I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Faşizmin Siyasal Doktrini Üzerine*

Alfredo Rocco

Alfredo Rocco (1875-1925), Mussolini hükümeti döneminde Adalet Bakanı olan bir hukuk profesörüdür. Faşist kanunların bazılarının şekillendirilmesine ve İtalyan yasalarının faşist ilkeler çerçevesinde düzenlenmesine katkıda bulunmuştur. Aşağıdaki seçkiler, yazarın 30.Ağustos 1925’te Perugia’da yaptığı bir konuşmadan alınmıştır.

Öncelikle kendimize faşizmin siyasal bir doktrini olup olmadığını ve faşist devlette herhangi ideal bir muhteviyat olup olmadığını soralım. (…)

Faşizmin her şeyin ötesinde eylem ve duygu olduğu ve böyle olmaya devam etmek zorunda bulunduğu açıktır. Aksi olsaydı, bu uçsuz bucaksız itici gücü, şu anda sahip olduğu ve birkaç seçilmişin belki de tek tefekkürü olan yenilenme gücünü devam ettiremezdi. O, sadece duygular ve duyarlılıklar olduğundan, sadece güçlü ırkçı içgüdümüzün bilinçsizce yeniden uyandırılması olduğundan, insanların ruhuna hitap etme ve karşı konulamaz bir milli irade cereyanını serbest bırakma gücüne sahiptir. Sadece devinim olduğu ve kendisini böylelikle büyük bir hareket, engin bir örgütlenme içinde gerçekleştirdiği için günümüz İtalya’sının tarihsel akışını belirleyici şartlara sahiptir.

Fakat faşizmin üzerine kafa yorulmuştur ve bu tarihsel olgunun önemli bir parçası olan ve elde edilen başarılarda büyük oranda sorumluluğu bulunan bir teorisi de vardır. (…)

Modern siyasal düşünce, yakın zamana kadar bu doktrinlerin sıkı kontrolü altındaydı. Bu doktrinler, Protestan Reformuyla başlayıp On Yedi ve On Sekizinci yüzyıllarda tabii hukuktaki düzenlemelerle geliştirilmiştir ve İngiliz, Amerikan ve Fransız Devrimlerinin kurum ve geleneklerinde oldukça sağlam bir temele sahiptir. Farklı ve bazen birbirleriyle çelişen biçimler altında bu doktrinler, On dokuz ve Yirminci yüzyılda faşizmin doğuşunun hem sosyal hem de siyasal nitelikteki tüm teori ve eylemlerinde, belirgin bir iz bırakmıştır. Languet’den Buchanan’a, Althusius’tan Karl Marx’a ve Wilson’dan Lenin’e uzanan bu doktrinlerin tamamının ortak noktası, benim mekanik ya da atomsal olarak adlandırabileceğim bir sosyal devlet kavramıdır.

Bu kavrama göre toplum, salt bireylerin toplamı, tek tek bileşenlerine ayrılabilen bir çoğulluktur. Bu nedenle, bir toplumun amaçları, onu oluşturan ve devletin kendileri için var olduğu bireylerin amaçlarından farklı bir şey değildir. Bu türden bir atomistik bakış açısı, toplumu uzamsal nitelikleriyle değerlendirip zamansal nitelikleriyle değerlendirmediğinden ve sosyal hayatı tek bir neslin varlığına indirgediğinden, muhakkak anti-tarihseldir. Böylelikle toplum, belli bir bireyler topluluğu, yani belli bir zamanda yaşayan bir nesil halini alır. Atomistik olarak adlandırdığım ve anti-tarihsel gibi görünen bu doktrin, perde arkasında gizli, oldukça maddi olan doğasını açığa çıkarır. Şimdiki zamanı, geçmişten ve gelecekten soyutlama çabaları çerçevesinde, söz konusu doktrin, her neslin kendinden öncekilerden alıp bir sonraki nesle bıraktığı fikirlerin ve duyguların ruhsal mirasını reddederek toplumun birliğini ve ruhsal hayatının ta kendisini mahvederek gelişir.

