlerin en kötüsü gibi kazığa bağlanarak yakacağım. Bugün ayağını öpen insanların ta kendileri yarın benden en ufak bir işaretle senin ateşinin külünü toplamak için koşturacaklar.’”
“Geldiğin dünyanın gizemlerinden bir tanesini bize açıklama hakkın var mı? Hayır, hakkın yok; önceden söylenenlere hiçbir şey ekleyemezsin ve yeryüzündeyken yücelttiğin özgürlüğü insanlardan alamazsın. Açığa çıkaracağın şey her neyse, insanların inanç özgürlüğüne tecavüz edecek çünkü bunun bir mucize olduğunu anlayacaklar ve bin beş yüz yıl önce onların inanç özgürlüğü, senin için her şeyden daha önemliydi. Devamlı, ‘Sizi özgürleştireceğim” demedin mi? Fakat şimdi bu ‘özgür’ insanları gördün, Evet, bunun karşılığını içtenlikle ödedik fakat en azından biz bu işi Senin adına tamamladık. Bin beş yüz yıldır senin özgürlüğünle boğuştuk fakat artık bitti ve iyi bitti. İyi bittiğine inanmıyor musun? Bana sakin sakin bakıyorsun ve bana kızmaya bile tenezzül etmiyorsun. Fakat şunu söyleyeyim bugün halk kusursuz özgürlüğe sahip olduğundan emin fakat özgürlüklerini bize getirdiler ve alçakgönüllükle bizim ayaklarımıza bıraktılar. Fakat bu bizim başarımız oldu. Senin yaptığın bu muydu? Senin özgürlüğün bu muydu?’
“Şimdi (elbette Engizisyon hakkında konuşuyor) ‘ilk defa insanların mutluluğunu düşünmek mümkün oldu. İnsan bir isyankâr olarak yaratıldı ve asiler nasıl mutlu olur? Uyarılmıştın. Yeteri kadar tembih ve uyarı aldın fakat bu uyarıları dinlemedin; insanın mutlu edilebileceği tek yolu reddettin. Fakat neyse ki sen ayrıldığında işi bize devrettin. Söz verdin, bağlama ve çözme hakkını verdin ve şimdi elbette bu hakkı geri aldığını düşünemiyorsun. O zaman neden bizi engellemeye geldin?”(…)
“Bilge ve korkutucu ruh, öz yıkım ve yokluk ruhu, muhteşem ruh vahşi hayatta Senle konuştu ve bize kitaplarda seni ayarttığı ‘söylendi’. Öyle mi? Üç soruyla ortaya çıkardığı, senin reddettiğin ve kitaplarda ‘ayartma’ denilen şeyden daha doğru bir şey söylenebilir miydi?19 Yeryüzünde gerçekten muazzam bir mucize olduysa bu o gün, üç ayartmanın söylendiği gün olmuştur. Bu üç sorunun sorulmasının kendisi bir mucizeydi. Sadece tartışma adına ürkütücü ruhun üç sorusunun sonunda kitaplar tarafından çürütüldüğünü, bizim onları tekrar düzeltmemiz, baştan yaratmamız gerektiğini ve bunu yapmak için dünyadaki bütün akıllı insanları, hükümdarları, başpapazları, bilginleri, felsefecileri ve şairleri bir araya getirdiğimizi, onlara sadece duruma uyacak değil, ayrıca üç kelimeyle, üç insan ifadesiyle dünyanın ve insanlığın bütün geleceğine uyacak üç soru bulma görevini verdiğimizi hayal etmek mümkün olsaydı, bir araya getirilen dünyanın bütün akıllılarının derinlik ve güç açısından o zamanlar vahşi hayatta akıllı ve kudretli ruh tarafından önüne konulan üç soruya eşit bir şey uydurabileceklerine inanıyor musun? Sadece bu sorulardan, ifadelerinin mucizelerinden burada geçici insan zekâsıyla değil, kati ve ebedi olanla uğraştığımızı görüyoruz. Çünkü bu üç soruda insanoğlunun bütün tarihi tek bir vücutta toplanmış ve önceden bildirilmiştir, ayrıca bu üç soru içinde insan doğasının çözülmemiş bütün çelişkileri de bir araya getirilmiştir. O zamanlar gelecek bilinmediği için bu kadar açık değildir fakat şimdi bin beş yüz sene geçti ve biz bu üç sorudaki her şeyin doğru bir şekilde kehanet edildiğini ve önceden bildirildiğini ayrıca tamamen yerine getirildiğini, böylece hiçbir şeyin eklenemediği veya çıkarılamadığını görüyoruz.
