I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Dünyaların Çokluğu*

Fontenelle

Bernard le Bovier de Fontenelle’in Dünyaların Çokluğu Üzerine Konuşmalar (Entretiens sur la Pluralite des Mondes,1686) adlı eseri, evreni Kopernik’in, Giordano Bruno ve Descartes’in sistemlerine dayanarak açıkladığı popüler bir tefsirdir. Bu eser, Fontenelle ile astronomi tartışmayı sevse de bundan çekinen Fransız bir kontes arasında, kontesin bahçesinde altı akşam üstüste yapılan yürüyüşlerde geçen konuşmalardan oluşmuştur.

Amacım felsefe hakkında konuşmak ama bunu felsefi biçimde yapmamaktır. Konuyu öyle bir seviyeye getirmek istiyorum ki, centilmenlerin keyfini bozacak kadar kuru ve yavan olmasın ama âlimleri eğlendirmeyecek seviyede değersiz ve önemsiz de olmasın.

***

Felsefenin merakımızı en çok kaşıyan bölümünü seçtim çünkü bizi, üzerinde yaşadığımız dünyanın nasıl yaratıldığını bilmekten ve bizimkine benzer, üzerinde yaşayanlar olan başka dünyalar olup olmadığını öğrenmekten daha fazla ilgilendiren ne olabilir ki?

***

Bu önsözde söylenecek başka bir şey kalmadı ama kolay tatmin olmayacak bazı insanlar var; onlara verecek iyi izahlarım olmadığından değil, en iyi izah verilse bile hiçbiriyle yetinmeyecekler. Onlar, dünyadan başka yerlerde yaşayanlar olduğunu hayal etmenin dini açıdan tehlikeli olduğunu düşünen aşırı titiz kişiler; bazılarının dini konularda aşırı hassas olduğunu biliyorum ve insanlar için bastırdığım şeylerde benim fikirlerime karşıt fikirlere sahip kişileri gücendirmek istemiyorum ama aslında din, benim üzerinde yaşayanlar olan sonsuz sayıda dünya sistemime karşı bir önyargı geliştiremez, en fazla hayal gücümün hatasını düzeltmek gerekebilir. Ay’da yaşayanlar olduğu söylendiğinde bazıları bizim gibi adamların mevcut olduğunu hayal eder; Kilise adamları ise fazla zahmete girmeden bu fikre sahip olanların Ateist olduğunu düşünür. Âdem’in ardında bıraktığı nesiller Ay’a hiç seyahat etmemiştir, oraya bir koloni de gönderilmemiştir; Ay’daki adamlar Âdem’in oğulları değildir; bu noktada, herhangi bir yerde onun soyundan gelmeyen insanların varolup olamayacağı sorusu karşısında teoloji yine şaşırır... Şimdi hiç kimse, yapılacak itirazları engellemek amacıyla Ay’da insan yoktur dediğimi düşünmesin, çünkü doğanın işlerinde gözlemlenebilen sonsuz çeşitlilik ve farklılık hakkında tasarladığım düşünceye göre, orada insan olması mümkün değildir. Bu fikir tüm kitap boyunca işlenmektedir ve hiçbir filozof tarafından aksi ispat edilemez. Ayrıca birden çok dünya olduğunu düşünmek ne akla ne de Kutsal Kitap’a aykırıdır. Tanrı bir dünya yaratarak kendini yücelttiyse, ne kadar çok dünya yaratırsa o kadar daha yücelmiş olur. Ancak bu fikirleri inancımın maddeleri olarak ilan etmiyorum; böyle yaparsam diğer komşularım ile aynı özgürlüğe sahip olacağımı umuyorum.

