Faşizmin Siyasi ve Sosyal Doktrini*
İcraat gerekliliğinin doktrin ile ilgili herhangi bir araştırma veya değerlendirme yapılmasına izin vermediği Roma yürüyüşünü takip eden yıllar çok zorlu geçti. Çarpışmalar artık kasaba ve köylerde yapılıyordu. Pek çok sıkıntı vardı ancak bunlardan en önemli ve kutsalı, insanların ölmesiydi. Bu insanlar nasıl öleceklerini biliyordu. Belki de başlıklarla ve paragraflarla güzelce tanımlanmış ve dikkatle açıklanmış bir doktrin eksikti; ancak bundan daha belirleyici başka bir şey olacaktı: İnanç. Yine de kitaplar, makaleler, kongre kararları ve büyük küçük önemdeki konuşmalar aracılığıyla o dönemin olaylarını hatırlayan, yani araştırma yapıp kanıtları değerlendirme yetisine sahip olan herkes, doktrinin temelinin çatışma yıllarında atıldığını görecektir. İşte faşist düşünce bu yıllarda silahlandı, arıtıldı ve yüce örgütlenme görevine başladı. Bireysel vatandaş ve devlet arasındaki ilişki sorunu, yetki ve özgürlük sorunları, siyasi ve toplumsal, özellikle de ulusal sorunlar; bütün bu sorunlar için bir çözüm aranıyordu, aynı zamanda liberalizm, demokrasi, sosyalizm ve Mason kuruluşlarla olan mücadele devam ediyordu. (…) Ancak sistemdeki malum eksikliklerden dolayı anti-faşistler iki yüzlülükle faşizmin kendi doktrinini oluşturacak kapasitesi olmadığını savundular. Oysa bu doktrin ilk olarak, başlangıçta bütün düşüncelerde olduğu gibi şiddetli ve dogmatik yadsımayla, daha sonra da 1926, 1927 ve 1928’de başarıyla yürürlüğe konan rejimin kanun ve kurumlarında gerçekleştirilen pozitif yorumlamalarla gözlerinin önünde gürültülü bir şekilde büyümekteydi.
Faşizm günümüzde, yalnızca rejim olarak değil doktrin olarak da bireyseldir. Bu da günümüzde eleştirel anlayışını hem kendisine hem de diğerlerine uygulayan faşizmin daha sonra başvurabileceği kendi açık ve tuhaf bakış açısını oluşturduğu anlamına gelir ve böylelikle dünyanın karşılaştığı uygulama ya da entelektüel sorunlarla yüz yüze geldiğinde kullanılabilecektir.
Bütün bunların yanında faşizm, insanlığın geleceğini ve gelişmesini günümüz siyasi kaygılarından tamamen arınık bir şekilde düşünüp gözlemledikçe, kalıcı barışın ne mümkün olduğuna ne de faydalı olduğuna inanır. Böylece mücadelenin terk edilmesinden doğan ve özveriye karşı korkaklık anlamına gelen pasifizm doktrinini reddeder. Yalnızca savaş, bütün insan enerjisini en yüksek düzeye getirir ve soyluluk damgasını onu taşıyabilecek olanlara vurur. Diğer bütün çabalar geçicidir; hiçbiri kişiyi bu yüce kararı vermek zorunda kalacağı konuma getirmez: Ölüm-kalım seçeneği. O yüzden, bu zararlı barış esasına dayanan doktrin faşizm için de zararlıdır. Yine bu yüzden, belli başlı bazı siyasi durumlarla başa çıkabilmek için kullanışlı olduklarının kabul edilmesine rağmen, hem faşizmin ruhu hem de duygusal, düşünsel veya uygulamada herhangi bir neden, güçlü bir milliyet hissi doğurduğunda tarihte de örnekleri olduğu gibi, parçalanabilecek olan bütün uluslararası birlikler ve toplumlar için zararlıdır. Bu anti-pasifist ruh, faşizmle birlikte bireyin hayatına da taşınır; yaralarının üzerindeki bandajlara yazılan Squadrista’nın şerefli “me ne frego” sloganı1 yalnızca stoacı olmayan bir felsefe eylemidir ya da yalnızca politik olmayan bir doktrin özetidir- bir savaş eğitimidir, savaşın ortaya koyduğu risklerin kabul edilişidir ve İtalya için yeni bir yaşam şeklidir. Bu yüzden faşist, intihar hakkında bir şey bilmeden ve intiharı hor görerek yaşamı kabul eder ve sever. Yaşamı bir görev, mücadele ve zafer olarak görür, yüce ve tamam olması gereken yaşam kişinin kendisi için, bundan da önemlisi yakında ve uzakta olan, aynı zamana ait ya da daha sonra gelecek olan herkes için yaşanmalıdır.