“Kimin haklı olduğuna Kendin karar ver, sen mi yoksa o zaman sana soru soran mı? İlk soruyu hatırla; başka bir deyişle anlamı şuydu: ‘Dünyaya boş ellerle insanların kendi basitlikleri ve doğal azgınlıkları içinde anlayamayacakları, hiçbir şey bir insan ve toplum için ondan daha çekilmez olmadığından korktukları ve dehşete kapıldıkları özgürlükle gidebilirsin. Fakat kavrulmuş ve çorak vahşilikteki kayaları görüyor musun? Onları ekmeğe çevir ve insanoğlu koyun sürüsü gibi minnettar ve itaatkâr fakat daima elini onlardan çekersin ve ekmeklerini vermeyi reddedersin korkusuyla titreyerek arkandan koşsun.’ Fakat sen insanları özgürlüğünden edemezdin ve bu teklifi, itaat ekmekle satın alınacaksa bu özgürlüğün değeri nedir diye düşünerek reddettin. İnsanın sadece ekmekle yaşamadığını söyledin. Fakat bu dünyevi ekmek uğruna dünya ruhunun sana karşı ayaklanacağını, senle savaşacağını ve seni altedeceğini ve hepsinin, ‘Bu hayvanla kim karşılaşabilir? Bize cennetten ateş verdi,’ diye ağlayarak onu takip edeceğini biliyor musun? Yılların geçeceğini ve insanlığın, bilginlerin ağızlarından suçun ve böylece günahın olmadığını, sadece açlığın olduğunu ilan edeceğini biliyor musun? Sana karşı kaldıracakları ve tapınağını yıkacakları afişlerine, ‘İnsanları besle ve sonra onlardan erdem bekle!’ yazacaklar. Tapınağının durduğu yerde yeni bir bina yükselecek; korkunç Babil kulesi tekrar inşa edilecek ve tıpkı eskisi gibi o da bitirilemeyecek fakat sen bu yeni kuleyi engelleyip insanların bin senelik yeni ıstıraplarını kısa kesebilirdin çünkü bu insanlar bin yıllık ıstırabın ardından kuleleriyle tekrar bize gelecekler. Tekrar zulme uğrayacağımız ve işkence göreceğimiz için yeraltında saklı mezarlarda tekrar bizi arayacaklar. Bizi bulacaklar ve yakaracaklar: ‘Bizi besleyin çünkü bize gökyüzünden ateşi söz verenler sözlerini tutmadı!” Onları besleyen kuleyi bitirdiği için kulelerinin inşasını bitireceğiz. Ve yalan bir şekilde senin adına olduğunu ilan ederek onları sadece biz besleyeceğiz. Ah, kendilerini biz olmadan asla ve asla besleyemezler! Özgür kaldıkları sürece hiçbir bilim onlara ekmek vermeyecek. Sonunda özgürlüklerini ayaklarımızın dibine bırakacak ve bize, ‘Bizi köleniz yapın ama bizi besleyin,’ diyecekler. En sonunda özgürlüğün ve yeterli ekmeğin asla ama asla ikisini paylaşamayacakları için birlikte anlaşılmaz olacağını anlayacaklar. Onlar da asla özgür olmayacaklarına çünkü zayıf, ahlaksız, değersiz ve asi olduklarına ikna olacaklar. Sen onlara Cennet ekmeğini söz verdin fakat tekrar söylüyorum, zayıf hatta günahkâr ve aşağılık insan ırkının gözünde dünyevi ekmek ile karşılaştırılabilir mi? Cennet ekmeği uğruna binlerce ve on binlerce insan seni takip ederken cennet uğruna dünyevi ekmekten vazgeçme gücüne sahip olmayan milyonlarca ve on milyonlarca yaratığa ne olacak? Ya da zayıf olan ama seni seven ve denizdeki kum kadar fazla olan milyonlarca insan, muhteşem ve güçlüler