Hayati Merkez*
Başkan John F. Kennedy’nin danışmanı olmadan önce Harvard Üniversitesi’nde bir süre tarih profesörlüğü yapan Arthur M. Schlesinger, Jr. (1917-2007), Jackson ve Roosevelt dönemleri üzerine çalışmalarıyla tanınmaktadır. Ayrıca bireysel liberalizmi toplum bilincini yeniden kurarak ve bu sayede modern dünyanın psikolojik kaygılarıyla yüzleşen Amerikalı liberallerin “yeni ve saygın siyasi neslinin” önde gelen sözcüsüdür.
Şimdiki yeni nesil birkaç tarihi ve biyografik notla kısaca tanımlanabilir. Kendimi uygun bir örnek olarak gösterecek olursam, 1917’de doğdum. Franklin Roosevelt’in ilk açılış konuşmasını on beş yaşında bir çocukken okulda dinledim. 1933 yılının o Mart gününden beri, liberal düşüncelerin Birleşik Devletlerde iktidara erişme fırsatı bulduğu, liberal amaçların genel olarak ulusal politikamızı ele geçirdiği söylenebilir. Kendi neslim için o zaman Amerikan liberalizmi kulağa olumlu ve güvenilir geliyordu. Hüsran ve duygusallık değil, sorumluluk ve başarı anlamına geliyordu; gizli bir nevrozun değil, toplumsal değişimin aracı olmuştu. Siyasi bir bilinç sahibi olduğum dönemin çoğunda Amerika bir Yeni Düzen ülkesiydi. Yeni Düzen ülkesi olmaya da devam edeceğini umuyorum.
Yeni Düzen altında büyümenin tecrübesi de, komünizmin bir on yıl öncesinde başka bir genç adam için parladığı şekilde benim neslimdeki bazıları için de yine o doğaüstü ışığıyla parlıyordu. Bu durum bir bakıma Sovyet ütopyasına inanmak zorunda kalacak kadar umutsuz olmayışımızdandı. Franklin Roosevelt demokrasinin kendi başının çaresine bakabileceğini, Yeni Düzen’in 1920’lerin sinisizim ve rahatlığından ve 1930’ların bedava yemek kuyruklarından kalan inanç boşluğunu doldurduğunu gösteriyordu. Bir bakıma da Sovyetler Birliği’nin kendisi artık yirmilerin parlak hayali değildi, umutlar ülkesini kapitalist saldırganlar sarmış, gazeteciler Riga’yla ilgili yalan haberler yaparak kötülemişti. Otuzların Rusya’sında artık sanayileşmenin kitlesel açlığa neden olduğu, siyasi yanılmazlığın görüş ayrılığını vahşice yok ettiği ve sitemdeki bazı derin iç çatışmalar olduğunu itiraf eden devrim kahramanlarının idam edildiği bir ortam görüyorduk. Çoğumuz için bu sonuç, gözümüzün açılması amacıyla yeni bir aşırı ucun bedelini ödediğimiz bir süreç değildi. Yalnızca yeni bir atmosferin çocuklarıydık: tarih bizi duygusal olarak Sovyet rüyasına dalmaktan kurtarmıştı.
Yine de Sovyetler Birliği nesli bize çok faydalı bir ders verdi. On Dokuzuncu yüzyılın yalancı iyimserlik balonunu patlattı. Resmi liberalizm, uzun süre neredeyse içinden çıkılmaz şekilde, mükemmelleştirilebilen, iktidar için yeteri kadar bilgelikle donatılmış, kendini düşünmeyen ve bu gücü herkesin iyiliği için kullanacak bir adam imgesiyle tanımlanmıştır. Sovyetler tecrübesi faşizmin yükselişinin en uç noktasında, benim neslime biraz da zorla, insanın aslında mükemmel olmadığını ve iktidardaki yozlaşmanın dünyaya büyük bir kötülük salacağını hatırlatmıştır. Yeni bir tecrübe boyutu keşfettik, kaygı, suçluluk ve yozlaşma boyutu. (Ya da Reinhold Niebuhr’un da belirttiği gibi, asla unutmamış olmamız gereken eski gerçekleri yeniden keşfediyoruz.)
Yirminci yüzyılın ortalarındaki liberalizm, inanıyorum ki, bu yüzden Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle, insanlık bilincimizi derinleşmesiyle ve Yeni Düzen umuduyla temelden gelerek yeniden şekillenmiştir. Böylesine tarihi bir öğrenmenin sonucu ise, totaliterliğin şartsız reddedilmesi ve bireyin tam bütünlüğünün tasdik edilmesi olmuştur. Bu uyanış çağdaş liberalizmin eşsiz tecrübesi ve temel inancını oluşturur.
Schlesinger çağdaş liberalizmin bütün erdemlerine rağmen bir mücadele inancı olmadığını belirtmiştir.