Bu “demografik” rejim politikası yukarıda geçen önermenin bir sonucudur. Bu sayede Faşist kişi aslında komşusunu sever, ancak bu “komşu” yalnızca belirsiz ve tanımlanmamış bir kavram değildir, kişinin komşusunu sevmesi, gerekli eğitim zorunluluğunun, statü ve fiziksel uzaklık farkının önünde fazla bir engel teşkil etmez. Faşizm evrenselliği reddeder ve medeni halklar topluluğunda yaşamaya layık olabilmek için çağdaşlarını dört gözle izler, ruh hallerine dikkat eder ve değişen çıkar eğilimlerinde geçici ve boş görünümlerle kendini kandırmaz.
Böyle bir hayat anlayışı, faşizmi insan medeniyetinin çeşitli sosyal gruplar arasındaki çıkar çatışmalarıyla, üretim araç gereçlerinin değişmesi ve gelişmesiyle açıklanmasına göre; bilimsel ve tarihin materyalist algılanışı, Marksist Sosyalizmin sözde temeli olan bu doktrinin karşıtı yapar. Ekonomik alandaki değişikliklerin, yeni hammaddelerin keşfedilmesi ve yeni yöntemlerle işlenmesinin; bilimsel icatların şüphesiz büyük önemi var; ancak bütün bunları dışlayarak insanlık tarihini açıklamak yeterli olur demek gülünç bir hayaldir. Faşizm şimdi ve her zaman kutsallığa ve kahramanlığa; diğer bir deyişle doğrudan veya dolaylı olarak ekonomik çıkar gütmeyen eylemlere inanır. Yönetici gerçek güçlerin, aslında yönetemeyen, yalnızca şansla ileri geri dalgalanan kuklalardan başka bir şey olmadığını söyleyen teoriye göre, tarihin ekonomik olarak algılanışı inkâr edilirse, değiştirilemeyen ve değişmez sınıf savaşı da yine inkâr edilir; bu da tarihin ekonomik algılanışının doğal bir sonucudur. Bütün bunların yanında, faşizm sınıf savaşının toplumun değişiminde üstün güç olabileceğini de reddeder. Sosyalizmin bu iki temel kavramı da bu şekilde çürütülerek, en sıradan kişinin bile üzüntülerinin ve acılarının dineceği sosyal bir birlik isteği olan bu insanlığın kendisi kadar eski arzudan geriye hiçbir şey kalmaz. Ancak faşizm yine sosyalizmin gerçekleştireceği, herkes için maksimum refah garanti etmek için belli bir zamanda ekonomik evrim anlamındaki “ekonomik” mutluluk anlayışını da reddeder. Faşizm mutluluğun materyalist anlayışının mümkün olduğunu reddeder ve bunu yaratıcılarına, yani On Dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki ekonomistlere bırakır. Diğer bir deyişle faşizm insanlığı tek bir şey düşünen bir yaratıkmış gibi (şişmanlamak ve beslenmek), hayvanların seviyesine indiren ve bu şekilde insanlığı yalnızca fiziksel bir varlığa indirgeyen refah-mutluluk eşitliğinin geçerliliğini de reddeder.
