Gelişim Fikri*
William Ralph Inge (1860–1954), Londra’daki St. Paul’un “hüzünlü” dekanı, dini mistisizm tarihinde bilimsel kitapların yazarı olarak tanınır, Hıristiyanlık dinini açıklama üzerine çalışmıştır. Gelişim Fikri, ilk 1920 yılında Oxford’ta bir ders olarak okutulmuştur.
Gelişime olan inanç, bir ideal değil, kesin bir gerçek olarak; insanlık için bir görev değil, doğanın kanunu olarak, yaklaşık 150 yıl boyunca Batının çalışma inancı olmuştur. Bu çarpıcı öğreti, anavatanı Fransa’da, ruhani havanın etkisi altında yükselmeye başlamış, terörün çılgınlığında en son noktaya varmıştır. Akıl Tanrıçası, Robespierre’in elinden ve giyotininden zor kurtulmuştur, fakat Fransızlar, geleneksel takiplerine devam ettiklerinde -rem militarem et argute loqui- önemi belki de abartılmış olan ilerleme inancı, 1789 ve 1794’te Paris’te yaşanan temsili kargaşalardan farklı bir gidişata sahip sanayi devrimi tarafından desteklenmiştir.
İngiltere’de yeni endüstrinin anavatanında, gelişim (19 yüzyıl bilimadamlarının ağızlarına Mr. Mallock tarafından konulan kelimelerle) istatistiksel olarak ölçülebilen ilerleme olarak görülüyordu. Bu ciddi anlamda, son yüzyılın genel bakış açısıydı ve böyle bir ilerlemenin başarısızlığından keyif alma fırsatı hiçbir zaman olmadı ve olamayacak. (…)
Fakat Herbert Spencer, insanın mükemmelleştirilebileceğini, nefes kesen bir kendinden eminlikle iddia etmekteydi. Gelişim bir tesadüf değil, gereklilikti. Kötülük ve ahlaksızlık dediğimiz şeyler yok olmalıydı. İnsan kesinlikle mükemmel olmalıydı. İdeal insanın nihai gelişimi, söz gelimi bütün insanların öleceği sonucu kadar kesindir. Daima mükemmellik istikametinde olmak- eksiksiz bir gelişime ve saf bir iyiye doğru yönelmek- kudretli bir harekettir.
Eğer Spencer doktrinini teyit için tarihe dönüp baktığımızda aksine, medeniyetin, eğer rotası zamanında kontrol edilmez ise, onun neredeyse hiç değişmeyen ağır bir hastalık olduğunu görürüz. Hintliler ve Çinliler, belirli bir noktaya kadar ilerledikten sonra, zamana bir işaret koymaktan memnundular ve hâlâ hayattalar. Grekler ve Romalılar ise yok oldular; aristokrasi, her yerde öldü. Kiliseye bağlı kişiler ile fakülte öğretim görevlilerinin kompleks yapılanmalarının, vurguncu ve sendikacıların insanı sıkan ve onun kanını emen organları karşısında bugün de pes ettiklerini görmüyor muyuz?
Sözde medeni milletler, uzun süren bir hayatiyet gösteriyorsa, bu sadece en tepede medenileşmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.
Kadim medeniyetler, ithal edilmiş barbarlar tarafından yok edildi; biz ise kendimizinkileri üretiyoruz.
Gezegende kendi cinsimizin hâkimiyetinin, Yaratıcısını tatmin etmesi gereken bir istek olduğu kanıtlanmamış bir varsayımdır. Biz, dünyanın sevimliliğini mahvettik, bizden daha mükemmel ve daha az hırçın pek çok türü yok ettik, geri kalan hayvanları esir ettik, kürklü ve tüylü uzak akrabalarımıza o kadar kötü davrandık ki, eğer onlar bir din yaratabilselerdi, şüphesiz, şeytanı insan şeklinde tasvir ederlerdi. Essex ormanlarını ve tarlalarını Doğu ve Batı Ham’e çevirmek ilerlemeyse, ilerlemenin tarihte ara sıra ortaya çıkan geçici bir fenomen olmasından dolayı müteşekkir olabilirdik. Ne yazık ki biyologlarımız, İlerlemeye zafer marşları söylemek, bu suretle kendi spekülasyonlarını çürütmek yerine, hakikaten kendi çalışmalarından doğan bir konu olan ırkçı bir şekilde kendine tapınmanın günahı üzerine öğüt vermediler. “L’anthropolatrie, voilà l’ennemi” biyoloji biliminin gerçek etik ilkesi ve ahlaka değerli bir katkıdır.
