Ekonomik Liberalizm
Londra Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan L. T. Hobhouse (1864-1929) Birinci Dünya Savaşı öncesinde “sol kanat” İngiliz Liberalizmi’nin önde gelen teorisyeniydi. 1905 yılından sonra iktidara gelen Liberal Partinin politikaları, Herbert Spencer’ın kasvetli kehanetlerinin çok uzağındaydı. Hükümet, fakirlerin “sosyal hizmetleri”nin zenginlerin ödediği vergilerden finanse edildiği “refah devletinin” oluşturulmasına önayak oldu. David Llyod George gibi (Dwyfor Kontu. 1863-1946, Liberal Parti’den seçilen son başbakan (1916-1922), 1. Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın şekillenmesinde başrol oyuncusu, Osmanlı İmparatorluğunu parçalama siyasetinin ve Anadolu işgalinin baş mimarı) liberal liderlere yakın olan Hobhouse, hükümetin politikasını, liberalizmin temel ilkeleri olarak kabul gören esaslara yakıştırmaya özen göstererek savunmuştur. Kendi “sosyal liberalizmi” ile sosyalizm arasına bir çizgi çekmek için hayli çaba harcayan Başbakan George, politikalarının bireycilik ve kolektivizm arasındaki güçlü uzlaşmaya dayalı bir toplum oluşturabileceğinde ısrarlıydı.
Liberal Felsefe Tarafından Belirtilen Siyasi Gücün Sınırları İçinde Sosyal Adalete Ulaşılabilir Mi?
Mülkiyet haklarının varlığını hepimiz kabul ediyoruz. Peki, mülk sahibi olma hakkı olmayabilir mi? Miras ve vasiyet yasaları aracılığıyla büyük eşitsizliklerin gözlendiği ekonomi sisteminde kökten bir yanlış yok mudur? Bazıları her türlü erdeme sahip bir bireyin sosyal değerinden daha fazlasıyla doğarken, büyük çoğunluğun kazanabildikleri dışında hiçbir şeye sahip olmadan doğduğu durumu kabul etmeli miyiz? Akla uygun ekonomi etiği planında, toplum üyesi için kamu kaynakları üzerinde belirli asgari bir hak iddiası şeklini alabilecek bu tür gerçek mülkiyet hakkına izin veremez miyiz? Bunun etik kısmı dışında güzel bir fikir olduğu söylenebilir; peki ya daha az şanslıların yararlanacağı kaynaklar nelerdir? İngiliz Devleti söz konusu amaç için uygun çok az ortak kaynağa sahiptir veya ona bile sahip değildir. Geliri vergilendirmeye dayalıdır ve bunun anlamı fakirlerin yararına zenginlerin vergilendirileceğidir ki bu durumun ne adalet ne de hayır olduğu, sadece soygun olduğu söylenebilir. Buna benim cevabım, kamu kaynaklarının boşaltılmasının derin bir ekonomik düzensizlik anlamına geldiğidir. Servetin kişisel bir dayanağının yanında sosyal bir dayanağının olduğunu da ileri sürebilirim. Şehirlerin içinde ve etrafındaki arazi kiraları gibi servet çeşitleri büyük oranda toplumun eseridir ve geçmiş zamanda bu tür servetlerin özel ellere düşmesine izin verilmesi sadece hükümet yolsuzluğu aracılığıyla olmuştur. Diğer büyük servet kaynakları genellikle ayırt edici şekilde anti sosyal eğilimlere sahip ve sadece ekonomimizin hatalı düzeni aracılığıyla gerçekleştirilen mali ve kurgusal işlemlerde bulunabilir. Diğer sebepler, bir tarafta alkollü içki ile ilgili yasalarımızın ve eskiden belediye hizmetleri arzının özel sektöre düşmesine izin verme geleneğinin kurduğu kısmi tekellerde yatmaktadır. Miras ilkesi