Sosyalizmin ardından faşizm ister teorik alanda, ister uygulamada bütün bir demokratik ideoloji sistemiyle mücadele eder ve onu reddeder. Faşizm, çoğunluğun yalnızca çoğunluk olduğu için insan toplumunu yönetebileceğini reddeder, yalnızca sayıların periyodik bir istişare ile yönetebileceğini reddeder ve evrensel oy kullanma hakkı gibi bir mekanik süreç işlemiyle asla kalıcı olarak belirlenemeyecek olan insanlığın sabit, gerekli ve faydalı eşitsizliğini onaylar. Demokratik rejim zaman zaman, gerçek etken egemenliğin farklı, gizli ve sorumsuz bir gücün elinde olmasına rağmen, insanlara egemenlik yanılgısı vermek olarak tanımlanabilir. Demokrasi sözde kralsız bir rejimdir, ancak birden fazla kral tarafından yönetilir; bir zorba olarak, tek bir kraldan daha mutlak daha zalim ve daha yıkıcı. Bu da faşizmin neden ilk olarak 1922’de (çıkar amaçlı olarak) cumhuriyetçiliğe daha yakın bir tutum izlediğini ve Roma yürüyüşünün öncesinde bu tutumu neden terk ettiğini açıklar. Yönetim şekli, sorunun günümüzde birincil önem arz etmediğinden emin olarak ve sonrasında geçmişte ve günümüzdeki monarşi ve cumhuriyet örneklerini inceleyerek, monarşinin ya da cumhuriyetin mutlak bir standarda göre yargılanamayacağı; ancak o ülkenin evriminin ifade ediliş şekli yani siyasi, tarihi, geleneksel ya da psikolojik, olarak temsil edildiği sonucuna ulaşıldı. Demokrasi birinci sıradaki rejimin yetersizliğine dikkat çekerken, ikinci en mükemmel rejim olarak sonsuza kadar yerini koruyarak bu düşüncenin altında beklerken; faşizm, monarşi veya cumhuriyetçilik antitezinin yerini alır. Günümüzde cumhuriyetlerin ve de geleceğin en ateşli siyasi ve sosyal umutlarını içeren monarşilerin doğal olarak gerici ve mutlakıyetçi olduğu görülebilir.
Faşizm, demokrasideki toplu sorumluluk görüntüsüne bürünmüş siyasi eşitlik gibi bu komik basmakalıp yalanı, “mutluluk” ve sonsuz ilerleme masalını reddeder. Ancak eğer demokrasi tersine yönetim şekillerinde algılanabilirse, yani demokrasi, halkın Devletin acizliğine indirgenmediği bir toplum devleti anlamına geldiğinde, faşizm adını “örgütlenmiş, merkezi ve otoriter demokrasi” şeklinde yazabilir.
Faşizm, hem siyaset hem de ekonomi alanlarındaki liberalizm doktrinlerine tamamen karşı bir tutum almıştır. Liberalizmin son yüzyıldaki (ihtilaflı ani başarısı hoş karşılanmayan) önemiyle ilgili hiçbir abartı olmamalı; o dönemde ortaya çıkan pek çok teorinin içinden yalnızca biri ya da geçmişte veya şimdi bütün zamanlarda insanlık için bir din olarak öne sürülmemelidir. Liberalizm yalnızca yarım yüzyıl hüküm sürmüştür. Avrupa’nın kaderini 1789’dan önceki döneme çekmek amacıyla oluşturulmuş Kutsal İttifaka karşı bir tepki olarak doğmuş, başarısının en yüksek noktası IX. Pius’un bile bir liberal olduğu 1848 yılı olmuştur. Bu tarihten hemen sonra ise çürümeye başlamıştır, çünkü 1848 aydınlık ve umut yılıyken bir sonraki yıl, 1849 karanlık ve trajedi yılıydı. Roma Cumhuriyeti kardeş cumhuriyet olan Fransa’dan aldığı ölümcül darbeyle mücadele ediyordu ve aynı yıl Marx sosyalizm dininin kutsal kitabı, ünlü Komünist Manifesto’yu yayınladı. 