Doğru Akıl Yürütme Yöntemi Üzerine Söylev
Rene Descartes, 1596’da Batı Fransa’da, La Haye’de doğdu ama hayatının son yirmi yılında çoğunlukla Hollanda’da yaşadı. Bir Fransız hukukçusunun Cizvit okullarında yetişmiş oğluydu. Kendisi de Poitiers Üniversitesi’nde hukuk eğitimi görmüş olmasına rağmen, bu alanda çalışmak yerine, Alman Savaşlarında10 orduda görev yapmayı tercih etti.
Birliğinin bir Güney Alman kasabasında konuşlandığı sırada, dini bir deneyime benzediğini ifade ettiği ani ve yoğun bir “aydınlanma” yaşadı. Zaman içinde “matematiksel yöntemin tüm bilgi alanlarına uygulanması durumunda neleri başarabileceğine dair bir görü” olduğu anlaşılan bu deneyim, yaşamında bir dönüm noktası teşkil edecekti. Hayatının geri kalanını özellikle de analitik geometri ile örneklenen bu matematiksel yöntemi arıtmak ve yaymaya vakfetti. Bu çabaları ona tüm Avrupa’da bir matematikçi, fizikçi ve filozof olarak büyük ün kazandırdı. Aşağıda bazı bölümlerini okuyacağınız, bu en etkileyici eserini [Regulae ad directionem ingenii] 1626-28 yılarında yazdı. 1650 yılında İsveç kraliçesini ziyaret ederken Stockholm’de öldü.
Sağduyu dünyadaki şeyler içinde bizlere en eşit biçimde dağıtılmış olandır, çünkü herkes kendisinde bolca sağduyu olduğundan emindir, tüm diğer meselelerde asla memnun olmayanlar bile zaten sahip olduklarından daha fazla sağduyuya sahip olmayı pek arzu etmez. (...) Bana gelince, ben asla zihnimin herhangi bir açıdan sıradan insanların zihinlerinden daha mükemmel olduğunu düşünmedim; hatta bazıları kadar hızlı bir düşünme gücüne, kesin ve belirgin bir hayal gücüne veya kapsamlı ve hazır bir hafızaya sahip olmayı istedim. Bunların dışında insan zihnini mükemmelleştiren başka bir nitelik bilmiyorum. İnsanı insan yapan ve vahşilerden ayıran akıl ve duyuların bireylerde tam ve eksiksiz bulunabileceğine seve seve inanırım ve bunu yaparken de azlık veya çokluk sorununun ancak tesadüfler alanında ortaya çıktığını ve aynı türden bireylerin doğalarını veya biçimlerini etkilemediğini söyleyen filozofların ortak fikrini izlerim.
Ancak gençliğimden bu yana talihli olduğumu söylemekte tereddüt etmeyeceğim, belirli yollara ışık tutarak ve bu yolları takip ederek bir yöntem oluşturmamı sağlayacak düşünceler ve düsturlar elde ettim. Sanırım bu yöntem sayesinde bilgimi tedricen artırmak ve vasat yeteneklerimin ve kısa ömrümün izin verdiği dereceye kadar ufak ufak genişletmek mümkün oldu. Çünkü daha önceki yöntemlerin şöyle bir sonucu olmuştu: Kendi kendime verdiğim hükümlerde her zaman kibirden çok kendimi aşağılamaya yaslanmaya çalışsam da doğruyu ararken elde ettiğim gelişmelerden dolayı aşırı bir tatmin olmayı engelleyemiyordum. (...)
Yine de alacakaranlıkta tek başına yürüyen biri gibi ben de yavaş ilerlemeye ve çevremdeki her şeye dikkat etmeye karar verdim, böylece çok az ilerleme kaydetsem de kendimi düşmekten korumuş olacaktım. Üstlendiğim görevi planlamak için yeterince zaman ayırmadan ve zihnimin becerebildiği kadarıyla tüm şeylerle ilgili bilgiye ulaşmak için doğru yöntemi bulmadan, akıl yoluyla zihnime yerleşmiş olmasa da inançlarımın arasına sokulmuş olan hiçbir fikri nihai biçimde reddetmeyecektim.
