I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)
BİLİMSEL DEVRİM
ALT BAŞLIKLAR
  1. ENTELEKTÜEL İLGİNİN YENİ ODAĞI OLARAK YENİ BİLİM
  2. BİLGİNİN YENİDEN TANIMLANMASI: BİLİMİN YENİ AMAÇLARI VE YÖNTEMLERİ
  3. YENİ BİLİMLER: ASTRONOMİ, FİZİK
  4. BİLİM VE DİN
ÖNSÖZ

Amaçsız gezinen atalarımızın geçtiği,

Bunlardan ve yolun tüm o büyük hatalarından,

Ve eski İsrailoğullarının yıllarca kaybolduğu

O küçük çöllerden,

Bacon, Musa gibi, sonunda bizi çıkardı,

Verimsiz çölleri geçtik,

Sınırında durduk

Kutsal vaat edilmiş toprakların,

O yüksek zekâsının zirvelerinden

Hem kendi gördü hem gösterdi bize.

Abraham Coivley, Asil Topluluğa

Teorik bilimlere onca yılımı harcadıktan sonra (...) Cui bono (Kimin yararına) diye düşünmeye başladım; eylemler ve iş dünyasında bu şeyler ne ifade ediyordu?

Joseph Glanvill, Plus Ultra

Onların (antik dönemdekilerin) dillerini cilalamaya ve süslemeye ilişkin sanatlarda bizden daha başarılı olmalarına şaşmamalı, çünkü tüm zamanlarını ve çabalarını bunu geliştirmeye adadılar. (...) Ama bu sanatların, şeylerin düşük düzeyli incelemelerinde, yani kelimelerin şeylerin resmi haline getirilmesinde kullanılması bilge kişilerce onaylanmadı.

John Ray, Mektup, 15 Aralık 1690

Modern Bilimin Kökenleri (Origins of Modern Science) adlı kitabında, Cambridge Üniversitesi’nden Profesör Butterfield, On Altın ve On Yedinci yüzyıllardaki “bilimsel devrim”in “Hıristiyanlığın doğuşundan beri olan her şeyi gölgede bıraktığını ve Rönesans ile Reformasyon hareketlerini Orta Çağ Hıristiyanlığı sistemi dahilinde sadece birer olaya, birer dahili değişime indirgediğini” yazar. “Hem modern dünyanın hem de modern zihniyetin kökeni olarak o kadar önemli bir yer tutar ki, Avrupa tarihine ilişkin geleneksel dönemselleştirmemiz bir anakronizm ve engel haline gelir.”

Bu bakış açısı artık ciddi biçimde sorgulanamaz. Kopernik’in 1543 Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine (De Revolutionibus Orbium Coelestium) ve Newton’un 1687 Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica ) adlı eserlerinin basılması arasında geçen bir buçuk yüzyıldaki bilimsel başarılar, Batı’nın entelektüel ve kültürel hayatında yeni bir dönemin işareti olmuştur. Ben bu döneme “Bilim Çağı” diyorum. Bu çağı öncekilerden ayıran esas şey, ilahiyatın ve antik çağ öğretilerinin yerini alarak Batı medeniyetini yöneten güç haline gelen ve artık bir bilgi birikimini, bir yöntemi, bir düşünce biçimini ve metafiziği (aşağıda tanımlanacaktır) temsil eden bilimdir. Bilim, Eflâtun’un idealarından, ruhlardan oluşan dünyayı güvenilmez hale getirmiş ve maddi dünya ile karşılaştırarak, onu gölgede bıraktırmıştır. On Yedinci yüzyılda maskesini indirdiği Hıristiyanlığı, fiziksel evrenden çıkartarak tarih ve kişisel ahlak bölgesine sokmuş, sonrasındaki iki yüzyılda gittikçe artan sayıda insan için dini bu alanlarda bile modası geçmiş bir anlayış haline getirmiştir. Bilim, okulları işgal etmiş, edebiyat düzenini etkilemiş, filozofların dünya fikrini değiştirmiş, sosyal teoriler kuranlara yeni teknikler sunmuştur. İnsanların alışkanlıklara ve geleneklere olan tavrını kökten değiştirmiş, ona geçmişinden bağımsızlığını ilan etme fırsatı sağlamış, “antiklere” küçümseyerek bakmalarına ve pembe bir gelecek hayal etmelerine neden olmuştur.