1851’de III. Napolyon liberal olmaktan çok uzak olan darbesini gerçekleştirdi, tarihteki en belirleyici hareket olarak sayılabilecek bir askeri yenilginin sonucu olan toplumsal bir hareketle tahttan indirildiği 1870’e kadar Fransa’da hüküm sürdü. Zaferse özgürlük, din ya da bu dinin peygamberleri hakkında hiçbir şey bilmeyen Bismarck’ın oldu. Almanlar gibi yüksek bir medeniyete sahip bir halkın On Dokuzuncu yüzyıl boyunca özgürlük dinine kayıtsız kalmaları bir takım sonuçlar doğurdu. (…) Almanya milli birliğe liberalizm doktrinlerinin çok dışında kavuştu, Liberalizm mantıklı ve aslında anarşinin tarihsel öncüsü olmasına rağmen bu doktrin aslında monarşik olan Alman zihnine çok yabancıydı. (…) İtalyan birliğine bakacak olursak, onun Liberalizme olan borcu, aslında Liberal olmayan Mazzini ve Garibaldi’nin çalışmalarına olan borcuyla kıyaslandığında ikinci derecede kalır. Anti-Liberal Napolyon’un müdahalesi olmasaydı Lombardiya’yı geri kazanamazdık ve yine anti-Liberal Bismarck’ın Sadowa ve Sedan’daki yardımı olmasaydı muhtemelen ‘66’da Venedik bölgesini kazanamaz ya da 70’te Roma’ya giremezdik.2 Dinin kendi başrahiplerinin bile mevcut edebiyat ve atavizmdeki çürüme yüzünden yenilgiye uğrayan inançlarının üzerinde toplanan alacakaranlığı fark ettikleri 1870-1914 dönemi, yani milliyetçilik, gelecekçilik [fütürizm] ve faşizm, liberalizm döneminde sonsuz kördüğümlere dolandıktan sonra, Dünya Savaşı’ndaki katliamlarla bu düğümleri çözmeye çalıştı; o zamana kadar hiçbir din böylesine korkunç bir kurban istememişti. Belki de liberal Tanrılar kana susamıştı? Ancak şimdi günümüzde liberal inanç, kapılarını terk edilmiş mabetlere kapattı, terk edilmiş çünkü dünyadaki insanlar, ekonomi alanında agnostik, siyaset ve ahlak alanlarında umursamaz olan bu dine tapınmanın zaten çoktan meydana geldiği gibi çöküşe neden olacağının farkına vardı. Bununla birlikte, günümüzün bütün siyasi umutları anti-liberaldir ve bu yüzden tek bir öğretiyi, sanki tarih yalnızca liberalizme ait bir alanmış, liberalizm medeniyet için son ve değiştirilemez bir hükümmüşçesine, tarihsel yargının dışında değerlendirmek gülünç olacaktır.
Ancak sosyalizm, demokrasi ve liberalizmin faşist görüşe göre yadsınması, faşizmin yalnızca gidişatın öncesine, gelecek yarı-liberal yüzyılın ilk yılları olarak görülen 1879 yılına döndürmek istemesi olarak algılanmamalıdır; geriye dönmek istemiyoruz; faşizm De Maistre’i başrahibi olarak atamamıştır. Mutlak monarşi ve kilise otoritesine kör bağlılık gibi şeylere hiçbir zaman geri dönmedi ve dönemez.
Feodal sistemin ayrıcalıkları da oldu, toplumun dışarıdan hiçbir müdahale kabul etmeyecek ve birbiri arasında hiçbir iletişim olmayacak şekilde kastlara bölünmesi: otoritenin Faşist algılanışının böylesine bir yönetim şekliyle hiçbir alakası yoktur. Bir milletin tümünü yöneten bir parti, tarihte tamamen yeni bir gerçektir, buna benzer ya da paralel başka bir referans yoktur. Faşizm, kuruluşunda liberal, sosyal ya da demokratik doktrinlerinden hangilerinde hâlâ hayatta olan bir değer varsa onları kullanmıştır; tarihe borçlu olduğumuz kesin dediğimiz şeyleri korurken, geriye kalanları reddeder; diğer bir deyişle bu, bütün halklar ve zamanlar için şüphesiz fayda doktrininin olabileceği anlayışıdır. On Dokuzuncu yüzyılın sosyalizm, liberalizm ve demokrasi yüzyılı olduğunu düşünecek olursak, Yirminci yüzyılın da sosyalizm, liberalizm ve demokrasi yüzyılı olması gerektiğini söyleyemeyiz; siyasi doktrinler geçer, ancak insanlık baki kalır ve bu yüzyılın otorite, sol ve faşizm yüzyılı olması beklenebilir. Çünkü On Dokuzuncu yüzyıl bireyselliğin yüzyılıysa (liberalizm her zaman bireysellik anlamına gelir) bu yüzyılın kolektivizm; yani devlet yüzyılı olması beklenir. Yeni bir doktrinin önceki doktrinlerin en can alıcı öğelerinin hepsini kullanabilecek olması da son derece mantıklı bir çıkarımdır.