Bu ortak altyapı/esas, tüm siyasal doktrinler arasında var olan yakın mantıksal ilişkiye ve son zamanlarda Avrupa’ya hâkim olan liberalizm’den sosyalizme bütün siyasal hareketleri birleştiren büyük dayanışmaya işaret eder. Bu siyasal ekoller, yöntemleri açısından farlılık arz eder fakat hepsi, ulaşılması istenen amaçlar konusunda hemfikirdir. Onların hepsi, bireylerin refah ve mutluluğunu, mevcut neslin bireylerinin oluşturduğu toplumun amacı olarak görürler. Hepsi, toplumda ve onun yargısal örgütlenmesinde devleti, bireylerin amaçlarına ulaşabilmesini sağlayan tek araç ve yol olarak görürler. Sadece, bu amaçlara ulaşmak için kullanılan yöntemlerin büyük farklılıklar göstermesi noktasında birbirlerinden ayrılırlar.

Böylece liberaller, bireylerin vatandaşlar olarak refahını sağlamanın en iyi şeklinin, onların faaliyetlerinin serbest gelişimine olabildiğince az müdahale etmek olduğunu savunurlar. Yani devletin en temel vazifesi, bu farklı özgürlükleri, onların birlikte var olmalarını sağlayacak biçimde koordine etmektir. (…)

***

Devletin liberal-demokratik-sosyalist anlayışının tezahürüne karşılık değil, kavramın kendisine karşılık gerçek antitez, Faşizm doktrininde bulunur. (…)

Söz konusu doktrini burada açıklamaya çalışmayacağım, temel kavramlarını kısa ve net özetlemekle yetineceğim. (…)

Faşizm, böylelikle, liberal ve demokratik doktrinlerin temelinde yer alan eski atomistik ve mekanik devlet teorisini, organik ve tarihsel bir kavramla değiştirir. Organik dediğimde toplumu, “devletin organik teorileri” denilen tarzda bir organizma olarak kabul ediyormuşum izlenimini vermek istemem. Bununla kastettiğim, türlerin fraksiyonları olarak sosyal grupların, kendilerini birbiri ardına gelen nesillerin tarihi ve nihayetleri olarak tanımlayan bireylerin hayat ve etki alanını aşan bir hayat ve etki alanı elde etmeleridir. (…)

***

Bu bağlantı noktasında, iki teori arasındaki antitez, eksiksiz ve mutlak görünmek durumundadır. Liberalizm, demokrasi ve sosyalizm, sosyal gruplara yaşayan bireyler kitlesi olarak bakmaktadır. Faşizme göre ise, bu sosyal gruplar, sonsuz nesiller dizisinin yinelenen birliğidir. Liberalizme göre, toplumun belli bir zamanda yaşamakta olan kişilerin amaçları dışında herhangi bir amacı yoktur. Faşizme göre ise, toplumun koruma, genişleme, ilerleme gibi içkin tarihi amaçları vardır ve bunlar, belli bir zamanda yaşayan bireylerinkinden fazlasıyla ayrıdır, hatta o kadar uzaktır ki, onların tam karşıtı bile olabilir. Böylelikle, daha eski doktrinlerin pek az müsaade ettiği, neredeyse toplum adına bireylerin toplu olarak kurban edilmesine kadar çıkabilecek kurban etme ihtiyacı; savaşın doğru tarifi, insanoğlunun ebedî kanunu, liberal demokratik doktrinler tarafından bayağı bir gülünçlük veya delicesine bir canavarlık olarak yorumlanır.