Herbert Spencer’inki gibi sığ bir optimizmin diğer bilim düşünürlerinin itirazlarına sebep olmaması imkânsızdı. (…) Huxley’in eşyanın doğasının acımasız ve ahlaksız olduğu fikrini kabul eden yeni bir düşünür, her hangi bir zafer beklentisi içinde buna karşı koyamama ihtimalimizle yüzleşmek istemektedir. Mr. Bertrand Russell, tutuklanmasına sebep olan ‘Özgür İnsanın İbadeti’ adlı yazısında, bize tekrar Prometheusu göstermektedir, fakat Prometheus, kayalara zincirlenmiş ve yine de tanrıya karşı koymaktadır. Kendisi, bize dayatılmış olduğunu düşündüğü natüralizmin ahlaki çöküşünü ilan eder. İnsan, ulaşmakta olduğu amacı öngöremeyen nedenlerin ürünüdür; onun kökleri, gelişimi, umutları ve korkuları, aşkları ve inançları, atomların tesadüfi olarak bir araya gelmesinin sonucundan başka bir şey değildir; hiçbir ateş, kahramanlık, düşünce ve duygu yoğunluğu, bir bireyi mezarın ötesinde koruyamaz; asırların zahmeti, bütün adanmışlık, ilham, insan dehasının öğle vakti parıltısı, güneş sisteminin büyük ölümünde yok olmaya mahkûmdur; insanoğlunun başarısının bütün mabetleri, muhakkak, harap olmuş evrenin yıkıntıları altına gömülmelidir. Bütün bunlar, eğer tamamen tartışmasız değilse, henüz neredeyse kesindir, öyle ki, onları reddeden hiçbir felsefe, ayakta kalmayı ümit edemez. Ancak bu hakikatlerin yapı iskelesinde ve mukavim ümitsizliğin sağlam temelleri üzerinde, ruhun ikamet edeceği yer, güvenli bir şekilde inşa edilebilir. İnsanoğlu, düşman güçlerin ortasında yapayalnız bir vaziyette, yabancı ve zalim bir dünyaya aittir. (…) İnsan ne yapmalıdır? Var olan Tanrı kötüdür, inandığımız Tanrı kendi bilincimiz tarafından yaratılmıştır ve onun dışında bir varlığı yoktur. Özgür insan, bunlardan ikincisine tapar ve John Stuart’ın tabiriyle, cehenneme gidecektir.
Eğer bu meydan okuyan açıklamayı eleştirmek istersek- ki bu biraz sahte cesaret gösterisi yapmadan olmaz- şöyle söylemek gerekir: gerçeği idealden tamamen ayırmak imkânsızdır ve yazarın bize sunduğu, var olan bir Şeytana ya da var olmayan bir Tanrıya tapmak seçeneği, gerçek bir seçenek değildir; çünkü ikisine de tapmak mümkün değildir. Fakat benim bu yazıdan alıntı yapmamdaki amaç, natüralizmin iyimserlik ve ilerleme inancıyla olan birliğini nasıl tamamen kopardığını göstermektir. Profesör Huxley ve Mr. Russell, tekziplerini dile getirmiş, kendi itikatlarının eski tanrılarını bir kenara atmışlardır. Kanımca; iddia edilen ilerleme kanununun bilimsel hiçbir dayanağı olmadığını söylemek için kanıta gerek yoktur.