Bilim Çağı, sarhoş edici biçimde iyileşmenin “içten gelen değişikliğe” (Aziz Pavlus’un yeni insanın doğuşu fikri) değil, “dıştaki değişikliğe” (bilimsel ve sosyal mekanikler) bağlı olduğunu keşfetmiştir.

I. Bazı insanlar On Atın ve On Yedinci yüzyılda “bilimsel devrim” diye bir şey olmadığını söyleyerek itiraz edebilir. Tarihin akışı böyle değildir; bu yeni bilim “devrimci” değildir; bilim insanlarının yüzyıllar süren deneme ve yanılmalarının kümülatif etkisidir, diyeceklerdir. Ama eğer “bilimsel devrim” dediğimizde bilimin Batı’da gerçek bir entelektüel ve kültürel güç olduğu kastediliyorsa, bu itirazlar geçersiz sayılmalıdırlar. 1543 ile 1687 yılları arasında bir yerlerde, en geç On Yedinci yüzyılın sonlarında, bilimin entelektüellerin ve üst sınıfların ilgisini ele geçirdiğine dair karşı konulamaz kanıtlar mevcuttur. Francis Bacon’un Avrupa’nın tüm akıllı insanlarına yaptığı bilimsel eğitimi geliştirme çağrısı cevapsız kalmamıştır. Bilim çalışmalarının yuvası olmak üzere kurulan yeni entelektüel kurumlara dikkat etmek gerekir – Floransa’da Academia del Cimento (1661), Londra’da Royal Society (1660), Paris’te Academie des Sciences (1666), Berlin Akademisi (1700) açılmıştır, ki bunlar sadece en önemlileridir. Bu bilimsel akademiler, bilimin organize bir faaliyet olarak baş göstermesine işaret etmektedir. Fontenelle’in Dünyaların Çokluğu [Entretiens sur la pluralité des mondes] adlı eseri gibi birçok örnekte görülebildiği üzere edebiyatın popüler bir bilim olarak ortaya çıkışı ve bilimsel konulardaki popüler konferanslar dikkate değerdir. Bacon’ın ve geleneksel eğitimi, “şeylere değil”, sadece “kelimelere” (doğaya değil, edebiyata) ağırlık vermekle itham eden Çek asıllı John Amos Comenius’ın desteklediği eğitim reformu da öyle. On Yedinci yüzyıl sonunda “mekanik” incelemelerin yüksek zihinsel hayata değil, pratik zihinsel hayata bağlı olduğu yönündeki önyargılar tamamen yok olmuştur. Bacon 1605 yılında “mekanik konular üzerinde düşünmenin ve araştırma yapmanın eğitimi onursuzlaştırdığı” yönündeki düşüncelerden şikâyetçi olmuştur. Ama Kraliyet Cemiyeti üyeleri arasında belirli sayıda din adamı ve belli sayıda yeni moda adam mevcuttur. İkinci Worcester Markisi bir laboratuvar kurmuş ve 1663 yılında bir icatlar kitabı çıkartmıştır. Din adamı kariyerini bırakıp bilimsel kariyere “dönen” kişi sayısı Butterfield’in de işaret ettiği gibi az değildir; erken dönem Hıristiyan misyonerlerinin aldığına benzer bir keyifle, İncil’i önemsiz bir faaliyet olarak görmüşlerdir.