Faşizmin kuruluşu devletin karakterinin, görevinin ve hedefinin anlayışıdır. Faşizm, devleti bütün bireylerin ya da grupların birbirine bağlı, yalnızca devletle olan ilişkisinin algılanmasının aksine, mutlak bir yapı şeklinde algılar. Liberal devlet anlayışı, maddi ve manevi olarak müşterek bir yapının faaliyet ve gelişimine doğru yönlendiren bir güç değil, yalnızca kayıt altındaki sonuçların işlevleriyle sınırlanmış bir güçtür: öte yandan Faşist Devletin kendisi bilinç sahibidir, iradesi ve bir kişiliği vardır; bu yüzden “etik” devlet de denir. 1929’da faşist rejimin ilk beş yıllık meclisinde şunları söyledim:
“Biz faşistler için devlet, yalnızca vatandaşlarının kişisel güvenliğini sağlama göreviyle meşgul bir gardiyan olmaktan ibaret değildir; yalnızca belli bir seviyede refah ve barış içinde yaşam şartları temin eden maddi hedefli bir kurum da değildir; çünkü basit bir yönetim kurulu da böyle hedefleri gerçekleştirebilir. Bireyin ve bütün halkın yaşamını iyileştiren, karmaşık maddi gerçeklerle bütün bağını koparmış tamamen siyasi bir varlık da değildir. Faşizmin algıladığı ve yarattığı şekilde devlet, ruhani ve ahlaki bir gerçektir, çünkü milletinin siyasi, hukuki ve ekonomik kuruluşu somut bir şeydir: böylesine bir kuruluş devletin başlangıcında ve gelişiminde, ruhunun görünümünde olmalıdır. Devlet hem iç hem dış güvenliğin garantörüdür, ayrıca halkının yüzyıllar içinde dil, gelenek ve inanç konularında gelişen ruhunun bekçisi ve ileticisidir. Devlet yalnızca şimdiki zamanın yaşayan bir gerçeği değil, geçmişle ve her şeyden önce gelecekle bağlantılıdır, bu yüzden tek bir bireyin yaşamının sınırlarını aşarak milletin öz ruhunu temsil eder. Devletlerin kendini ifade etme şekilleri değişebilir, ancak bu şekillerin gerekliliği sona ermez. Vatandaşlarını yurttaş erdemiyle eğiten devlettir, görevleri hakkında onlara bir bilinç aşılar; adaletle çıkarlarını uyumlaştırır ve gelecek nesillere bilim, sanat, hukuk ve yardımlaşma alanlarında zihinsel bir zaferle onları birleştirir. İnsanları kabile hayatından gücünün en yüksek ifadesi olan İmparatorluğa sevk eder: varlığı uğruna hayatını kaybeden üyelerinin isimlerini yüzyıllar boyunca birleştirir; kanunları uyarınca devletin sınırlarını genişleten liderlerin ve gelecek nesillerin takip edeceği bir örnek olarak devleti şanla aydınlatan dahilerin anısını yaşatır. Bireylerin ya da belli başlı grupların devlet anlayışı azaldığında, bölücü ve merkezi olmayan eğilimleri sürdüğünde, bu gibi olguların ortaya çıktığı milletler de düşüşe geçer.”
1929’dan günümüze kadar, siyasi ve ekonomik alanlarda evrim bu doktrinsel öğretilerin geçerliliğini ispatlamak için her yere gitmiştir. Devlet burada en büyük öneme sahiptir. Kapitalizmin dramatik çelişkilerine karşı bir çözüm sağlayabilecek tek güçtür ve kriz dediğimiz bu durumla diğer devletlerin arasında da olduğu gibi yalnızca devletle başa çıkılabilir. (…) Faşist Devlet eşsizdir ve orijinal bir yaratıdır. Gerici değil, devrimcidir, önemi giderek artan sendikacılık sistemiyle ekonomik ve sanayideki işçilik alandaki sorunları karşılarken; evrensel partiler arasındaki rekabet, parlamenter rejimin aşırı gücü ve siyasi meclislerin sorumsuzluklarıyla siyasi alana yerleştirilmesi gereken sorunların çözümünü öngörür; ahlaki alanda düzen, disiplin ve ülkenin ahlak kurallarıyla belirlenen konularında itaat sağlar. Faşizm, devletin organik ve güçlü olmasını, aynı zamanda geniş ve popüler desteğe dayanmasını ister. Faşist Devlet milletin ekonomik eylemlerine bile katılır ve yaratmış olduğu müşterek sosyal kurumlar ve eğitim kurumları aracılığıyla etkisi ulusal hayatın her alanına ulaşır; ilgili kurumlar çerçevesinde milletin bütün siyasi, ekonomik ve ruhani güçlerini içerir. Otoritesini tanıyan, devamlı olarak gücünün farkında olan ve her an ona hizmet etmeye hazır milyonlarca bireyin desteğine dayanan devlet, Orta Çağ lordunun zorba devleti değildir, 1789 öncesi ya da sonrası mutlakıyetçi hükümetlere de benzemez. Faşist Devlet’te birey ortadan kalkmaz; aksine çoğalır, tıpkı alaydaki bir askerin yoldaşlarının sayısıyla azalmayıp aksine artması gibi. Faşist Devlet milleti düzenler, ancak bireye de yeteri kadar özgürlük alanı bırakır; bu her türlü ve gereksiz ve muhtemelen zararlı özgürlükten kurtulur, ancak gerekli olanları tutar; buradaki karar alıcı güç birey değil, yalnızca devlet olabilir.