Optimistlerimiz, ilerlemeyle ne kastettiklerini ne kendilerine ne de başkalarına açıklayabilmişlerdir, biz de fikrin çekiciliklerinden birinin onun bu belirsizliği olduğundan şüphelenebiliriz. Binlerce yıldır, bizim türümüzde fiziksel bir ilerleme olmamıştır. Belki yirmi bin yıl önce yaşayan Cro-Magnon ırkı, beden ve güç açısından herhangi bir modern insanla eşitti; antik Yunanlılar, bence, bizden daha yakışıklı ve daha biçimliydiler. Zulular, Samoalılar ve Tahitililer gibi bazı ilerleme göstermeyen ırklara, Avrupalılar, ya güç ya da güzellik bakımından imrendiler. Uygar insanların görme ve işitmelerinin, vahşilere nazaran daha aşağı olduğu doğru gibi gözükmese de, doğal silahlarımızı kaybettiğimiz bir gerçek ki bu bir açıdan yozlaşmanın işaretidir. Şimdi bize söylendiği üzere, Pek çoğunun çirkin olduğunu düşündüğümüz eski Taş Devri insanları, bizim beynimiz kadar büyük bir beyne sahiplerdi; o halde, entelektüel açıdan Atinalılara eş, Romalılardan üstün olduğumuzu iddia edecek kişi cesur olmalıdır. Ahlaki gelişim konusu ise daha zordur. Büyük savaşa kadar uygar bir bireyin; daha insancıl, başkalarının acılarına karşı daha duyarlı, daha adil, daha kontrollü, hıncında ve zevklerinde daha az vahşi olduğundan çok az kişi şüphe ederdi. Batı Avrupalıların alışılmış dürüstlüğü, geçmişte ve şimdiki zamanda bayağı ırkların ahlaksızlıklarıyla tezat oluşturabilir. Çoğu zaman unutulmuştur ki, eğer ilerleme, insan doğasının gelişimi ise, sorulması gereken soru, medenileşmiş modern insanın, aynı şartlar altında atalarından daha iyi davranıp davranmayacağıdır. Baştan çıkarıcılığın, cezbediciliğin yokluğu, gelişim gibi görünebilir; fakat bu ilerleme ile kastettiğimiz şey değildir. Eski bir atasözü der ki: Şeytanın ölü taklidi yapmak gibi zekice bir numarası vardır. Aynı baştan çıkarılmalara maruz kaldığımızda, atalarımızdan daha insancıl, daha anlayışlı veya adil ya da daha az zalim olduğumuzdan şüpheliyim. Bu savaştan önce dahi, Kongo, Putamayo ve Amerika’daki linç örnekleri, barbarlarla temasta bulunan birçok beyaz insanın ahlaken vahşilerin seviyesine düştüğünü kanıtlamıştır. Boxer ayaklanmasından sonra Çinlilere uygulanan zulüm göstermiştir ki, uygar bir ulus dahi, Avrupalılarla farklı uygarlıklara sahip oldukları sürece, onlar tarafından nazik bir muamele göreceğine güvenmemelidir. Büyük savaş sırasında, iyi huylu insanları aşırı nefrete kışkırtmak gibi bir amaçla vahşi davranışlar göklere çıkartılmış da olsa, Almanların Belçika ve Fransa’da yaptığı zalimliğin 300 yıldır görülmemiş olması, Lort Bryce komisyonunda çok iyi ele alınmış bir fikirdi. Tarladan, fabrikadan gelen, daha önce kendini savunmak için eşekarısından daha büyük bir şey öldürmemiş gençler arasında kana susamışlığın ne kadar kolay uyandırıldığını görmek korkutucuydu. (…)
Daha sonra şu sonuca vardık: ne bilim ne de tarih; bilgi, tecrübe ve yaşam araçları biriktirmek dışında, insanlığın ilerlediğine inanmak için hiçbir haklı neden vermemiştir. Bu birikimlerin değeri ise tartışmasız değildir.
Antik çağlarda Crates, Pherecrates, Antisthenes ve Lucretius’tan, modern zamanda Rousseau, Walt Whitman, Thoreau, Ruskin, Morris ve Edward Carpenter’a kadar, uygarlığa yönelik saldırılar daha sıklaştı. Ben, bu aşırı uçlardaki kişilere katılamıyorum. İnsanoğlunun biriktirdiği tecrübe ve muhteşem keşiflerinin önemi çok büyüktür. Ben sadece, bunların insan doğasında gerçek bir ilerleme teşkil edemeyeceğine ve gerçek bir ilerlemenin yokluğunda, bu kazanımların yüzeysel ve riskli olup kendi yıkımımıza yol açabileceğine -tıpkı kimyadaki yeni keşiflerin kolaylıkla olabileceği gibi- işaret etmek istedim.
* W. R. Inge, Gelişim Fikri, sf. 3, 7-9, 13-16, 22-5, 1920, The Clarendon Press, Oxford.