Bilimsel devrim için tarih önünde hesap vermek kolay bir görev değildir. Ancak bilimadamlarının spesifik keşiflerini tartışma dışı bırakırsak problemle daha rahat baş edebiliriz. Sadece bilim tarihi, örneğin Harvey’in kan dolaşımını veya Newton’un genel çekim kanununu nasıl keşfettiğini açıklayabilir. Ama bu kadar çok insanın aynı anda “doğayla” ilgilenmesinde ve dahası doğa konusundaki düşünme biçimlerinde, belirli bazı bilimdışı faktörler de önemli bir ağırlığa sahiptir. Profesör Whitehead bize bu faktörlerden birinin de Orta Çağ Hıristiyanlığı ve Orta Çağ skolastizmi olduğunu hatırlatır. Orta Çağ Hıristiyanlığı, ilkel bakışın tersine Yunanlıların akılcı biçimde düzenlenmiş evren fikrini destekliyordu. Böylece doğanın belirli bir düzen içinde incelenmesi mümkün kılınmıştı. Skolastizm Batılı entelektüelleri kesin düşünce konusunda eğitmişti. Rönesans ve Protestan Reformasyonu da kasıtlı olmasa da düşünce biçimi üzerindeki dolaylı etkisiyle bilimsel devrime zemin hazırladı. Daha önce de belirttiğim gibi, hümanizm ve Protestan hareketi de somutluk yolunda bir hareketi temsil ettiler. Erasmus, filozof ve teologların metafizik tartışmaları yerine etik konusunu tercih etmişti. Protestanlar, kurumsal Hıristiyanlıktaki mucize öğesini azalttı ve dünyevi bir çağrıyla çalışmaya vurgu yaptılar. Ayrıca Aristo ile bağlantılı skolastik teolojiye saldırarak bilimadamlarının fizik ve astronomi konularında Aristocu olmayan biçimlerde düşünmesini kolaylaştırdı. E. A. Burtt’un Kopernik konusunda işaret ettiği gibi, bu adamlar genellikle insanların yeni referans merkezleri aradığı bir akıl ikliminde yaşadı. Güneş merkezli evren teorisinin mimarı olan Kopernik, Luther ile dinin merkezini Roma’dan Wittenberg ve Canterbury’ye kaydıran Piskopos Cranmer’in çağdaşıydı. On Altıncı yüzyılda ekonomik ağırlık merkezi de Akdeniz’den Manş Denizi’ne ve Atlas Okyanusu’na kayıyordu. Rönesans döneminde antik filozofların ve antik metinlerin yeniden canlanması da bilimsel iştahı artırmıştı. On Beşinci yüzyıl İtalya’sında Eflâtuncu ve Pisagorcu düşüncelerin yeniden canlanması ise bilimadamlarını evreni daha matematiksel, niceliksel biçimde düşünmeye alıştırmıştı. Galen ve Arşimet’in eserlerinin çevirileri antik bilimler konusundaki son zengin damar oldu ve antik bilimcilerin temel konularda bile sürekli ihtilafa düştüklerini ve bağımsız incelemeleri gerekli gördüklerini açıkça belli etti. Doğal güzellikler konusundaki heyecanları sayesinde hümanistler Orta Çağın doğa üzerindeki günah damgasını sildiler ve böylece bilimsel hareketin, Tanrı’nın sözlerinin sadece İncil’de değil, aynı zamanda yüce doğa kitabında da bulunduğu konusundaki kendinden emin bildirisini olanaklı kıldılar.