Özgürlük neden mücadele inancı değildir? Çünkü bir bakıma, demokrasi doğası gereği içsel ahlaki gücünü dağıtmak yerine toplar. Demokratik inancın dağılması, fanatiklikten uzaktır; siyasette uzlaşma, ikna etme ve rızaya; toplumda hoşgörü ve çeşitliliğe yakındır; ekonomik temelleri, kolayca korkutulan orta sınıfa dayanır. Çeşitlilik sevgisi, dogmatikliğin cesaretini kırar, şüphecilik sevgisi, kahramanlara tapınmayı engeller. İlahiyat ve ayinlerin yerine, hiyerarşi ve demonoloji14 yerine, düşünce özgürlüğü ve sınırsız talep inancı getirir. Özgür toplumun savunucusu kendisini karşı olduğu şeyi söyleyerek tanımlar: ne yanlısı olduğu ise belli bir araçtır ve başkalarını bu aracı kendi rızalarıyla suçlamaya bırakır. Bugün demokrasi barışçı ve mantıklı erdemlerinin sistematik olarak yetişmesi için bir bedel ödemektedir. “Bir dogma uğruna pek çok kişi yaşayıp ölecektir; bir sonuç içinse hiç kimse şehit olmayacaktır.”
Ancak demokrasi, sanayi çağında iyi bir yaşam felsefesi olamamıştır. Başarının tam öğle vaktinde, akşam karanlığının belirsiz vaktinde olduğundan daha sağlam görünmektedir. Geleneksel biçimiyle, bireyde duygusal ve psikolojik istikrar olduğunu varsaymıştır. Kendine çok fazla güvenerek, şüphe ve kaygının insanı kemiren sorunlarının bilimin gelişmesiyle ortadan kalkacağını ya da yaşam standardının yükselmesiyle iyileşeceğini sanmıştır. Bu sorunların günümüzdeki görülmeye değer açılışı, yoğun duygusal kaynaklarda eksik olan demokratik inancı bulur. Demokrasinin sanayiciliğin nevrozlarına karşı derinlemesine bir savunması yoktur. Kan ve şiddet felsefeleri, demokrasinin ince iyimserliği ve tecrübenin acıları arasındaki boşluğu doldurmak için yükselirken, demokrasi ona kıyasla daha solgun ve çelimsiz kalır.
Yine de, demokrasinin bireysel haysiyet ve özgürlüğe olan inanç özelliğini kaybetmeksizin totaliterlik gibi bir siyasi dine dönüşebileceği şüpheli görünmektedir. Bu durum demokrasinin er ya da geç bir totaliter tarikat tarafından yenilgiye uğratılacağı anlamına mı gelir?
Ahlaki enerjisinin en derin kaynaklarını doldurmadığı takdirde özgür topluma ölümün solukluğu gelecektir. Biz de demokrasiyi yalnızca teşvikle ve kendini kırbaçlatarak ya da özgür toplumu totaliter toplumdan ayıran değerlerden vazgeçerek bir savaşma inancı haline getiremeyiz. Yine de özgür toplumdaki insanları, özgürlüğe ihanet edenler haline getiren kaygıları bir şekilde yok etmeliyiz. Bir şekilde kimsesiz kitlelere, bireysel insani işlev duygusu aşılamalı, toplumu sanayi düzenine göre yeniden kurmalıyız.
Elbette uzun vadede totaliterlik olasılığı da var. Totaliter bir düzen, özgürlük veya kaygı sorunu için geçerli hiçbir çözüm sunmaz. Temel güvenliği iyileştirmez; insanın kendini gerçekleştireceği bir yaşamının olduğu bir dünya yaratmaz. İnsanın kendisiyle yüzleşmesine değil, Parti ve devlet arasında kalarak kendinden kaçmasına neden olur. Ancak orada kalamaz; ya nefes alabilmek için su yüzüne çıkacak, ya da boğulacaktır. Totaliter rejim kaygı yılanını yaralamıştır ancak öldürmemiştir; kaygı onun felaketi olacaktır.
Kalıcı bir toplum düzeni insanların duygusal enerji ve ihtiyaçları temelinde kurulmalıdır. Totaliter rejim “iyi toplum” haline gelebilmek için insanlara çok fazla karşı gelir ve baskı yapar. Totaliter rejimin özü korkudur ve normal birey uzun vadede içgüdüsel olarak kendisini korkuya karşı düzenler. Bu durum ise gerçek özgürlük yanlılarına büyük bir fırsat sunar. Ancak kimse kendini totaliter yöntemlerin kısa vadeli tesiriyle kandırmasın. Modern teknoloji itaatin sonunu “totaliter kişinin” ellerine bırakır. Kalıcı hiçbir çözüm olmayabilir, zaten örneğin Karanlık Çağlarda da yoktu. Yine de bu karanlık, Amerika’nın keşfinden beri geçen dönemden daha da uzun sürmüştü.
Totaliterliğin tek bir nesil boyunca kendi kafasına göre çalışan dinamizmine güvenemeyiz. İnsanlar içgüdüsel olarak anti-totaliterdir. Ancak mantıklı politikaların, bu içgüdüleri fayda sağlamak için harekete geçirmesi gerekir. Sorunumuz, demokrasiyi gelecekte bir yeraltı hareketi haline getirmek değil, bugün burada Yirminci yüzyılın ortasında hepimiz için mücadele inancı yapmaktır.