uğruna yaşamak zorundayken sen sadece on binlerce güçlü ve muhteşemi mi umursuyorsun? Hayır, bizim için zayıflar da önemlidir. Onlar günahkâr ve asi fakat sonunda onlar da itaat edecek. Bize hayret edecek ve Tanrı gözüyle bakacaklar çünkü biz o kadar ürkütücü buldukları özgürlüğe katlanmaya ve onlara hükmetmeye hazırız. Onlar için özgür olmak çok korkutucu olacak. Fakat biz onlara senin hizmetçilerin olduğumuzu ve senin adına onları yönettiğimizi söyleyeceğiz. Onları yeniden aldatacağız çünkü senin yeniden bize gelmene izin vermeyeceğiz. Yalan söylemeye zorlandığımız için aldatma bize ıstırap verecek.’
“Vahşi hayattaki ilk sorunun önemi budur ve her şeyden üstün tuttuğun özgürlük adına reddettiğin de budur. Fakat bu sorunun içinde bu dünyanın sırrı saklanmıştır. ‘Ekmeği’ seçerek insanlığın evrensel ve ebedi tapacak birilerini bulma arzunu tatmin etmiş olacaktın. Özgür kaldığı sürece insanoğlu tapınacak birilerini bulmak için olduğu kadar hiçbir şey için bu kadar kesintisiz ve acı içinde çabalamayacaktır. Fakat insanoğlu tartışmasız kurulmuş olana tapmak ister bu yüzden bütün insanlar hep birlikte ona tapmayı kabul eder. Bu acınacak yaratıklar birinin veya diğerinin tapabileceğini değil, herkesin inanıp tapacağı şeyi bulmakla ilgilendiği için en önemli olan herkesin bunun içinde olmasıdır. Bu tapınma toplumu arzusu tarihin başlangıcından beri bireysel olarak her insanın ve bütün insanlığın ıstırabıdır. Toplu tapınma uğruna birbirlerini kılıçlarla katlettiler. Tanrılar yarattılar ve birbirlerine meydan okudular, “tanrılarınızı bir kenara bırakın ve gelip bizim tanrılarımıza tapın, yoksa sizi de tanrılarınızı da öldüreceğiz!’ Böylece dünyanın sonu gelecek, tanrılar yeryüzünden kaybolduğunda bile yine aynı şekilde idollerin önüne düşecekler. Biliyordun, insan doğasının bu temel sırrını bilmekten başka seçeneğin yoktu fakat bütün insanların Senin önünde eğilmesini sağlayacak tek mutlak bayrağı, dünyevi ekmek bayrağını reddettin ve sen bunu özgürlük ve cennet ekmeği uğruna yaptın. Diğer yaptıklarının da farkına var. Yine hepsi özgürlük adına! Sana insanoğluna, bahtsız yaratığın birlikte doğduğu özgürlük armağanını hızla devredebileceği birini bulmaktan daha büyük bir endişeyle işkence edilmediğini söylüyorum. Fakat sadece bilinçlerini azaltan özgürlüklerini devralabilir. Ekmekte de, sana görünmez bir bayrak teklif edilmişti; ekmek ver ve insanlar sana tapsın çünkü hiçbir şey ekmekten daha kesin değildir. Fakat başka biri onun bilincinin sahibi olursa ah işte o zaman senin ekmeğini fırlatıp atacak ve bilincini ağına düşüreni takip edecektir çünkü insanın varoluşunun sırrı sadece yaşamak değil, yaşamak için bir şeylere sahip olmaktır. Sabit bir yaşam amacı kavramı olmadan insan, yaşamaya devam etmeye razı olmaz ve bolca ekmeği olmasına rağmen yeryüzünde olmaktansa kendini yok etmeyi tercih eder. Bu doğrudur. Fakat ne oldu? İnsanlar için özgürlüklerini almak yerine onları