Ancak bu faktörlerden hiçbiri, hatta hepsi birlikte bile bilimsel devrime sebep olamazdı. İnsanın aklına hemen Bacon’ın sözleri geliyor: “Zamanımızda sıklaşan uzun mesafe yolculukları sayesinde, felsefeye yeni bir ışık tutan doğadaki birçok şey gözler önüne serildi ve keşfedildi.” Avrupa’nın genişlemesi ve Avrupa içindeki seyahatlerin artması sadece doğaya olan ilgiyi artırmadı, Batı’ya da dünya üzerindeki “İnsanoğlunun Krallığı”na dair bir vizyon sağladı. Bacon’ın hayallerinin çoğu coğrafi keşiflerden ödünç alınmıştı: Entelektüel dünyanın Kolomb’u olmayı, Herkül Sütunları’nın [Cebelitarık Boğazı] arasından geçip yeni ve daha faydalı bilgiler için Atlas Okyanusu’na açılmayı çok istiyordu. Ancak Bacon bilimsel devrim ile ticari refah ve orta sınıfın yükselişi arasındaki çakışmayı fark edememişti. Şüphesiz Marksist Profesör Hessen, “Newton yükselen burjuvazinin tipik bir temsilcisiydi ve onun felsefesi kendi sınıfının karakteristik özelliklerini temsil ediyordu,” derken durumu aşırı basitleştiriyordu.1 Teorik bilim yapan bilimadamları karmaşık itkilere sahipti. Teknoloji konusuna ilgi gösterseler de gerçeği merak ettikleri için gerçeğin peşinde koşuyor ve büyük yaratımı içinde Tanrı’yı arıyorlardı. Ancak, On Yedinci yüzyıl filozoflarının mekanik evreni ile burjuvaların akılcı, öngörülebilir bir düzen konusundaki arzusunun arasındaki ilişkiyi görmek için hayal gücünü zorlamak da gerekmez. Bilim ve iş dünyası iki yönlü bir etkileşim içindeydi. Bilimin iş dünyasını etkilediği gibi, iş dünyası da bilimi işe dair heyecanları ve niceliksel düşüncesi, “madde”ye ve maddeyi akılcı biçimde kontrol etmeye olan ilgisiyle etkiliyordu.

II. Bilimsel devrim yeni bir bilgi kavramı, yeni bir metodoloji ve eski Aristocu Hıristiyan dünya görüşünden oldukça farklı, yeni bir dünya görüşü doğurmuştu. Bunun nihai ürünü olan yeni tarih bakışı ise On Sekizinci yüzyılda geleneksel Avrupa sosyal yapısının çözülmesine neden olacaktı. “Bilim” kelimesinin tarihçesi, On Yedinci yüzyılda “bilgi” kavramına verilen yeni anlama büyük oranda ışık tutacaktır. Orta Çağda yedi temel “bilim” ile yedi temel “sanat” çoğunlukla aynı anlamda kullanılıyordu. Bilimlerin kraliçesi teolojiydi. Ancak 1867 yılında Dublin Review için yazdığı bir makalede W. G. Ward bilim kelimesini, “İngilizlerin yaygın biçimde kullandığı anlamda, yani teolojik ve metafizik bilimleri hariç tutup fiziksel ve deneysel bilimler” anlamında kullanacağını söylemiştir.2 On Yedinci yüzyıldan itibaren “bilim” ve “bilgi” kelimeleri belirgin bir anlam kısıtlamasına uğramıştır. Bilgi artık kesin bilgi anlamına gelir; olası ya da mümkün olan şeyler değil, kesin olarak bildiklerin bilgidir. Akıl tarafından açıkça anlaşılabilen veya matematiksel olarak ölçülebilen veya deneylerle ispatlanabilen şeye bilgi denir. Galileo matematik olmadan “(büyük evren kitabındaki) bir kelimenin bile anlaşılamaz” olduğunu ilan ederken bu tanıma çok yaklaşmıştır; benzer biçimde Descartes ta, “akılla ispat edilmeyen hiçbir şeyin doğruluğuna asla ikna olmamalıyız,” demiştir.

On Yedinci yüzyıl metafiziğinde “birincil” ve “ikincil nitelikler” arasındaki ayrım da aynı mantığa dayanır. Galileo, Descartes ve Robert Boyle için nesnelerin sahip olduğu matematiksel nitelikler (boyut, ağırlık, konum vb.) “birincil”dir, yani gerçek bilginin konusudur. Duyularımızın bize nesne hakkında söylediği tüm diğer nitelikler (renk, koku, tat vb.) ise “ikincil”dir, daha az gerçektir. Çünkü daha az ölçülebilirler. Tüm bunların neticesi açıktır: Bilgi, “doğa felsefesi”ne ve muhtemelen sosyal teoriye de aittir ama teoloji veya eski felsefeye veya fikirler, inanışlar ve inanç içeren ama bilgi içermeyen şiire ait değildir. Kraliyet Cemiyeti kesin bir anlamı olmayan metaforları ve hitabet sözlerini dışında bırakarak aslında İngiliz dilini yenilemeyi üstlenmiştir. Mütedeyyin insanların “coşkusu” gibi, şairin zevk verse de bilgi sağlamayan “altıncı hissi” de şüpheli hale gelmiştir.

