I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm*

Joseph Stalin

Sovyetler Birliği’nin Komünist Parti Tarihi adlı kitabın dördüncü bölümünde yer alan bu yazı, Joseph Stalin (1879-1953) tarafından kaleme alınmış kısa bir makaledir. 1922- 1953 tarihleri arasında Sovyet Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri olan Joseph Stalin, Lenin’in ardından Rusya’nın yönetimini devralmıştır. Bu yazı, “diamat”ın [diyalektik materyalizmin kısaltması] ya da diyalektik materyalizmin komünist teorisinin özünü içermektedir.

Diyalektik materyalizm Marksist-Leninist partinin dünya görüşüdür. Doğa olaylarına karşı yaklaşımı, onları inceleme ve kavrama yöntemleri diyalektik olduğundan ve doğa olaylarını yorumlayışı ve teorisi materyalist olduğundan buna diyalektik materyalizm denmektedir.

Tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizmin ilkelerinin sosyal hayatın incelenmesindeki uzantısıdır ve bu ilkelerin sosyal hayattaki olaylar, toplum ve toplum tarihi çalışmalarına uygulanmasıdır.

***

Diyalektik, Eski Yunancadaki konuşmak tartışmak anlamına gelen dialego kelimesinden gelmektedir. Eski zamanlarda diyalektik, muhatabın savındaki çelişkileri ortaya çıkararak ve bu çelişkilerin üstesinden gelerek gerçeğe erişme sanatıydı. Eski zamanlarda düşüncedeki çelişkileri ortaya çıkarmanın ve karşıt fikirlerin çatışmasının gerçeğe erişmede en iyi yöntem olduğuna inanan filozoflar vardı. Düşüncenin bu diyalektik yöntemi, sonradan doğa olaylarını da kapsamına aldı. Doğa olaylarını sürekli bir hareket ve değişme halinde gören ve doğadaki gelişmeleri, doğadaki çelişkilerin gelişmesinin ve doğadaki karşıt güçlerin birbirini etkilemelerinin bir sonucu olarak gören, doğanın kavranmasının diyalektik metoduna dönüştü.

Diyalektik, esasen metafiziğin tam zıddıdır.

A. Marksist diyalektik yöntemin temel özellikleri aşağıdaki gibidir:

(a) Metafiziğin tersine, diyalektik, doğayı rasgele bir araya gelmiş, birbirinden bağımsız ayrı şeyler olarak değil; maddelerin ve şeylerin birbirine organik olarak bağlı olduğu, birbirine dayandığı ve birbirleriyle belirlendiği birbirine bağlı tam bir bütün olarak görür.

Diyalektik yöntem, bu nedenle, şunu savunur: Madem doğadaki herhangi bir olay, onu çevreleyen koşullardan bağımsız, onlardan ayrı olarak düşünüldüğünde bizim için anlamsız olacaktır, o zaman, doğadaki hiçbir olay kendi başına, çevresindeki koşullardan bağımsız olarak düşünülemez ve aynı şekilde çevresindeki olaylarla ayrılmaz bağlara sahip ve çevresindeki olaylar tarafından şekillendirilmiş her olayı anlamak ve açıklamak mümkündür.

(b) Metafiziğin tersine, diyalektik, doğanın bir durgunluk ve hareketsizlik, durağanlık ve değişmezlik hali olmadığını, aksine sürekli bir değişim ve hareket, yenilenme ve gelişme hali olduğunu ve sürekli bir şeylerin doğduğu ve geliştiğini, kimi şeylerin ise parçalandığını ve öldüğünü kabul eder.

Bu nedenle, diyalektik yöntem, fenomenlerin sadece karşılıklı bağlantıları ve dayanışmaları açısından değil, aynı zamanda söz konusu fenomenlerin hareketleri, değişimleri, gelişimleri, varoluşları ve varoluştan yok oluşa geçişleri açısından da düşünülmesini gerekli kılar.

Diyalektik yöntem, sadece yeni doğan ve gelişen şeyleri yenilmez olarak kabul ettiği için, diyalektik yöntem açısından esas önemli olan, o anda kalıcı gibi görünen fakat daha o andan itibaren ölmeye başlayan şey değil, o anda kalıcı gibi durmasa da doğan ve gelişmekte olan şeydir.

Engels şöyle demektedir: “Tüm doğa, en küçüğünden en büyüğüne dek, küçük bir kum tanesinden güneşe, canlı en ilkel hücreden insana dek, sürekli bir varoluş ve yok oluş, sürekli bir akış, sonsuz bir hareket ve değişme içindedir.” (…)

(c) Metafiziğin aksine, diyalektik, gelişim sürecini nicel değişimlerin nitel değişimlere sebep olmadığı basit bir büyüme süreci olarak görmez. Aksine, gelişimin, önemsiz ve belirsiz nicel değişimlerden açık, temel nitel değişimlere geçilen ve bu nitel değişimlerin aşama aşama değil bir sıçrama şeklinde bir durumdan diğerine hızlı ve kesin biçimde gerçekleştiği bir süreç olduğunu düşünür. Bu nitel değişimler rasgele gerçekleşmezler, görünmeyen ve yavaş yavaş oluşan nicel değişimlerin doğal sonuçları olarak ortaya çıkarlar.