aracılığıyla biriken mülk devredilmektedir ve sonuç; medeniyetin maddi çıkarlarında pay mirasına sahip olarak küçük bir sınıf yanında “çıplak geldik çıplak gideceğiz” diyebilen daha büyük bir sınıfın varlığıdır. Bir bütün olarak bu sistemin gözden geçirilmesi gerektiği savunulmaktadır. Bu şartlarda mülkiyet duraklamaktadır, esas olarak her bireyin kendi emeğinin meyvelerini kendisi için güvence altına alabileceği bir kurum olmaya zorlanmaktadır ve mal sahibinin genel olarak emredebileceği şeyler bakımından diğerlerinin emeğine komut vermesini sağlayan bir araç haline gelmektedir. Bu eğilimin istenmeyen bir durum olduğu ve toplumun emrindeki genel hisseyi arttırma ve böylece onu avarelik, kapasite eksikliği veya suç yüzünden avantajlarını kaybetmeyen, herkesin ekonomik bağımsızlığını güvence altına almak üzere kullanma yetkisine sahip olabilecek ortak mali, endüstriyel ve sosyal tedbirler aracılığıyla çare üretme yeteneğine sahip olduğu savunulmaktadır. Herkesin kendine uygun sosyal durumla doğduğu, ortak topraklarda uygun paya sahip olduğu komünal toplum örnekleri bulunmaktadır. Ekonomik bireyselcilik bu sistemin son kalıntılarını yok ederek büyük maddi gelişimlerin temelini atmıştır fakat bunu kitlelerin mutsuzluğu pahasına yapmıştır. Ekonomideki temel sorun mülkiyeti yok etmek değil modern ihtiyaçlara uygun şartlar altında sosyal mülkiyet kavramını doğru yere koymaktır. Bu, eskiden duyduklarımız gibi yeniden dağıtımın basit kurallarıyla yapılmayacaktır. Servet içinde sosyal etmenleri bireysel etmenlerden ayırarak, sosyal servet unsurlarını kamu kasalarına yönlendirerek ve üyelerinin öncelikli ihtiyaçlarını yönetmek için toplumun da kullanımında tutarak başarılacaktır.
Mülkiyetin temeli iki anlamda sosyaldir. Bir taraftan mal sahibinin haklarını hırsızlığa ve yağmacılara karşı koruyarak sürdüren düzenli bir toplum gücüdür. Bütün eleştirilere rağmen pek çok kişi Doğa veya İlahi Takdir tarafından seçilen şanslı bireylermiş ve devleti yönetmek ve mülkiyetlerinin rahatça kullanımında kanun düzeneğini özgürce kullanarak mülklerini güvence altına almak için sonsuz hakka sahiplermiş gibi mülkiyet hakkında konuşmaktadır. Düzenli toplum gücü olmadan haklarının hiçbir işe yaramayacağını unuturlar. Hâkimler, polisler ve toplumun sürdürdüğü oturmuş düzen olmasaydı nerede olacaklarını kendilerine sormazlar. Servetini tamamen kendi başına yaptığını düşünen varlıklı bir iş adamı, ticari gelişmeyi, karayolu, demiryolu ve denizden güvenliği, hünerli işgücü kitlelerini, medeniyetin emrine verdiği bütün zihin gücünü, dünyanın genel ilerlemesi izin verdiği için ürettiği ürünlerin talebini, süreç gereği kullandığı ve bilim insanlarının ve sanayi idarecilerinin ortak çabasıyla kurulan icatları mümkün kılan düzenli sakinlik olmasaydı başarısına giden yolda tek bir adımı nasıl atacağını düşünmek için bir an bile durmamaktadır. Servetinin temellerine bakmış olsaydı, mülkiyetini devam ettiren ve güvence altına alan toplum olduğu için servetin ilk oluşumundaki kaçınılmaz ortağının da toplum olduğunun farkına varırdı.