Liberalizm açısından, toplumun, bireylerin hayatından bir farklı bir hayatı yoktur ya da diğer ifadesiyle; solvitur in singularitates [Çözüm tekilliklerdedir]. Faşizmde ise, toplum hayatı, bireylerin varoluşuyla çakışır ve kendisini, yüzyıllar ve binyıllar boyunca sonraki nesillere aktarır. Bireyler; doğar, büyür ve ölürler, bunu diğerleri aralıksız takip eder; toplumsal birlik, daima kendisiyle özdeş kalır. Liberalizmde, birey amaç, toplum ise araçtır; yüce bir amacın saygınlığı çerçevesinde düşünülen bireyin, basit bir araç seviyesine indirgenmesi düşünülemez. Faşizmdeyse, toplum amaç, birey ise araçtır ve faşizmin bütün ömrü, bireyleri kendi toplumsal amaçları için araç olarak kullanmakla geçer. Böylelikle, idam cezası gibi, bireyin üstünlüğü adına liberalizm tarafından kınanan kurum ve uygulamaları kabullenebilir ve açıklayabiliriz.

Eski doktrinlerde, toplumun temel problemi, bireylerin hakları sorunudur. Bu, liberallerde olduğu gibi özgürlük hakkı olabilir, ya da demokratların savundukları, devlet yönetimi hakkı veya sosyalistlerin öne sürdüğü ekonomik adalet hakkı olabilir. Her hâlükârda bunlar, bireyler ile bireylerin oluşturduğu grupların (sınıfların) haklarıdır. Öte yandan faşizm, devletin hakkı ve bireylerinin görevi sorunuyla doğrudan yüz yüze gelir. Bireysel haklar, ancak devletin hakları onları da beraberinde getirdiği sürece tanınır. İşte bu görev üstünlüğünde, Faşizmin en yüce etik değerini buluruz. (…)

***

(…) Faşizm, kendi kişisel çıkarlarını bir tarafa bırakan, faşizmin birliğinde ve geçmiş ile gelecekle olan ilişkisinde göz önünde bulundurulan toplumsal bütünlük arzularını gerçekleştirebilecek adamlara hükümetin teslim edilebileceğini savunur. Bu nedenle, faşizm, sadece popüler egemenlik dogmasını reddetmekle ve bunu devletin egemenliği ile değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda, büyük vatandaş kitlelerinin toplumsal çıkarları doğru biçimde savunamayacağını iddia eder. Bunun sebebi, bireylerin kişisel çıkarlarını, toplumun daha yüksek talepleri ve tarih adına görmezden gelebilme becerisinin çok az kişinin sahip olduğu ender bir nitelik olmasıdır. Dehanın ve kültürel altyapının böyle görevlerde büyük bir faydası olur. Belki de hâlâ en değerlisi, bu ender dehaların sezgisellikleri, geleneksellikleri ve kalıtımsal nitelikleridir. Ancak bundan, kitlelerin devlet hayatı üzerinde herhangi bir etkide bulunmaya mezun olmadıkları anlamı çıkarılmamalıdır. Tam tersine, yüce bir tarihi ve soylu gelenekleri olan halklarda, toplumun en alt kademesindekilerde bile, bu ırkın refahı için gerekli olan şeye ilişkin, tarihteki büyük kriz anlarında, kendisini neredeyse hatasız ve yanılmaz olarak ortaya koyan içgüdüsel bir feraset vardır. Bu nedenle, devletin normal işleyişini seçilmiş bir elite teslim etmenin makul olması gibi, kendini ifade etme vasıtalarını bu içgüdüye vermek de akıllıca olur. (…)

(…) Şimdiye dek söylediklerim, faşist ideolojinin yükselişinin, hâlihazırda entelektüel sahada bir kargaşa kanıtı teşkil ettiğini göstermeye kâfidir. Söz konusu kargaşa, On Yedi ve On Sekizinci yüzyıllarda, “Fransız Devrimi Felsefesi” adı altındaki bu ius naturale (doğal hukuk) doktrinlerinin yükselişi ve dağılışıyla ortaya çıkan değişiklik kadar güçlüdür. Fransız Devrimi felsefesi, bir buçuk asır boyunca yetkinliği/otoritesi sorgulanmayacak belli ilkeler ortaya koydu. Söz konusu ilkeler, o kadar nihai ve kati görüldü ki, onlara ölümsüzlük sıfatı verildi. Bu ilkelerin etkisi öylesine büyüktü ki, o ilkeler, yeni bir kültürün, yeni bir medeniyetin oluşumunu sağladı. Aynı şekilde, faşist doktrini oluşturan, henüz başlangıç safhasında olan fakat hızla yayılacağı muhakkak fikirlerin coşkunluğu, yeni bir kültürün ve yeni bir sivil hayat algısının gidişatını belirleyecektir. On Sekizinci yüzyılda gerçekleştirilen bireyin devletten kurtarılmasını, Yirminci yüzyılda devletin bireyden kurtulması takip edecektir. Otorite, sosyal yükümlülükler, “hiyerarşik” düzen dönemi, bireysellik, devletin güçsüzlük ve düzensizlik döneminin yerine geçecektir.