“Bilgi”, On Yedinci yüzyılda sıklıkla fayda anlamında da kullanılmıştır. “Bilginin amacı,” der Thomas Hobbes, “güçtür; ve (...) tüm spekülasyonların kapsamı bir tür eylemin veya yapılması gereken bir şeyin gerçekleştirilmesidir.” “Bilgi edinmemizin esas amacı,” der Locke, “bu bilgiden kendimiz ve dünyadaki diğerleri için bir fayda sağlamaktır.” Francis Bacon’un yazdıklarının çoğundaki sorumluluk budur, örneğin Yeni Atlantis adlı eserinde mitsel bir mekân olan Süleyman’ın Evi’ndeki bilimadamları, “insan imparatorluğunun sınırlarını, mümkün olan her şeyi içerecek kadar genişletmek” için çalışır. Hem Kraliyet Cemiyeti hem de Academie des Sciences tüm gayretleriyle kendilerini şimdiki “insanoğlunun mülkünün kurtarıcısı” yapmaya çalışmıştır. Endüstriyel bilimlerin, denizciliğin ve balistiğin sorunlarını incelemek için komiteler görevlendirilmiş, mekanik öğrencileri saatleri geliştirmiş ve ilk buhar makinesinin icadını mümkün kılmıştır.

Bacon’dan itibaren ayrıca bilginin kümülatif ve geçici olduğuna da işaret ediliyordu. Öğrenim konusunda “ilerleme” çağrısı yaparken Bacon bilimin kümülatif doğasına vurgu yapıyor, doğal dünyada keşfedilebilecek her şeyin antik bilimciler tarafından keşfedildiğine inanan çağdaşlarına galip gelmeye çalışıyordu. Robert Hooke 1663 yılında Kraliyet Cemiyeti’nin nihai amacının doğa felsefesi için eksiksiz bir sistem kurmak olsa da,. “bu arada” asla “iyi hazırlanmış tartışmalar ve asıl olarak geçerli deneylerle elde edilen açık delillerle” açıklanmadığı sürece hiçbir hipotezi “ya da hiçbir dogmatik tanımı, bilimsel şeylerde değişmez hiçbir aksiyomu” kabul etmeyeceğini söylerken bilimin geçiciliğine vurgu yapıyordu.

Hipotezlerin böylesine ihtiyatlı biçimde ele alınması, On Yedinci yüzyılın yeni bilgi konseptine uygun yeni metodun kalbiydi. İster deneysel yöntemi (Bacon), ister matematiksel olanı (Descartes) ya da isterse ikisinin karışımını (Galileo, Newton) savunsunlar, bilimsel metoda ilişkin bu çok sayıdaki yeni kitabın ortak noktası, doğa hakkındaki aşırı aceleci genellemelere karşı sağlıklı bir güvensizliğe sahip olmalarıydı. Bu açıdan bu kişiler, skolastik “realistlerin” soyut evren tasarımına saldıran geç Orta Çağ nominalistleriyle bağlantılıydı. Bacon’ın Novum Organum adlı eseri skolastizme karşı yürütülen ayaklanmanın birçok önemli yönünü özetlemektedir. Bacon burada skolastik filozofları doğayı temel almadan örümcekler gibi kendilerini merkeze alarak ağ ören “rasyonalistler” olarak adlandırır. Yaygın mantık (Aristocu kıyas), bilimlerin ilk prensibine asla uygulanmadığı için ancak hatalar hazırlayabilir ve oluşturabilir, der. Teoloji ve felsefenin bilim ile vahşi biçimde karıştırılmasından dolayı üzüntü duyuyordu; kutsal iradeye ilişkin bilimleri ölüler arasında canlı aramak gibi görüyordu; bilimde nihai sebepleri aramak, Tanrı’ya adanmış bir rahibe kadar kısırdı.