Faşist Devlet genel olarak din gerçeğine ya da İtalyan Katolikliği denen bu özel ve pozitif inanca kayıtsız değildir. Devlet herhangi bir ilahiyat gütmez, ancak ahlakı destekler ve Faşist Devlette din insan ruhunun en derin göstergelerinden biri olarak görülür, bu yüzden yalnızca saygı duyulmakla kalmaz, aynı zamanda korunur. Faşist Devlet, Robespierre ve Kongre’deki en aşırı uçtaki kişilerin bir zamanlar yapmaya çalıştığı gibi asla kendi Tanrısını yaratmaz: Faşizm çilecilerin, azizlerin ve kahramanların Tanrısına; aynı şekilde basit insanların algıladığı ve ibadet ettiği Tanrı’ya saygı duyar.
Faşist devlet iktidar ve hükümet iradesinin somut varlığıdır: Roma geleneği burada, savaştaki ideal güçtür. Faşizme göre hükümet, ahlak ve ruh terimlerinde olduğu gibi toprak ya da askeri terimlerle ifa edilebilecek bir şey değildir. Bir imparatorluk gibi düşünülmelidir; diğer bir deyişle, en küçük parça toprakta hüküm sürme gereksinimi duymadan diğer milletleri doğrudan ya da dolaylı olarak yöneten bir millet. Faşizm için imparatorluğun büyümesi, yani milletin genişlemesi, canlılığın ve tam karşıtı olan çürümenin gerekli bir dışa vurumudur. Yükselen ya da bir dönemden sonra tekrar yükselen halklar her zaman emperyalisttir; her türlü vazgeçiş çürümenin ve ölümün işaretidir. Faşizm yüzyıllar boyu aşağılanma ve yabancılara köleliğin ardından tekrar yükselen İtalya halkı gibi bir halkın eğilim ve arzularını temsil etmek için en iyi şekilde uyarlanmış doktrindir. Ancak imparatorluk disiplin, bütün güçlerin koordinasyonu, derin görev ve fedakârlık duygusu gerektirir: bu gerçek rejimin uygulamada çalışma, devletteki pek çok gücün karakteri ve Yirminci yüzyılda İtalya’nın bu kendiliğinden ve kaçınılmaz hareketine çıkabilecek olanlara ve On Dokuzuncu yüzyılın bu modası geçmiş ideolojisini hatırlatarak karşı çıkanlara yönelik alınması gereken katı önlemler açıklar; sosyal veya siyasal dönüşümün büyük tecrübesini yaşama cesareti olan her yerde reddedilmiştir; çünkü milletin daha önce hiç bu kadar otorite, yönlendirme ve düzene gereksinimi olmamıştı. Her çağın kendine özgü doktrini varsa faşizmi günümüzün doktrini olarak gösteren binlerce işaret vardır. Çünkü eğer doktrin yaşayan bir şeyse, bu da faşizmin yaşayan bir inanç yarattığı ve bu inancın uğrunda acı çeken ve ölen insanların zihinlerinde çok güçlü bir inanç olduğu gerçeğiyle ispatlanmıştır.
Faşizm bundan sonra dünyada, kendilerini gerçekleştirerek, insan ruhunun tarihini temsil eden bütün doktrinlerin evrenselliğine sahiptir.
* Benito Mussolini Political and Social Doctrine of Fascism, International Conciliation No: 306 New York, Carnegie Endowment for International Peace, January, 1935, pp. 6-17.