Bu yenilikçi eğilim, Orta Çağa bir dönüş demek değildir ve olamaz. Reformla başlayıp Fransız Devrimiyle yükselişe geçen hareketin yüzünü orta çağa ait düşünce ve kurumlara döndüğü genel ve yanlış bir kanıdır. Söz konusu hareket, bir olumsuzlamadan ziyade, Orta Çağ doktrinleri ve uygulamalarının gelişimi ve tamamlanması olarak görülmelidir. Sosyal ve siyasal açıdan düşünüldüğünde, Orta Çağ, parçalanma ve anarşi dönemi olarak değerlendirildi. Orta Çağ, Roma İmparatorluğunda vücut bulan, önce Doğu’ya, daha sonra tekrar Fransa’ya, oradan Almanya’ya sürüklenen, bir öncekinin gölgesi haline gelen devletin git gide zayıflaması ve nihai yok oluşu ile tanımlandı. Orta Çağ, devlet için yıkıcı ve aynı zamanda kötülük dolu yağmacı güçlerin sabit ilerleyişi ile tanındı; onlar, muzaffer bir bağlılığın izlerini taşıdı. Bu yüzden, On Yedi ve On Sekizinci yüzyılın bireysel ve anti-sosyal hareketi, Orta Çağa yönelmiş değildi. Bunun yerine, büyük ulusal monarşiler vasıtasıyla, devletin yeniden yapılandırılmasına doğru yönelmişti. Eğer bu hareket, Orta Çağ boyunca varlığını sürdürmüş ve yeni devletlerde yozlaşmaya uğramış Orta Çağ kurumlarını ortadan kaldırmışsa, bu, temelde devlete karşı yürütülen mücadelenin bir sonucuydu. Hareketin ruhunun Orta Çağa ait olduğu şüphesizdi. Yenilik, onun içinde bulunduğu sosyal çevre ve yeni ekonomik gelişmelerle olan ilişkisine dayanıyordu. Feodal lortların bireyselliği, şehirlerin ve kurumların belirli bir topluluğa bağlılığı, bireysellikle ve burjuvazinin ve popüler sınıfların birbirine bağlılığıyla yer değiştirmişti.

Böylelikle faşist ideoloji, tamamıyla olumsuzlaması, nehyi olduğu Orta Çağa dönüp bakamaz. Orta Çağ, parçalanma, çözülme anlamına gelir; faşizm sosyallik değilse, hiçbir şeydir. Kendisi için belirlenen vadenin, sonun dört yüzyıl ötesine geçmiş ve geçen otuz yılın sosyal demokratik anarşisi tarafından diriltilen Orta Çağın sonunun başlangıcıdır. Eğer faşizmin geriye bakacağı söylenebilirse, bu bakış, daha çok, on beş asır uzaklığındaki sosyal ve siyasal gelenekleri Faşist İtalya tarafından canlandırılmaya başlanan kadim Roma’ya doğru olacaktır.