***

(…) Kendi kendime düşünüyorum; doğa operaya çok benziyor. Durduğun yerden sahnenin gerçekte nasıl olduğunu göremiyorsun; sahne avantajlı bir yere yerleştirilmiş, tüm çarklar ve hareketler sunulan oyunu daha eğlenceli kılmak için saklanmış; makinelerin nasıl veya neye göre hareket ettiklerini anlamak için kendinizi üzmeyin, çukurda çalışan bir mühendis size ilişmeyen bu konuyla ilgileniyordur; o mühendis hareketten mutluluk duyuyor ve bu hareketin neye bağlı olduğunu ve nasıl ileri gidileceğini kendi kendine gösteriyordur. Demek ki bu mühendis bir anlamda filozof gibidir ama zorlukların çoğu filozofun sırtındadır, tiyatronun makineleri, çarkları ve yayları gözden uzak olduğundan, evrenin hareketlerini uzun zamandır sadece tahmin etmemize sebep olan doğanın makineleri kadar ilginç değildir. Operadaki bilgeleri, Pisagor’u, Platon’u, Aristo’yu ve tüm diğer bilge adamları, çağlar boyu dünyada bu kadar çok gürültü yapan adamları düşünün. Bunların faytonu simgelediğini düşünün, rüzgârlarla kalkan o ilham verici gençleri görüyorlar ama ne bağlı olduğu telleri ne de sahne arkasında olup bitenleri görüyorlar. Tüm bu filozofların kendilerini apaçık aptal yerine koyduğunu ve nasıl gerçekleştiğini kurnazca itiraf ettiklerini düşünmez misiniz; hayır, hayır, onlara boş yere bilge adamlar denmemiştir, çünkü onların bilgeliğinin çoğu komşularının cehaletinden kaynaklanır. Her insan, ne kadar olanaksız olursa olsun, kendi fikrini söyler, bunların her birine inanacak çeşit çeşit aptallar mevcuttur. Biri size faytonun gizli bir manyetik güç ile çekildiğini söyler ama gücün yerini bilmez; vakur bir centilmene bu soruyu sorsanız belki de hırçınlaşır. Bir diğeri faytonun onu birleştiren bazı sayılardan oluştuğunu söyler; ancak unutulmamalıdır ki filozof sayıları cebir öğrenen bir süt çocuğundan daha fazla bilmemektedir. Üçüncüsü faytonun tiyatronun tepesinde gizli bir sevgilisi olduğunu söyler, fayton da her gerçek âşık gibi sevgilisinin yanında olmadan huzur bulamaz. Bunun gibi yüzlerce abartılı hayal insanın eski bilgelerin iyi şakacılar olduğunu düşünmesine neden olur. Ama sonra bazı modern kişilerle birlikte Bay Descartes gelir ve faytonun yükseldiğini çünkü daha ağır bir şeyin alçaldığını söyler; böylece artık bir cismin başka bir cisim tarafından itilmediği veya çekilmediği sürece hareket edeceğine inanamayız, tellerle çekiliyorsa bir karşı ağırlık mevcut olmadan hiçbir şeyin yükselip alçalmayacağını biliriz; bu yüzden doğanın gerçek yüzünü görenler operanın perdelerinin arkasında durmalıdır. Benim algıladığım kadarıyla, dedi kontes, felsefe şimdilerde çok mekanikleşmeye başladı. Öyle mekanikleşti ki, dedim, yakında ondan utanmaya başlayacağız. Dünyayı büyük bir saat haline getirecekler; düzenli ve sadece hareketin çeşitli bölümlerini düzenlenmesine bağlı kılacaklar. Ama yalvarırım söyleyin, hanımefendi, önceden evren hakkında daha yüce bir fikriniz yok muydu? O zamanlarda onu hak ettiğinden daha fazla onurlandırdığınızı düşünmüyor musunuz? Çünkü birçok kişi onu biliyormuş gibi yaparken evrene daha az saygı duyuyordu. Aynı fikirde değilim, dedi, bir saate benzediğini düşününce ona daha çok değer veriyorum, doğanın tüm düzeni ne kadar basit ve kolaysa, bende o kadar fazla hayranlık uyandırıyor.

Size bu sağlam nosyonların ilhamını kim verdi bilmiyorum, dedim, ama eminim sizin gibi düşünenler pek fazla değil, insanlar genelde anlayamadıkları şeylere hayran oluyorlar, muğlaklığa saygı duyuyorlar ve doğayı anlamadıkları zaman bir tür sihir olarak görüyorlar ve aşina olduktan sonra el çabukluklarını küçümsüyorlar. Ama siz hanımefendi, öyle heveslisiniz ki, perdeyi açıp size dünyayı göstermekten başka çarem yok.