Bacon, inşa etmekten çok eleştirmekte yetenekliydi. Onun skolastik mantığı ikame etmek üzere sunduğu “tümevarım metodu” asla yeni astronomiyi ve yeni matematiksel fiziği oluşturamazdı. Biyolojik bilimlerden farklı olarak bu bilimlerde birincil gereksinim gözlem ve deney değildi, fiziksel evren konusunda yepyeni bir düşünce biçimiydi (niceliksel, matematiksel, Aristocu olmayan düşünce). Galileo, Descartes ve Newton tarafından formüle edilen yeni hareket yasaları, Bacon’un bu yasaları bilse skolastik hipotezlerle karşılaştıracağı gibiydi; doğadan kısmi olarak soyutlama yapmayı gerektiriyordu. Ancak Bacon’ın antik metot ve fikirler konusundaki bu metodik şüphesi, genel bir duyguyu temsil ediyordu. Başka konularda Descartes ile aynı fikirde olmasa bile, bu fikirlerin insan zihnini ele geçiren ve arzu ettikleri türden bilgileri elde etmelerini engelleyen “idollerle” dolu olduğu konusunda hemfikirdiler. Yaşadıkları zaman, bilginin yapısını Aristo’ya tapınarak yahut Kutsal Kitap’taki Yaratılış veya Eyüp bölümlerine danışarak değil, matematiksel akıl yürütme ve deney temelinde (genel mantığa zıt yahut alışılmış görünüme itiraz eden) yahut gerekirse ikisini birden temel alarak yeniden inşa etmeyi gerektiriyordu.

Bilimsel devrimin garip yanı, hipotez ve sistemlere olan güvensizliğini açıkça belirtse de kendi doğa sistemini yahut dünya görüşünü yaratmış olmasıdır. 1686 yılında Fontenelle’nin yazdığı o çok popüler diyalogda Kontes şöyle der: “Felsefenin çok mekanik hale geldiğini algılıyorum. Bir saate benzediğini bildiğim için (bu evrene) daha çok değer veriyorum ve doğanın tüm düzeni ne kadar basit ve kolaysa bana o kadar takdire şayan geliyor.” Descartes ve diğer On Yedinci yüzyıl bilim filozofları, o dönemin bilimadamları ve sanatçılarının inşa ettiği makinelere -saatlere, sarkaçlı saatlere, buhar makinelerine- benzeyen mekanik bir evren oluşturmuştur. Ancak evrenin bu şekilde resmedilmesini olanaklı kılan fiili makinelerin gözlemlenmesi değil, yeni astronomi ve fizik olmuştur. “Kopernikçi devrim” Aristo’nun, bir ustanın maharetiyle ağırlıksız bir maddeden yaratılmış ve bu yüzden bildiğimiz dünyadaki ve “ayın altındaki dünyadaki” nesnelerden farklı davranan gezegenler ve yıldızlardan oluşan “göksel dünya”sını yıkmıştır. Kepler’den Newton’a kadar bir dizi fizikçi tarafından formüle edilen yeni hareket yasaları hem dünyadaki hem de gökyüzündeki cisimlerin hareketlerini, tamamen mekanik ve matematiksel prensiplere dayanarak açıklamıştır. Atalet yasasına göre nesnelerin “doğal hareketi” Öklit uzayında düz bir çizgi halindeydi. Gezegenler ise çok uzak mesafelerde bile etkili olan ve mesafenin karesiyle ters olarak değişen yerçekimi nedeniyle eğrisel yörüngelere çekiliyordu.