Bu, mülkiyetin sosyal olduğu ikinci anlamı önümüze getirmektedir. Değerde ve üretimde sosyal bir unsur bulunmaktadır. Modern sanayide bireyin kimseden yardım almadan gösterdiği çabayla yapabileceği çok az şey vardır. İşgücü özenle bölünmüştür ve orantılı olarak bölündüğü için de işbirlikçi bir yaklaşım sergilemek zorundadır. Kişi satacağı malları üretmekte ve kur oranı yani fiyat oranları karmaşık sosyal güçler tarafından belirlenen arz ve talep ilişkileri ile saptanmaktadır. Üretim yöntemlerinde, her birey medeniyetin kullanıma hazır bütün araçlarını, diğer kişilerinin beyinlerinin icat ettikleri düzenekleri, kazanılan medeniyetin armağanı insan aletlerini elinden gelen en iyi şekilde kullanmaktadır. Bu nedenle, toplum bir kişinin diğerinden daha iyi kullanacağı koşullar ve imkânlar sağlamaktadır ve kullanımları ödüllendirilecek kişisel hak iddiasının temelini oluşturan bireysel veya kişisel üretim unsuru anlamına gelmektedir. Bu kişisel çabayı sürdürmek ve canlandırmak, iyi işleyen bir ekonomi düzeninin gerekliliğidir ve burada, herhangi belirli bir sosyalizm kavramının bu ihtiyacı karşılayıp karşılamayacağını sormamıza gerek olmadan kendimizden emin bir şekilde bu noktayı göz ardı eden hiçbir sosyalist yaklaşımın kalıcı başarının tadını çıkaramayacağını ortaya koyabiliriz. Diğer taraftan servetteki sosyal etkeni göz ardı eden bireyselcilik ulusal kaynakları bitirecek, toplumu sanayinin meyvelerindeki haklı payından mahrum edecek ve böylece servetin tek taraflı ve adaletsiz dağıtımıyla sonuçlanacaktır. Ekonomi adaleti sadece her bireye değil ister sosyal ister kişisel olsun yararlı hizmetin yerine getirilmesinde yer alan her işleve de hakkı olanı vermelidir ve bu hak, bu yararlı işlevin etkili kullanımını canlandırmak ve devam ettirmek için gerekli miktar tarafından ayarlanmaktadır. İşlev ve dayanak arasındaki bu denklem ekonomik eşitliğin gerçek anlamıdır.26
Hobhouse dikkatini miras kalan servete çevirir:
Zamanımızın sosyal ve ekonomik yapısı içinde en belirleyici etken budur. Bizim ilkemizde, günden güne yaratılan servetinkinden oldukça farklı bir konumda bulunduğu açıktır. Sadece iki zeminde savunulabilir. Biri kuralcı hak ve ekonomik düzenin temelini bozmanın zorluğudur. Bu durum şiddetli ve aceleci yöntemlere karşı cevaplanamaz bir iddia ortaya koymaktadır fakat ekonomik düzenlemenin yavaş ilerleyen politikasına karşı hiçbir iddia sağlayamamaktadır. Diğer iddia ise miras kalan servetin birçok dolaylı işleve hizmet ettiğidir. Çocukların geçimini sağlamak ve bir aile kurmak bu çabanın uyarıcılarıdır. Çalışmayan sınıfın varlığı, özgünlüğün bağımsız gelişimi ve devletin hizmetleri için önyargısız erkek ve kadın iş gücü tedarik etmek için olanak sağlamaktadır. Bir kere daha bu iddiaların değerinin bildirileceği tek gerçek testin ampirik test olduğunu belirtmek isterim. Görünüşe göre miras kalan servet kazanılan servetten farklı bir dayanak üzerindedir ve liberal politika çalışarak kazanılan gelirin kazanılmayandan ayrılmasına başlamak için doğru yerdedir.