hiç olmadığı kadar büyük bir hale getirdin! İnsanın iyi ve kötü bilgisinin ışığında seçim serbestisi yerine barışı ve hatta ölümü tercih ettiğini unuttun mu? İnsan için vicdan özgürlüğünden daha baştan çıkarıcı ve daha büyük bir ıstırap sebebi yoktur. İnsanın vicdanını sonsuza kadar rahatlamak için güçlü bir temel kurmak yerine aykırı, belirsiz ve karışık ne varsa onu seçtiğini unutma; onlar için hayatını vermeye gelen Sen onları hiç sevmiyormuş gibi davranarak insanın gücünün kesinlikle ötesinde olanı seçtin! İnsanın özgürlüğünü almaktansa onu artırdın ve insanoğlunun ruhani krallığının sırtına sonsuza kadar yeni yükler yükledin. İnsanın özgür aşkını ve senin ayartmanla ve esir almanla seni özgürce takip etmesini istedin. Eski, sert yasa yerine bundan sonra insan kendi özgür kalbiyle ve rehber olarak önünde senin görüntünle kendisi için iyi ve kötü olana karar vermelidir. Fakat özgür seçimin korkutucu yüküyle ezildiğinde senin görüntünü ve doğrunu bile reddedeceğini bilmiyor musun? Üzerlerine yüklediğin onca tasa ve cevapsız sorularla sebep olduğun karmaşa ve ıstıraptan daha büyüğüne terk edilmeyecekleri için en sonunda doğrunun sende olmadığını haykıracaklar.
“Yani, gerçekte, krallığının yok edilme temelini kendin attın ve suçlanacak başka kimse yok. Fakat sana ne teklif edilmişti? Bu aciz asilerin mutluluğu için vicdanlarını sonsuza kadar elde edip esir tutabilecek sadece üç güç vardır; bu güçler mucize, gizem ve itibardır. Üçünü de reddettin ve bir örnek oluşturdun. Bilge ve korkutucu ruh seni Tapınağın tepesine koyup sana, “Tanrı’nın oğlu olduğunu biliyorsan kendini aşağıya bırak çünkü düşüp kendini yaralaması korkusuyla meleklerin onu tutacağı yazılmıştır ve Sen o zaman Tanrı’nın oğlu olup olmadığını öğrenirsin ve o zaman Baba’na inancının ne kadar büyük olduğunu kanıtlarsın” dediğinde sen reddettin ve kendini atmadın. Ah! Elbette Tanrı gibi onurlu ve iyi davrandın fakat zayıf ve asi insan ırkı, onlar tanrı mı? Ah, o zaman bir adım atarak, kendini aşağı atmak için bir hareket yaparak Tanrı’yı ayartacağını, ona olan bütün inancını kaybedeceğini ve kurtarmaya geldiğin yeryüzüne çarparak paramparça olacağını biliyordun. Böylece seni ayartan bilge ruh sevinecekti. Fakat yine soruyorum: Senin gibi çok var mı? Bir anlık bile olsa insanın da böyle bir ayartmayla yüzleşebileceğini düşünüyor musun? İnsan doğası, mucizeyi reddedebilecek ve yaşamlarının en muhteşem ve en derin, en acı veren ruhsal zorluklarında kalbin özgür kararına sadık kalacak nitelikte midir? Ah, davranışının kitaplarda yazacağını, en uzak zamanlara ve dünyanın en ücra köşelerine ulaşacağını biliyordun ve insanın seni takip ederek Tanrı’ya sadık kalmasını ve mucize istememesini umuyordun. Fakat insanın mucizeyi reddettiğinde Tanrı’yı da reddettiğini bilmiyordun çünkü insan, mucizevi olan kadar Tanrı’yı aramaz. Bir insan mucizevi şeyler olmadan yaşayamadığı için kendi mucizelerini yaratacak ve