Bu nedenle, Fontenelle’nin Kontesi tarafından resmedilen evren, On Üçüncü yüzyılda Dante ya da On Altıncı yüzyılda Richard Hooker tarafından çizilenden çok farklıdır. Amaçların, biçimlerin ve nihai sebeplerin Aristocu-Hıristiyan evreni ortadan kalkmıştır. Gökleri dünyanın etrafında döndürmek için gerekli olan ruhlar ve zekâlar yok olmuştur. Bu yeni evrenin temel özellikleri sayılar (matematiksel nicelikler) ve değişmez yasalardır. Bu, doğanın gereksiz hiçbir şey yapmadığı ve günlük görevlerini terk etmediği, ekonomik bir evrendir. Böylesi bir evrende bilimadamları keyif alabilir ve burjuvalar sonsuza kadar yahut Darwin gelene kadar mutlu biçimde yaşayabilirdi. Doğanın bir ruhani amacı yokmuş gibi göründüğü -Descartes’a göre onu düşünecek hiçbir insan olmasa bile var olmaya devam edecektir- gerçeğini, güvenilirliğiyle fazlasıyla telafi etmiştir. Felsefe de çok mekanik bir hale gelmiştir. Descartes Tanrı’yı makinesini çalışmaya başlatmakla kısıtlamış ve Newton Tanrı’nın takdirine ilişkin doktrini kurtarmak için elinden geleni yapmıştır. Ama tamamen uygulamaya ilişkin amaçlar yüzünden Tanrı, “mekanik ve geometri konusunda çok yetenekli olan” İlk Sebep olmuştur. Ayrıca mekanik açıklama modası kısa zamanda fiziğin sınırlarını aşarak biyolojik ve sosyal bilimleri de içine almıştır. Bu nedenle Descartes hayvanları bir saat düzeneği, Robert Boyle ise insan vücudunu “eşsiz bir motor” olarak görmüştür.

Bu koşullar altında mantıklı düşünüldüğünde On Yedinci yüzyılda bilim ile din arasında bir savaş olması beklenebilir. Ama durum hiç de böyle değildir. Elbette bazı teologlar Aristoculuğun yıkılışından dolayı kaygı duymuş, Roma Kilisesi ise Giordano Bruno’nun sonsuz bir evren ve sayısız dünya olarak yorumladığı Kopernikçiliği baskı altına almak için adımlar atmıştır. Ama bilimadamlarının ve bilimi popüler hale getirenlerin çoğu yürekten dindar insanlardı -hatta bir kısmı din adamıydı- ve ya bir çatışma görmüyor ya da bu çatışmaları da bir dereceye kadar çözmeye çalışıyorlardı. Bilim zaten genel olarak dini bir girişim olarak görülüyordu. Bilimin, yani Doğa Kitabı’nın, Tanrı’nın eserlerinde gücünü gösterdiği söyleniyordu, aynı İncil’in onun iradesini gösterdiği gibi - “Tanrı’nın eserlerini izlemek,” demişti Boyle’un cenazesinde Piskopos Burnet, “ruha doyulmaz bir yücelik sağlıyor.” Bacon ve Descartes “bilimin sınırlarını” mükemmel biçimde anlamıştı. Bacon teologları bilimin topraklarından uzak durmak konusunda uyarırken teolojiye de kendi etki alanını sağlayabilmek için eşit derecede kaygı duyuyordu. De Augmentis Scientiarum adlı eserinde seküler bilgi konusundaki araştırmasını, “inanç bilgiden daha değerlidir” kategorik önermesiyle sonuçlandırır. “Kutsal teolojiyi incelemeye hevesliysek,” der, “insan aklının küçük teknesinden inip kilisenin gemisinin güvertesine geçmeliyiz; sadece bu gemi rotayı doğru biçimde belirleyecek pusula ibresine sahiptir.” Descartes de bence ünlü düalizm’iyle yaklaşık aynı şeyi söylemektedir. Çok iyi bilindiği üzere Descartes, dünyayı iki parçaya bölmüştür: Kesin olarak mekanik yasalar tarafından kontrol edilen matematiksel nesnelerden oluşan harici dünya ve “Ben”in, düşünen özün içsel dünyası. Böylelikle sadece Tanrı’yı değil, insanın ruhunu ve ruhani şeylerden oluşan âlemi de mekanizasyondan net biçimde kurtarmıştır. Bu adamlar tarafından temsil edilen düşünce biçimi iki farklı deneyim düzeyindeki yaşamı savunuyordu: Rasyonel ve bilimsel deneyim ve dinsel inanç düzeyi.