Liberal politika sadece kazanılan ve kazanılmayan gelirin ayrılmasına değil her türlü kaynaktan gelen yüksek gelirler üzerindeki vergiye de kendini adasaydı temel ilkenin herhangi bir bireyin, toplum için bazı bireyler kadar değerli olup olmayacağına dair saygılı bir şüphe olduğunu kabul ederdim. Aslında dünyanın büyük servetleri büyük dahilere düşüyorsa bu şüpheyi değerlendirmeliyiz. Bir Shakespeare, bir Browning, bir Newton veya bir Cobden için ne ödememiz gerektiğini belirlemek imkânsız olurdu. İmkânsız, fakat neyse ki aynı zamanda da gereksiz. Çünkü dahi insan kendi arzuları tarafından vermeye zorlanmaktadır ve toplumdan istediği tek ödül ise yalnız bırakılmak ve biraz sessizlik ile temiz havadır. Yaratıcı enerjisi, insanların dileklerine bakmaksızın onu teşvik eden içsel uyarıcıya verilen bir yanıt olduğu için gerçekte hizmetlerine rağmen düşünce, yaşamının öncelikli ihtiyaçlarını karşılamasını sağlayan mütevazı yeterlilikten fazlasını istemeye hakkı da yoktur. Büyük sanayi idarecilerinin durumu daha farklıdır fakat onlar da işleri sosyal anlamda güçlü olduğu sürece gerçek çıkar aşkından fazla içsel bir gereklilik tarafından yönlendirilmektedirler. Büyük kârlar elde etmektedirler çünkü işleri, denge doğru tarafta olduğu zaman kesinlikle büyük bir denge anlamına gelen bir düzeye ulaşmaktadır ve şüphesiz, başarılarının işareti ayrıca artan sosyal gücün temeli olarak parayla ilgilenmeye eğilimli olmaktadır. Ama ben iki kanıt yüzünden abartanlara inanıyorum: Birincisi, böylesi bir kafa yapısına sahip birçok kişinin kazanç arzusunun etkisine girmeye hazır olmasını bu sınıftaki insanların yaygın biçimde kabul edeceği ve bazı istisnai durumlarda kendi maddi kazançlarını azaltmaya yönelik önlemleri aktif biçimde destekleyecekleri; ikincisi maaş alanlara, ticari rekabet söz konusu olsa kazanacakları maaşla hiçbir ilişkisi olmayan ve bu durumun bilincinde olmalarını gerektiren bir maaş veren kamu yönetiminin yüksek ticari kapasitesinin büyüklüğü...
Fakat vergi gelirleri neden özellikle fakirlere gitmektedir? Peter soyulmadıysa Paul’e neden para ödenmelidir? Peter da eşit şekilde toplumun bir üyesi olduğuna göre neden gelirler Peter ve Paul’un ortak ilgilerine harcanmasın? Ortak fonla uğraşmanın tek adil yolu şüphesiz bu fonu kamu yararına hizmet eden hedeflere harcamaktır ve kamu harcamalarının aslında bütün sınıflar için aynı şekilde yararlı olacağı birçok yön bulunmaktadır. Belirtmeye değer; bu durum doğrudan amaçları daha fakir sınıfları ilgilendiren bazı harcama bölümleri için bile doğrudur. Örneğin alıkonsaydı sadece ilk olarak zarar görecek daha fakir bölgeler için değil ayrıca kendilerini ayırsalar bile enfeksiyondan kaçamayacak daha zengin bölgeler için kamu sağlığının değerini düşünün. Eski zamanlarda mahkûmların yanı sıra hâkimler ve jüriler de cezaevi hummasından ölebilirdi. Yine sadece işçi için değil onun hizmet edeceği işveren için de eğitimin ekonomik değerini düşünün. Bunların hepsine izin verildiğinde fakirliğin yok edilmesi için bütün süreç boyunca kamu harcamalarının dikkate değer bir kısmını düşündüğümüz kabul edilmelidir. Bu harcamanın öncelikli gerekçelendirmesi ise yeterli fiziksel olanakların fiili eksikliğinin yol açtığı ıstırabı önlemenin kamu yararı için bir temel unsur olduğu, ayrıca herkesi kendini düşünmeye zorlayan, talep etme hakkına ve yerine getirilecek bir göreve sahip bir hedef olduğudur. İçinde yer alan bir kişiye ait bile olsa önlenebilir ıstıraba dayalı her türlü ortak yaşam ahenkli değil ahenksiz bir yaşamdır.