Daha erken dönemlerde, felsefede mantığa, matematikte ise geometrik analizlere ve cebire biraz ilgi gösterdim; bu üç sanat veya bilimin amacıma ulaşmama katkıda bulunacağını tahmin ediyordum. (...) Ama mantığı incelediğimde gördüm ki, kullandığı kıyaslar ve diğer hükümlerinin çoğu, sadece, zaten bildiğimiz konulardaki konuşmalarda işe yarıyor, Lully11 sanatı bile bilinmeyeni araştırmak yerine bilmediğimiz şeyler hakkında hüküm vermeden konuşmamıza yarıyordu [analiz ve cebirin de başka hataları vardı]. Bunları göz önüne alarak bu üç bilimin sağlayacağı avantajları kapsayacak ve onların hatalarını içermeyecek başka bir metot aramaya karar verdim. Nasıl ki kanunların çokluğu adalete engel olur ve bu yüzden bir devlet katı biçimde uygulanan az sayıda kanunla en iyi biçimde yönetilmiş olursa, benzer biçimde mantığı oluşturan çok sayıda hüküm yerine aşağıdaki dört hüküm benim için mükemmel biçimde yeterli olacaktır, çünkü gözlemlediğim hiçbir örnekte bu sağlam ve tereddüde yer bırakmayan önermeler yanlış çıkmamıştır.
Birincisi, kesin olarak doğru olduğunu bilmediğim şeyleri asla doğru olarak kabul etmemektir; kesin olarak bilmek derken, aceleciliği ve önyargıları engellemek için dikkatli bir biçimde ve karar verirken hesaba katılacak başka bir şey olmadan, zihnimde kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıkça ve belirgin olarak bilmekten bahsediyorum.
İkincisi, her bir zorluğu, uygun bir çözüm bulmak için gerekli olduğu üzere mümkün olduğunca çok parçaya bölerek incelemektir.
Üçüncüsü, düşüncelerimi, bilinmesi en basit ve kolay nesnelerden başlayarak azar azar, yani adım adım artırarak daha karmaşık bilgilere ulaşacak şekilde düzenlemektir; kendi doğaları içinde bir öncelik ve sonralık ilişkisi içinde olmayan nesneler için bile düşüncelere belirli bir düzen tayin etmektir.
Sonuncusu, her vakada sayımı eksiksiz ve gözden geçirmeleri mümkün olduğunca genel hale getirmektir, öyle ki hiçbir şeyin unutulmadığından emin olabileyim.
Yukarıda bahsettiğim konuşma konusundaki ilk tefekkürlerimi yapmanın uygun olup olmadığı hususunda şüphelerim var, çünkü bunlar o kadar metafizik, o kadar alışılmadıktı ki, çoğu kişi tarafından kabul edilmeyecek. Ancak hazırladığım zeminin yeterince güvenliği olup olmadığını belirleyebileceği için bunları ilan etmeye mecbur kalıyorum. Çok daha önce işaret ettiğim gibi, pratikte bize şüpheli bile gelse, büyük oranda kesin olmadığını sezdiğimiz fikirleri daha önce söylendiği gibi benimsemek gerekir ama o zaman tüm dikkatimi gerçeği aramaya vermeyi istiyordum, bu nedenle de bunun tam tersi bir prosedürün gerekeceğini düşünüyordum ve en ufak bir şüpheye sebep olabilecek tüm fikirleri mutlak bir yanlış olarak reddetmem gerekiyordu, böylece geriye kalan fikirlerin tamamen kuşku duyulamaz fikirler olacağına inanıyordum. Duyularımız bizi bazen aldattığından, hiçbir şeyin bize gösterildiği gibi olmadığını düşünmeye eğilimliydim ve bazı kişiler geometrinin en basit meselelerinde bile akıl yürütürken hata yaparak mantığa aykırı düşündüklerinden ve ben de en az diğer insanlar kadar hata yapmaya açık olduğumdan şu ana kadar ispatlanmış kabul ettiğim tüm akıl yürütmeleri yanlış sayıp reddettim. Neticede uyanık olduğumuzda aklımızdan geçen tüm düşüncelerin (görüntülerin) uyurken de aklımızdan geçebileceğini ve hiçbirinin doğru olmayacağını düşündüğümde, uyanıkken zihnime girmiş olan tüm şeylerin (görüntülerin) rüyalarımdaki illüzyonlardan daha fazla doğru içermediğini farz ettim. Ama bundan hemen sonra, bu yüzden tümünün yanlış olduğunu düşünmeyi arzularken bunları düşünen benim de mutlaka bir şeyler olmam gerekiyordu; Düşünüyorum öyleyse varım gerçeğinin, Şüphecilerin sarsıcı itirazlarına sebebiyet verse de hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar kesin ve ispatlı olduğunu gözlemledim. Bu gerçeği, tereddütsüz, aramakta olduğum felsefenin ilk prensibi olarak kabul edebilirdim. (...)