Ancak nihai analizde On Yedinci yüzyılda yeni olan şey, entelektüel evrenin güneşi olan teolojinin o gurur veren tahtından indirilmesidir. Bacon, Descartes ve Newton din ile bilimi uzlaştırmanın gitgide daha da zor hale geldiği bir çağda yaşamıştı. Her ikisinin de en iyi özelliklerini korumak için zayıf bir uzlaşma sağladılar. Pratik amaçlar yüzünden dini amaçlar doğal olanlardan ayrıldı, böylece bilimin kendi işine bakması ve kişisel inançların ve ahlakın dine bırakılması sağlandı. Dini gerçeklerin aklın sınavından geçmesini ve güvenilir delillere sahip olması gerektiğini öne süren ısrarıyla John Locke ve rasyonalistler teolojinin ayrıcalıklarını daha da azalttı. Bacon, “aklımızı şoka soksa da” Tanrı’nın sözlerine inanmaya hazırdı. Ama Locke değildi: “‘Ben inanıyorum çünkü imkânsız,’ demek iyi bir adam için coşkulu bir çıkış olabilir ama fikir veya din seçmek için kesinlikle hastalıklı bir hükümdür.” Locke iyi bir Hıristiyan olmuş olsa bile onun öğretisi dinin olağanüstü yönlerinin küçümsenmesine neden oluyordu ve dini basit bir etiğe dönüştürüyordu. Onun, Hıristiyanlığın Akla Uygun Doğrulanması [A Vindication of the Reasonableness of Christianity] (1695) ve John Toland’ın Gizemli Olmayan Hıristiyanlık [Christianity not Mysterious] (1695) adlı eserleri On Sekizinci yüzyıl filozoflarının “doğal din” fikrinden sadece bir adım geridedir.

Bilimsel devrim ayrıca Batılıların tarihsel perspektifini de değiştirmişti. On Yedinci yüzyıla kadar genel inanış insanoğlunun ve doğanın orijinali mükemmel olan bir durumun yozlaşmış ardılları olduğu yönündeydi. John Donne, 1611 yılında yazdığı ağıtta, “perişan biçimde doğduk,” diyordu:

(...) böylece dünyanın tüm çerçevesi

bayağı çığırından çıkmış, neredeyse kusurlu yaratıldı:

Çünkü Tanrı geri kalan her şeyi yaratmadan önce,

Çürüme geldi girdi ve en iyiler baştan çıkartıldı.

Ancak yüzyıl devam ederken entelektüel öncüler yozlaşma fikrini reddetti; doğanın gücünün süreklilik arz ettiğini ve antik dönemdekilerin de aynı beyne sahip olduğunu iddia ettiler. Şüphesiz ticari devrim ve bir dizi dinsel savaştan ve iç savaştan sonra siyasi düzenin yenilenmesi de oluşturulan iyimserliğe katkıda bulundu. Ama “modernlerin” antiklerle aynı, hatta onlardan üstün olduklarını iddia etme yönündeki cesaretin asıl sebebi bilimsel devrimdi – bilimadamlarının harikulade başarıları ve bu başarıların değişmez doğa yasalarını ispat etmesiydi. Joseph Glanvill’in Plus Ultra: yahut Aristo’nun Döneminden Bu Yana Bilginin Gelişimi ve İlerlemesi (1668) adlı eserinde söylediği gibi, antik dönemin insanları çok akıllıydı ama “yolları” doğru değildi: “Kesilen bir parmağı iyileştirmeye yardım edecekmiş gibi duran ama yüzyıllardır dünyaya çok da fazla pratik ve faydalı bilgi sağlamayan bilimsel yöntemlerinin kısırlığı açık bir argümandır.” Bu On Yedinci yüzyıl “modernleri” ahlaki ve sosyal gelişim fikrini asla tam olarak kavrayamadı. Ama entelektüel gelişimi ilan ederek o saf Altın Çağ’ın hayaletinden kurtuldular ve sonraki asrın filozoflarını insanoğlunun her yönden gelişimini hayal etmek için cesaretlendirdiler.

Franklin Le Van Baumer, “Main Currents of Western Thought.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.