yüz defa daha asi, kâfir ve imansız olmasına rağmen sihirbazlık ve büyücülük hareketlerine inanacaktır. Senle dalga geçerek ve sana hakaret ederek, “Haçtan aşağı in ve Senin O olduğuna inanalım” diye bağırdıklarında haçtan inmedin. Güç onu sonsuza kadar sindirmeden önce kölelerin basit sevinçlerini değil özgür aşkı arzuladın. Fakat doğaları gereği isyankâr olsalar da köle oldukları için insandan çok şey bekledin. Etrafına bak ve karar ver; bin beş yüz sene geçti, onlara bak. Kimi kendine göre yetiştirdin? Yemin ederim, insan senin ona inandığından daha zayıf ve bayağıdır! Senin yaptığını o yapabilir mi? Ona bu kadar saygı göstererek âdeta onun için üzülmeyi bıraktın çünkü onu kendisinden bile çok seven sen, ondan çok şey istedin! Daha az saygı göstererek daha az şey isteyebilirdin. Bu sevgiye daha fazla benzerdi çünkü yükü daha hafif olurdu. O, zayıf ve değersizdir. Fakat şimdi bizim gücümüze nasıl da isyan ediyor ve isyanından nasıl da gururlu? Hissettiği çocukça bir gurur. Onlar okulda isyan eden ve öğretmeni dışarıda tutan küçük çocuklar. Fakat çocukça zevkleri bir gün bitecek ve onlara çok pahalıya mal olacak. Tapınakları yerle bir edecekler ve yeryüzünü kana boğacaklar. Fakat en sonunda bu ahmak çocuklar asi olsalar bile kendi isyanlarını bile devam ettiremeyen aciz isyankârlar olduklarını görecekler. Ahmak gözyaşlarında boğulurken onları yaratanın onlarla alay etme amacında olduğunu fark edecekler. Bu gerçeği çaresizlik içinde söyleyecekler ve sözcükleri insanın doğası kutsal şeylere küfre dayanamadığı ve sonunda acısını yine kendinden çıkardığı için onları daha da mutsuz edecek küfürler olacaktır. Sen özgürlükleri için onca şeye katlandıktan sonra birçok insanın şu anki hali kargaşa, karışıklık ve mutsuzluktur. Büyük peygamber görüntü ve fikirde ilk dirilmede yer alanları gördüğünü ve her kabilede on iki bin kişi olduğunu söyler. Onlardan bu kadar fazla varsa onlar insan değil Tanrı’dırlar. Haçına ve çorak, aç vahşi hayatta akasya ve köklerle yaşayarak yıllara dayandılar ve aslında sen bu özgürlük, özgür sevgi ve senin adına özgür ve muhteşem fedakârlığın çocuklarını gururla gösterdin. Fakat onların sadece birkaç bin olduğunu unutma, peki gerisine ne olacak? Güçlülerin dayandıklarına dayanamadıkları için suçlanacak zayıflara ne olacak? Bu kadar feci armağanları alamadıkları için suçlanacak zayıf ruha ne olacak? Sen sadece seçtiğine ve seçtiğin için mi geldin? Eğer öyleyse bu bir gizem ve biz bunu anlayamıyoruz ve eğer gizemse biz de bir gizem tavsiye etme ve bunun kalplerinin özgür seçimi olmadığını, sevginin önemli olmadığını fakat vicdanlarına ters düşse de kör bir şekilde takip etmeleri gereken bir gizem olduğunu öğretme hakkına sahibiz. Biz de öyle yaptık. Senin işini düzettik ve onu mucize, gizem ve itibar üzerine kurduk. İnsanlar yine koyunlar gibi yönetildikleri ve onlara bunca acıyı getiren feci armağan en sonunda kalplerinden alındığı için