Bir sonraki adımda, beni şüphelendiren şartlar yansımalarından ve bunun sonucunda benim tam anlamıyla mükemmel olmayışımdan dolayı (çünkü şüphelenmenin değil, bilmenin mükemmelliği sağladığını görmüştüm), kendimden daha mükemmel bir şey düşünmeyi nereden öğrendiğimi araştırmaya yönlendirilmiş oldum; açıkça fark ettim ki, böylesi bir nosyonu gerçekte benden daha mükemmel olan doğadan almış olmalıydım. Gökyüzü gibi, dünya gibi, ışık gibi, ısı gibi ve başka binlerce örnek gibi benim için harici olan birçok nesneye ilişkin düşüncelerim söz konusu olduğunda bunların nereden geldiğini bilmemek büyük bir kayıp sayılmazdı; bu nesnelerin hiçbirinde onların benden daha üstün olduğunu gösteren bir şey olmadığından, eğer doğruysa bunların mükemmellikleriyle orantılı olarak kendi doğama bağlı olduğuna ve eğer yanlışsa onların hiçbir değeri olmadığına, yani benim doğamdaki bir hata yüzünden bende olduklarına inanabilirdim. Ama benden daha mükemmel olan bir doğa fikri varsa durum böyle olamazdı, çünkü bu fikri hiçbir şeyden almamış olmak mümkün olamazdı ve daha mükemmel olanın daha az mükemmel olana bağlı veya onun etkisinde olması da, bunun kendimden kaynaklanması da eşit derecede imkânsızdı: buna göre kalan ihtimal gerçekte benden daha mükemmel olan ve kendi içinde benim bir fikir haline getirebileceğim tüm mükemmelliklere sahip olan doğa tarafından içime yerleştirilmiş olmasıydı; tek kelimeyle söylersek bu, Tanrı’ydı. (...)
Diğer doğruları aramayı aklıma koyduktan ve geometricilerin nesnesini, yani çeşitli parçalara bölünebilen, çeşitli biçimler alabilen ve birçok farklı yolla hareket ettirilebilen veya ters çevrilebilen, uzunluk, genişlik, yükseklik ve derinlik bakımından sonsuz biçimde genişletilebilecek sürekli bir cismi veya gövdeyi (çünkü tüm geometricilerin tefekkürünün amacı bu nesnedir) önüme koyduktan sonra, en basit ispatlara yöneldim ve herkesin bu ispatlara atfettiği o kesinliğin temelinin herkesin bunları açıkça anlaması olduğunu görünce az önce ortaya koyduğum kurallar uyarınca bu ispatların beni bu nesnenin varlığına hiçbir şekilde inandıramadığını gördüm. Örneğin bir üçgen söz konusu olduğunda tüm açıların toplamının iki dik açının toplamına eşit olması gerektiğini gördüm; ancak böylesi bir üçgenin var olduğuna beni ikna eden hiçbir sebep göremedim; aksine, Mükemmel Varlık konusundaki fikrimi incelemeye geri döndüğümde, bu durumda belirtilen varlığın, üçgen fikrinde belirtilen üç açının toplamının iki dik açının toplamına eşit olmasına benzediğini gördüm; yahut yüzeyindeki tüm noktaların merkeze eşit uzaklıkta olduğu küre fikrine benziyordu, hatta daha barizdi. Neticede, mükemmel olan Tanrı’nın var olduğu, geometrinin ispatlarının olabileceği kadar kesindir. (...)