Demokrasinin totaliterliğe karşı esas gücü bireyin kendi değerini şaşırtıcı bir şekilde kavrayışında yatar. Yine de (…) bu kavrayış soyut ve verimsiz olabilir; bireyselciliğin umursamaz biçimleri bazen bireyin değerine olan temel inancının itibarını sarsar. Bu kavrayış tam bir toplumsal boyuta ulaştığı sürece, bireyselcilik toplumdan özgürce türediği sürece, demokrasi totaliterlik virüsüne karşı bağışıklık kazanacaktır.
Bireyselciliğin bütün bu muhteşem zaferlerine rağmen, birbirimize mensup olduğumuz sürece hayatta kalırız. Birey, baskıyla yaptırılana değil, kendi ihtiyaçlarına ve girişimlerine yanıt olarak özgürce ortaya çıkan bir toplumsal bağlama ihtiyaç duyar. Sanayileşme insanın hassasiyetinde büyük yaralar açmıştır; bu kesikler ve yaralar yalnızca güven inancı ve diğer insanlarla dayanışma yoluyla iyileşebilir.
İşte bu temel şartlarda demokrasiyi yeniden yapılandırmamız gerekmektedir. İyimserlik yetmez. Demokrasi formaliteleri yetmez. Kişinin gizli oy kullanabilmesi veya Kresge yerine Woolworth’de alışveriş yapabilmesi, kaygı gütmeyenler için, endüstriyel düzen mağdurları için olduğundan daha önemlidir. Mağdurların sayısı ise artmaktadır: güç iktidar sahiplerini yozlaştırmış, orta sınıf can sıkıntısından mahvolmuş, malına el konanların korkudan moralleri çökmüştür. Ticaret odası bayağılığı sanayi insanını artık avutamayacaktır.
İnsanı toplumdan soyutlamayan türde bireyselciliğe ihtiyacımız var, bireyi destekleyen ancak boğmayan türde topluma ihtiyacımız var. Tarihsel özgür toplum yöntemleri gidebildiği yere kadar doğru; ancak bunlar birey üzerinde yoğunlaşmaktadır; yeterince uzağa gidemezler. Winston Churchill’in yedi soruluk özgürlük testini terk etmek ölümcül bir hata olur. Ancak bu test, sonuç yerine araç göstermektedir ve bu yüzden özgür toplum yaratmak için yetersizdir. Bundan dolayı artık özgür toplumu yalnızca araçlarla tanımlamıyoruz. Artık biliyoruz ki insan faydalı araçları faydalı sonuçlar elde etmek için şekillendirmekte yeteri kadar mükemmel değildir: sonuçları da aynı şekilde demokrasi felsefemizin başına koymalıyız.
Yeterli özgür toplum felsefesi Churchill’in test sorularını şu şekilde desteklemelidir:
Halk açlık, hastalık ve ihtiyacın yıkıcı etkilerine karşı yeteri kadar güvende midir?
Ortak amaçlar için aynı fikirde olan insanlarla özgürce birleşebiliyorlar mı?
Birey olarak toplumsal düzende girişim, işlev ve başarı bilincine sahipler mi?
Bu soruları yanıtlamak özgür toplumun görevi haline gelmiştir ve hayatta kalabilmek için de bu sorulara olumlu yanıt vermelidir. Toplumsal refahın artışı bu görev bilincinin bir ifadesidir. Ancak toplumsal refah yetmez. Özgür insanlar özgür kalmak istiyorlarsa, her gün aldıkları kararlar ve varlıklarında bu görev bilinci, insanların kalbinde ve iradesinde özellikle ve tutkuyla ifade etmelidirler.
Birey ve toplum arasındaki bölünme, günümüzde halk iradesinin zayıflamasına neden olmuştur. Elbette toplumsal şartlar, ahlaki kararlar alamaz. Ancak ahlaki kararların alınacağı ya da alınmaya yaklaşılacağı şartları yaratabilir. Bazı toplumsal düzenlemeler insanlardaki kötülüğü diğerlerinden daha çabuk ortaya çıkarır. Amerika’da hepimizin bildiği gibi kölelik, efendileri yozlaştırır; totaliter toplum da insanın kendi sınırlamalarına dayanılmaz baskılar yaparak en şiddetli fanatiklik ve nefret tepkileri yaratır; iş toplumunun kontrolsüz kuralı açgözlülüğü ve baskıcılığı destekler. Böylece kurumlarda reforma gidilmesi demokrasi girişiminin ayrılmaz bir parçası haline gelir. Ancak kurumlarda yapılan reformlar asla insanlarda yapılacak reformun yerine geçemez.
* Arthur M. Schlesinger Jr., The Vital Center, Boston, Houghton Mifflin Company, 1949, sf.vii-ix, 245-250.