sevindiler. Bunu öğretmekte haklı mıydık? Konuş! Uysalca güçsüzlüklerini kabul eden, şefkatle yüklerini hafifleten ve onayımızla doğalarına hatta günaha izin veren biz insanoğlunu sevmedik mi? Peki neden şimdi bizi engellemeye geldin? Yumuşak gözlerle, sessizce ve arayarak neden bana bakıyorsun? Sinirlen. Senin sevgini istemiyorum, çünkü seni sevmiyorum. Senden bir şeyler saklamak benim ne işime yarayacak? Kiminle konuştuğumu bilmiyor muyum? Sana söylediklerimin hepsini zaten biliyorsun. Gizemimizi senden saklamam kendim için mi? Belki de bunları benden duymak senin isteğin. O zaman dinle. Seninle değil onunla çalışıyoruz, bu bizim gizemimiz. Uzun süredir, sekiz yüz senedir20 senin değil onun tarafındayız. Sekiz yüzyıl önce küçümseyerek reddettiğin sana dünyanın bütün krallıklarını göstererek önerdiği şeyi ondan biz aldık. Ondan Roma’yı ve Sezar’ın kılıcını aldık ve kendimizi dünyanın tek hükümdarı olarak ilan ettik fakat şimdiye kadar işimizi tamamlayamadık. Fakat bu kimin hatası? Bu sadece başlangıç fakat en azından başladı. Tamamlanmak için daha beklemesi lazım ve dünyanın da daha fazla ıstırap çekmesi lazım fakat sonunda zafer bizim olacak ve biz Sezar olacağız ve insanın evrensel mutluluğunu planlayacağız. Fakat sen Sezar’ın kılıcını bile alabilirdin. Son armağanı neden reddettin? Kudretli ruhun son fikrini kabul etmiş olsaydın, insanların yeryüzünde aradığı şeye, tapacak ve vicdanına bakacak birine ulaşmış olurdun ve evrensel birlik arzusu insanın üçüncü ve son ıstırabı olduğu için herkesi hemfikir ve uyumlu bir karınca yuvasında birleştirme yollarına ulaşırdın. Bir bütün olarak insanoğlu evrensel bir devlet kurmak için çabaladı. Muhteşem tarihlere sahip birçok muhteşem millet oldu fakat ne kadar geliştilerse o kadar mutsuz oldular çünkü dünya çapında bir birlik kurma arzusunu diğer insanlardan daha fazla hissettiler. Büyük fatihler, Timurlar, Cengiz Hanlar, halklarını bastırmak için çabalayarak yeryüzünde fırtına gibi estiler ve onlar da evrensel birlik için aynı arzunun bilinçsiz bir ifadesinden başka bir şey değillerdi. Dünyayı ve Sezar’ın kraliyet soyunu alsaydın evrensel devleti kurar ve evrensel barışı sağlardın. Çünkü insanların vicdanını ve ekmeğini ellerinde tutmuyorsa insanlara kim hükmedebilir ki? Biz Sezar’ın kılıcını aldık ve bunu yaparak Seni reddettik onu takip ettik. Ah, özgür düşünce ve bilim karmaşası ile yamyamlıklarının ortaya çıkması için uzun süre geçecekti. Babil kulelerini biz olmadan inşa etmeye başladıkları için elbette yamyamlıkla sonuçlanacaktı. O zaman hayvan bizim ayağımıza sürünerek gelecek, ayaklarımızı yalayacak ve ayaklarımıza kandamlaları serpecektir. Biz ise bu hayvanın üzerine oturmalı ve kupamızı kaldırmalıyız ve kupanın üzerinde “Gizem” yazmalı. Ancak o zaman barış ve mutluluk insanlar için hüküm sürecektir. Seçilmişle gurur duyuyorsun fakat biz herkese rahatlık verirken seçilmişe sahipsin. Ayrıca bu seçilmişlerden, seçilmiş