***

-Roma, neredeyse hiçbir siyasal yazı olmaksızın olağanüstü devlet adamlığıyla tarihteki en sağlam devletlerden birini kurduğu için- teorilerden değil uygulamadan biri olan Roma geleneği, modern siyaset biliminin kurucusu Nicolo Machiavelli’yi ciddi biçimde etkilemiştir. Nicolo Machiavelli’nin kendisi, aslında bir doktrin yaratmamıştır ama tarih çalışmasından siyasal anlamın uygulamadaki ilkelerini çıkartan, insan doğasının keskin bir gözlemcisidir. Siyaset bilimini skolastiklerin şekilciliğinden kurtarmış ve somut gerçekliğe yaklaştırmıştır. Uygulamalı yorumlar ile dikkatler ve önemli gözlemlerin tükenmez madeni olan yazıları, artık soyut olmasa da, yine de İtalya’nın ulusal birliğinin bütün tarihi somutluğuyla içinde baskın olan devlet fikrini gözler önüne serer. Bu nedenle, Machiavelli, sadece modern siyaset yazarlarının en önemlisi olmakla kalmayıp aynı zamanda, milliyetçi İtalyan bilincine tam anlamıyla sahip olması bakımından da, yurttaşların en değerlilerindendir. Onun zamanında “köleleştirilmiş, parçalanmış ve yağmalanmış” olan İtalya’yı özgürleştirmek ve güçlendirmek adına, her yolu deneyebilirdi; çünkü ona göre bu amacın kutsallığı, her şeyi mubah kılacak nitelikteydi. Bu yolda, onun araçlarına karşı, yine onun ileri sürdüğü şeyin amacından korktukları için pek de düşmanlık beslemeyen yabancıların ağır sitemlerine maruz kalmıştı. Bu yüzden, paralı askerlerce müdafaa edilen değil, fedakârlıklar ve vatandaşlarının kanıyla desteklenen, düzenli, saldırgan ve yayılmak konusunda kararlı güçlü bir İtalyan devletinin kurulmasını savunmuştur. (…)

Machiavelli, sadece büyük bir siyasi otorite değildi, aynı zamanda enerji ve irade maharetlerini de öğretmişti. Faşizm, ondan sadece doktrinlerini değil aynı şekilde eylemlerini de öğrenir. (…)

***

Savaştan çıkan ve faşizmin, onun en saf ifadesi olduğu güçlü bir yenilikçi hareket, siyasal doktrin alanındaki İtalyan düşüncesini, Roma’nın gelenekleri olan kendi geleneklerine dönüştürebilirdi.

Bu entelektüel özgürleşme görevi, şimdi yavaş yavaş gerçekleştirilmektedir ve Faşist Devrim tarafından ortaya konulan siyasi kurtuluştan daha az önemli değildir. Bu, devam eden ve Risorgimento’yu bünyesine katan önemli bir görevdir. Artık o, siyasal esaretimizin sona ermesinin ardından, İtalya’nın entelektüel bağımlılığını da nihayete erdiriyor.

Onun sayesinde, İtalya, tekrar dünyayla konuşup kendisini dinlettiriyor. Bu büyük bir görevdir, büyük bir iştir ve büyük çabalar gerektirir. Bunu gerçekleştirmek için, her birimiz, kendimizi yabancı entelektüel geleneğin iki yüzyıldır kafalarımıza doldurduğu değersiz fikirlerden ve zihinsel alışkanlıklardan arındırmalıyız. Sadece yeni bir kültür benimsemekle kalmamalıyız, aynı zamanda kendimiz için yeni bir ruh yaratmalıyız. Yöntemsel olarak ve sabırla, doktrinimizin organik ve eksiksiz biçimdeki olgunlaşmasına katkıda bulunmalıyız ve aynı zamanda, yorulmak nedir bilmeyen bir bağlılıkla, hem yurtiçinde hem de yurtdışında onu desteklemeliyiz. Tüm faşistlerden ve İtalyan olduğunu hisseden herkesten, bu yenilenme ve işbirliği çabasını bekliyoruz. Fedakârlık vaktinin ardından, yılmaz gayretlerin vakti gelecektir. O zaman işimize, yurttaş kardeşlerim, İtalya’nın zaferi için!

* Alfredo Rocco: Faşizmin Siyasal Doktrini, s. 394–6, 400-03, 405, 407-8, 411-12, 415. Carnegie Endowment for International Peace.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.