***

(...) İlk sistemi açıklamadan önce, hepimizin Pyraeum Limanı’na giren tüm gemilerin kendisinin olduğunu hayal eden Atinalı çılgın adam gibi olduğumuza dikkatinizi çekerim; çılgınlığımız ondan aşağı kalmaz çünkü doğadaki her şeyin bizim kullanımımız için yaratıldığına inanıyoruz. Bir filozofa sorun bakalım, bizim işlerimiz için çok daha azı yeterliyken neden muazzam sayıda yıldız yaratılmış? Cevabı, soğukça bizim manzaramızı güzelleştirmek için orada oldukları olacaktır. Bu prensibe göre dünyanın evrenin merkezinde olduğunu, tüm diğer gök cisimlerinin (bu amaçla yapıldıklarından) dünyayı aydınlatmak için zahmete girip çevresinde döndüklerini hayal ederler... Ama neden, dedi kontes sözümü keserek, bu sistemi sevmiyorsunuz? Çok açık ve anlaşılır gözüküyor. Ama hanımefendi, dedim, ben daha da basit hale getireceğim; yazarı Batlamyus ya da onu okuyan biri olduğunda size hak vermeliyim, sanırım sizi eğlendirmek yerine korkuturum. Gezegenlerin hareketleri çok da düzenli olmadığından, yani bazen daha yavaş, bazen daha hızlı hareket ettiklerinden, bazen dünyaya daha yakın giderler, bazen de daha uzak. Antik dönemdekiler tüm itirazları çözeceğini düşündüklerinden, birbiri içinde hareket eden bilmem kaç adet küre veya çember icat etmişlerdi; çemberlerin yarattığı bu kafa karışıklığı o kadar büyüktü ki, o zamanlarda daha iyisini bilmediklerinden büyük bir matematikçi olan ama pek dini dert etmeyen bir Aragon Kralı, Tanrı dünyayı yaratırken kendisine sorsaydı ona daha iyi düzenlemesini söyleyeceğini anlatmıştı. Bu hayal ateistçeydi ve şüphesiz Her Şeye Kadir Olana vereceği talimatlar, göksel hareketlere engel olan bu çemberleri gizli tutması ve sabit yıldızların üzerine yerleştirdiği iki veya üç gereksiz göğü iptal etmesi olurdu, çünkü bu filozoflar göksel cisimlerin hareketini açıklamak için (gördüğümüz) en üstteki göğün üzerinde, içindeki göklerin hareketini sağlayacak ve düzenleyecek başka bir kristal icat etmişlerdi; nerede başka bir hareket olduğunu duysalar ellerini çırparak onlara hiçbir masrafı olmayan yeni bir kristal gök yaratıyorlardı... (ama) sonraki çağlardaki gözlemler sayesinde, şüpheye yer bırakmayacak biçimde, Venüs ve Merkür artık her yönden çürütülmüş olan antik sistemdeki gibi Dünya’nın değil, Güneş’in çevresinde dönüyorlar ve hiçbir Ipse Dixit (Onu kendisi söyledi) acele etmeye değmiyor. Ama benim göstereceğim sistem hepsini çözecek ve o kadar açık olacak ki, Aragon Kralı bile öğüt vermekten vazgeçecek. Bence, dedi kontes, sizin felsefeniz bir tür çığlık, işi en ucuza yapmayı öneren kişi hepsini alıyor. Bu çok doğru, dedim, doğa çok iyi bir ev kadınıdır, aradaki fark ihmal edilebilir derecede ufak olmadıkça her zaman en ucuz olanı kullanır ama bu tutumluluğa, yaptığı tüm işlerde kendini belli eden olağanüstü bir görkem eşlik eder; yani tasarım açısından muhteşemdir ama işeri yürütürken tutumludur; hem çok az bir masrafla büyük bir tasarımı gerçekleştirmekten daha fazla ne övgüye layıktır? Oysa biz düşünürken her şeyi karmakarışık hale getiririz, tasarım aşamasında tutumlu oluruz ama gülünç biçimde gereğinden on kat fazla işçilik harcarız. O zaman, dedi, sistemlerinizde doğayı taklit edin ve sizi mümkün olduğunca kolay anlamamı sağlayın. Korkmayın hanımefendi, dedim, küstahlık etmeyeceğim: Kopernik adında bir Alman hayal edin, bu Kopernik her şeyi karıştırdı, antiklerin o sevgili çemberlerini parçalara ayırdı, kristal göklerini camdan pencereler gibi paramparça etti, astronominin o asil öfkesinin ele geçirdiği bu adam Dünya’yı evrenin merkezinden çekip aldı, bağlarını kopardı, Güneş’i hakkı olan merkeze oturttu, gezegenler artık dünyanın çevresinde dönmüyor, antiklerin tanımladığı gibi dünyayı çemberler içine almıyorlardı; eğer bize ışık tutuyorlarsa bu şans yüzündendi ve yollarında olduğumuz sürece ışık verebiliyorlardı. Şimdi her şey Güneş’in etrafında dönüyordu, Dünya bile onun etrafında dönüyordu ve Kopernik Dünya’yı eski tembellikleri yüzünden cezalandırmak için onun göklerin ve gezegenlerin hareketine mümkün olduğunca katkıda bulunmasını istedi, onu o kadar görkemli hale getiren tüm göksel teçhizatından soydu ve Dünya’nın elinde, hâlâ etrafında dönen bir tek Ay kaldı...