olabilen güçlülerden kaç tanesi seni beklemekten bezmiş ve ruhlarının güçlerini ve kalplerinin sıcaklığını diğer tarafa aktarmıştır, aktaracaktır ve bu, sana karşı özgürlük bayraklarını kaldırmalarıyla sonuçlanacaktır? Bu bayrağı kendin yükselttin. Fakat bizimle birlikte herkes mutlu olacak ve hiç kimse Senin özgürlüğün altındayken olduğu gibi ne isyan edecek ne de birbirlerini yok edecektir. Ah, sadece özgürlüklerini bize bıraktıklarında ve bize teslim olduklarında özgür olacaklarına onları ikna etmeliyiz. O zaman haklı mı oluruz, yalan mı söyleriz? Senin özgürlüğünün onlara getirdiği kölelik ve karmaşıklık korkularını hatırlayacakları için bizim haklı olduğumuza ikna olacaklar. Özgürlük, özgür düşünce ve bilim onları öyle üzüntülere çekecek ve öyle mucize ve çözülemez gizemlerle yüz yüze getirecek ki sert ve asi olan bazıları kendilerini yok edecek; isyankâr ama güçsüz olan diğerleri birbirlerini yok edecek ve geri kalan güçsüz ve mutsuz olanlar ise kuyruklarını sallayarak bizim ayağımıza gelip sürünecek ve bize ağlayacak: “Evet, haklıydınız, sadece siz Onun gizemine sahipsiniz ve biz de size geri geldik, bizi kendimizden kurtarın!”.
“Bizden ekmek alırken elleriyle yaptıkları ekmekleri hiçbir mucize olmadan tekrar onlara vermek için onlardan aldığımızı açıkça görecekler. Taşı ekmeğe çevirmediğimizi görecekler ama gerçekte ekmeğin kendisindense onu bizim ellerimizden aldıkları için daha da minnettar olacaklar! Çünkü eski günlerde bizim yardımımız olmadan yaptıkları ekmeğin bile ellerinde taşa dönüştüğünü ve bize geri döndüklerinden beri taşların kendi ellerinde ekmeğe dönüştüğünü gayet iyi hatırlayacaklar. Tam teslimiyetin değerini çok ama çok iyi biliyorlar! İnsanlar bunu anlayana kadar mutsuz olacaklar. Bunu bilmemelerindeki en büyük suç kime ait, konuş? Sürüyü dağıtan tekrar bir araya gelecek ve bir kere daha teslim olacak, işte o zaman herkes için ilk ve son olacak. Doğaları gereği oldukları zayıf yaratıkların sessiz ve mütevazı mutluluklarını onlara vermeliyiz. En sonunda da mağrur olmamaları için ikna etmeliyiz. Onlara zayıf olduklarını ve sadece acınası çocuklar olduklarını fakat çocukça mutluluğun en tatlısı olduğunu göstermeliyiz. Ürkekleşecek, bize bel bağlayacak ve civcivlerin tavuğa yaptığı gibi bize daha da yanaşacaklardır. Bize hayret edecek ve önümüzde dehşete kapılacaklar ve bu kadar güçlü ve zeki olmamızla, milyonlardan oluşan çalkantılı sürüye boyun eğdirmemizle gurur duyacaklar. Öfkemiz önünde aciz bir şekilde titreyecekler, zihinleri korkuyla dolacak, kadın ve çocuklar gibi ağlamaya her zaman hazır olacaklar fakat bizden gelen en ufak bir işaretle kahkaha, şenlik, sevinç ve çocuk şarkılarına geçmeye de hazır olacaklar. Evet, onları çalıştırmalıyız fakat boş zamanlarında yaşamlarını çocuk şarkıları ve masum danslarla bir çocuk oyunu haline getirmeliyiz. Ah, hatta günah işlemelerine izin vermeliyiz, onlar zayıf ve çaresizler ve günah işlemelerine izin verdiğimiz için bizi çocuklar gibi sevecekler. Bizim iznimizle işlenirse her günahın kefaretinin ödeneceğini, onları sevdiğimiz için günah işlemelerine izin verdiğimizi ve bu günahların cezasını üstlendiğimizi söylemeliyiz. Evet, üzerimize alacağız ve bize Tanrı’nın önünde onların günahlarını üzerine alan kurtarıcılar gibi tapacaklar. Bizden sakladıkları hiçbir sırları olmayacak. İtaatkâr olmalarına ya da olmamalarına göre eşleri ve metresleriyle yaşamalarına, çocuk sahibi olup olmamalarına izin vereceğiz ya da bunları yasaklayacağız ve onlar da bize memnuniyetle ve neşeli bir şekilde teslim olacak. Vicdanlarının en acı verici sırlarını ve hepsini ama hepsini bize getirecekler. Hepsi için bir cevabımızın olması lazım. Kendileri için özgür bir karar verirken dayandıkları büyük bir endişe ve korkunç bir ıstıraptan kurtaracağı için cevaplarımıza inanmaktan memnun olacaklar. Onları yöneten yüz binlerin dışında hepsi yani milyonlarca yaratık mutlu olacak. Çünkü sadece gizemi koruyan bizler mutsuz olmalıyız. Milyonlarca mutlu bebek ve iyi ve kötü bilgisinin lanetini üzerine almış yüz bin acı çeken kişi olacaktır. Huzur içinde ölecek, senin adına günleri dolacak ve mezarın ötesinde ölüm dışında hiçbir şey bulamayacaklar. Fakat bu sırrı saklamalıyız ve onların mutluluğu için onları cennet ve sonsuzluk ödülüyle büyülemeliyiz. Diğer dünyada bir şeyler varsa bile kesinlikle onlar gibiler için değildir. Senin zaferle, mağrur ve güçlü seçilmişinle yeniden geleceğin önceden söylenmişti fakat biz onların sadece kendilerini kurtardıklarını bizim ise herkesi kurtardığımızı söyleyeceğiz. Hayvanın üzerinde oturan ve ellerinde gizemi tutan fahişenin rezil edileceği, zayıfın tekrar ayağa kalkacağı, onun soyunu parçalayacağı ve nefret uyandırıcı vücudunun soyulacağı anlatıldı.21 Fakat o zaman ben ayağa kalkacağım ve sana günahı bilmeyen milyonlarca çocuğu göstereceğim. Mutlulukları için onların günahlarını üzerine alan biz,’ senin önünde duracağız ve ‘Yargılayabilirsen ve cesaretin varsa bizi yargıla” diyeceğiz. Senden korkmadığımı bil. Vahşi hayatta benim de olduğumu, köklerle ve akasyalarla benim de yaşamımı idame ettirdiğimi, insanları kutsadığın özgürlüğü benim de çok istediğimi, güçlü ve “arayı kapamaya” susamış seçilmişlerin arasında dayanmak için benim de çabaladığımı bil. Fakat uyandım. Deliliğe hizmet edemezdim. Arkamı döndüm ve senin işini düzeltenlerin safına katıldım. Mütevazıın mutluluğu için gururu terk ettim ve mütevazıa geri döndüm. Sana söylediklerim meydana gelecek ve bizim egemenliğimiz kurulacak. Tekrarlıyorum; yarın bizi engellemeye geldiğin için seni yakacağım yığının üzerine benden gelen bir işaretle kızgın korları toplamak için koşuşturan itaatkâr sürüyü göreceksin. Alevlerimizi hak etmiş biri varsa o da sensin. Yarın seni yakacağım. [Dedim].”
* Fyodor Dostoyevski, “The Grand Inquisitor”, The Brothers Karamazov, New York, Modern Library, sf. 305-319.