***

(...) Dünya, Güneş’in çevresinde çizdiği çemberi bir yıl içinde tamamlarken yirmi dört saatte de kendi etrafında dönüyordu; böylece yirmi dört saat içinde Dünya’nın her bir parçası Güneş’i kaybediyor, sonra Güneş’e doğru dönerken onu tekrar buluyor, güneş doğuyor ve sonra batıyormuş gibi görünüyordu. Dünya’nın her şeyi kendi yapması, dedi, ve Güneş’in hiçbir şey yapmaması çok güzel. Ay ve diğer gezegenler ve sabit yıldızlar yirmi dört saatte bir başımızın üzerinden geçiyorlar, sizce bu da sadece bir hayal mi? Tamamen hayal, dedim, ve aynı sebepten kaynaklanıyor, çünkü gezegenler Güneş’in etrafındaki kendi yörüngelerini farklı uzaklıklarına bağlı olarak farklı sürelerde tamamlıyorlar ve bugün burçlar kuşağının yahut sabit yıldızların içinde belirli bir noktaya karşılık geliyorlar, yarın başka bir noktaya karşılık geliyorlar, çünkü bizim üzerimizde ilerlediği gibi kendi çemberi üzerinde de ilerliyorlar. Bizim hareket ettiğimiz gibi gezegenler de hareket ediyor ve bu büyük bir değişime neden oluyor; gezegenlerde düzensizlik gibi görülen şey aslında sadece bizim hareketimizden kaynaklanıyor, gerçekte hepsi gayet düzensiz. Ben de öyle tahmin etmiştim, dedi kontes, ama düzenli olmalarının dünyaya bu kadar sorun çıkaracağını tahmin edemezdim; bence bu kadar büyük kütleleri çok fazla hareket etmeye mecbur ediyorsunuz. Ama, dedim, yirmi dört saat içinde Dünya’nın kendi etrafında dönmesindense, çok büyük cisimler olan Güneş’in ve tüm diğer yıldızların yirmi dört saat boyunca sonsuz mil yol yapıp kocaman turlar atmasını mı tercih ederdiniz?

***

Dünya’yı evrenin merkezine yerleştiren Ticho Brake, Güneş’i Dünya’nın etrafında, diğer gezegenleri de Güneş’in etrafında döndürüyordu, çünkü yeni buluşlar ışığında artık gezegenlerin Dünya’nın etrafında dönmesi mümkün değildi. Ama meseleyi çok çabuk kavrayan kontes, bu kadar büyük cisim arasında Dünya’yı sadece Güneş’in etrafında dönmekten alıkoymanın çok yapmacık olduğunu söyledi; tüm gezegenler Güneş’in etrafında dönüyorsa, Güneş’in dünyanın etrafında dönmesi uygunsuz olacaktı; bu sistem Dünya’nın hareketsizliğini ispat etmeye çalışsa da bunun olanaksız olduğunu düşündü. Biz de böylece en muntazam, en olası ve eğlenceli fikri öne süren Kopernik’e bağlı kalmaya karar verdik.

***

Hareketsiz olan Güneş artık bir gezegen değilse ve onun çevresinde dönen dünya bir gezegen olduysa, Dünya gibi Ay’ın da bir gezegen olduğunu ve bizim gezegenimiz gibi üzerinde yaşayanlar olduğunu duyduğunuzda şaşırmazsınız hanımefendi, dedim.

***

Görünüşte Ay’ın üzerinde yaşayanlar olduğuna göre neden Venüs’te de yaşayanlar olmasın? Çok fazla “niçin”iniz ve “bu yüzden”iniz var, dedi sözümü keserek, sanırım tüm gezegenlere koloniler gönderdiniz. Emin olun bunu yapacağım, diye cevap verdim, çünkü aksi için bir sebep göremiyorum. Tüm gezegenlerin doğası aynı, sadece Güneş’ten ışık alan ve bunu diğerlerine gönderen meçhul cisimler hepsi, hareketleri aynı, şimdiye kadar tamamen benzer özellikler taşıyorlar ve eğer bu kocaman cisimlerin üzerinde yaşam yoksa çok az bir amaca sahipler demektir. Doğa dünyaya bir istisna yaratıp niye bize iltimas yapsın?

***

Beni nereye götürmeye çalıştığınızı anlıyorum, dedi kontes, diyeceksiniz ki, eğer sabit yıldızlar aslında çok sayıda Güneş ise ve bizim Güneşimiz etrafında dönen bir girdabın merkeziyse, neden her bir sabit yıldız da çevresinde dönen bir girdabın merkezi olmasın? Bizim Güneşimiz gezegenleri aydınlatıyorsa neden tüm sabit yıldızların da ışık verdiği gezegenler olmasın? Siz söylediniz, dedim, ben de size itiraz etmeyeceğim.

Evreni o kadar büyüttünüz ki, dedi, artık nerede olduğumu yahut ne olacağımı bilmiyorum; tüm bunlar çapraşık biçimde birbirlerinin ardı sıra kümelere mi ayrılıyor? Her bir yıldız bizimki kadar büyük bir girdabın merkezi mi? Bizim Güneşimizi ve gezegenlerini içeren o kocaman uzay evrenin önemsiz bir parçası mı? Böylesi uzayların sayısı sabit yıldızların sayısı kadar mı? Bu korkunç, bunu protesto ediyorum. Korkunç mu hanımefendi, dedim, bence bu çok güzel, gökler yıldızlarla doldurulmuş mavi bir kemer iken bence evren çok dar ve kapalıydı, neredeyse havasızlıktan boğulacak gibi hissediyordum ama şimdi hem yüksekliği hem de genişliği arttı ve içine binlerce girdap eklendi; bu sayede daha özgürce nefes almaya ve evrenin eskisiyle kıyas kabul etmez derecede daha muhteşem olduğunu düşünmeye başladım. Doğa hiçbir masraftan kaçmamış hatta cömert davranmış, hiçbir şey merkezlerinde kendi güneşleri olan, güneşlerinin çevresinde gezegenlerin döndüğü muazzam sayıda girdaptan daha görkemli olamaz.

***

Ah hanımefendi, dedim, bir dünyayı yıkıp yok etmek için çok fazla zaman gerekir. Size gerekli zamanın verildiğini düşünün, dedi. İtiraf ediyorum ki, dedim, evreni oluşturan maddenin o geniş kütlesi sürekli bir hareket içindedir, hiçbir parçası istisna değildir ve her bir parça hareket ettiğine göre eninde sonunda değişiklik olacağından emin olabilirsiniz ama etkiyle orantılı bir zamanda olacaktır bu. Gök cisimlerinde bir değişiklik gözlemlemedikleri için bu cisimlerin kendi doğaları içinde değişmez olduğunu hayal eden antik dönem filozofları latif beyefendilerdi ama fikirlerini kendi deneyimleriyle teyit edecek kadar uzun yaşamadılar; onlar bizim yanımızda oğlan çocuklarıydı.

* Fontenelle, Dünyaların Çokluğu, çeviren John Glanvill, Londra, R. Dendy, 1695, önsöz, s. 7-11, 14-19, 25-26, 34-35, 86, 125-126, 149.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.