Diyalektik yöntem, bu nedenle, gelişim sürecinin dairesel bir hareket ya da geçmişteki olayların basit bir tekrarı olarak düşünülmemesi gerektiğini ve bunun ileriye ve yukarıya doğru bir hareket, eski bir nitel durumdan yeni bir nitel duruma geçiş ve basitten karmaşığa, daha alçaktan daha yükseğe doğru bir gelişim olarak düşünülmesi gerektiğini savunur.

Engels şöyle demektedir: “Doğa diyalektiğin denek taşıdır. Modern doğa bilimlerinin bu deney için son derece zengin ve günbegün artan materyaller sağlamış olduğu ve böylelikle, doğa sürecinin, son tahlilde metafizik değil, diyalektik olduğunu, sonsuz bir tekdüzelikle sürekli olarak daireler üzerinde dönmeyip gerçek bir tarih çizgisinden geçtiğini kanıtlamış olduğu söylenmelidir. Burada, bitkilerin hayvanların ve tabi ki insanların, yani bugünün organik dünyasının tamamının bir gelişim sürecinin ürünü olduğunu ve milyonlarca yıldan beri gelişimini sürdürmekte olduğunu kanıtlamasıyla doğanın metafizik algılanışına vurucu bir darbe indiren Darwin’den mutlaka söz edilmelidir.” (Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm)

Engels, diyalektik gelişimi nicel değişimlerden nitel değişimlere geçiş olarak tanımlarken şöyle demektedir:

“Fizikte (…) her değişim, cismin kendinde mevcut ya da ona dışarıdan verilmiş olan bir hareket biçiminin sonucu olarak, nicel bir değişimle, nicellikten niteliğe bir geçiştir. Örneğin, suyun sıcaklığının başlangıçta onun sıvı haline bir etkisi yoktur. Fakat sıvı durumundaki suyun sıcaklığı yükseldikçe ya da düştükçe, bir an gelip bu uyum hali ortadan kalkar ve su buza ya da buhara dönüşür”(…)

(d) Metafiziğin tersine, diyalektik, doğadaki her şeyin ve her olayın yapısında iç çelişkilerin var olduğunu kabul eder; çünkü bunların hepsinin olumlu ve olumsuz yanları, geçmişi ve geleceği, ölen bir yanı ve gelişen bir yanı vardır. İşte bu karşıtlar arasındaki, eskiyle yeni arasındaki, ölen ve doğan arasındaki, yok olan ve gelişen arasındaki mücadele, gelişim sürecinin iç kapsamını, nicel değişimlerin nitel değişimlere dönüşümünün iç kapsamını oluşturur.

Diyalektik yöntem, bundan dolayı, alçaktan yükseğe doğru gerçekleşen gelişim sürecinin olayların uyumlu bir biçimde kendini göstermesi şeklinde gerçekleşmediğini, maddelerin ve olayların özünde bulunan çelişkilerin ortaya çıkması ve bu çelişkilerin temelinde yer alan karşıt eğilimlerin mücadelesi şeklinde gerçekleştiğini savunur.

Lenin, “En temel anlamıyla, diyalektik, şeylerin özünde var olan karşıtlıkların incelenmesidir” der. (Felsefe Defterleri)]

Ve daha ileride Lenin şöyle der:

“Gelişim zıtlıkların ‘mücadelesi’dir.” (Materyalizm ve Ampirio-Kritisizm)]

İşte bunlar, Marksist diyalektik yöntemin temel özellikleridir.

Diyalektik yöntemdeki ilkelerin, sosyal yaşamın ve sosyal tarihin incelenmesi alanına uzatılmasının ne kadar önemli olduğu, bu ilkelerin toplum tarihine ve proletarya partisinin pratikteki faaliyetlerine uygulanmasının ne derece önemli olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır.

Eğer dünyada hiçbir bağımsız olay yoksa bütün olaylar birbirlerine bağlı ve birbirleriyle ilişkiliyse, o zaman tarihteki tüm sosyal sistemler ve sosyal hareketlerin, pek çok tarihçinin sıklıkla başvurduğu gibi, “sonsuz adalet” ya da başka birtakım önyargıya dayalı fikirle değerlendirilemeyeceği, ancak ve ancak o sistemi ya da sosyal hareketi ortaya çıkaran ve o sistemle ilişkili koşullarla değerlendirilebileceği açıktır.

Günümüz şartlarında kölelik, saçma, aptalca ve anormal olurdu. Fakat parçalanmaya yüz tutmuş bir ilkel komünal sistem koşullarında, kölelik sistemi, ilkel komünal sistemden daha ileri bir adımı temsil ettiğinden, oldukça anlaşılır ve doğal bir olaydır.

Örneğin 1905 Rusya’sında, çarlık ve burjuva toplumunun varlığı sırasında, burjuva-demokratik bir cumhuriyet isteği oldukça anlaşılır, yerinde ve devrimci bir istekti; çünkü o dönemde burjuva cumhuriyeti, ileriye dönük bir adım anlamına gelebilirdi. Fakat şimdi, SSCB koşullarında, burjuva-demokratik cumhuriyeti kurma isteği çok manasız ve karşı-devrimci bir istek olur; çünkü Sovyet Cumhuriyetiyle karşılaştırıldığında, burjuva cumhuriyeti geriye dönük bir adımdır.

Her şey şartlara, yere ve zamana bağlıdır.

Şurası açıktır ki, ancak böylesi bir yaklaşım, tarih bilimini bir rastlantılar ve saçma hatalar yığını olmaktan kurtarabileceğinden, sosyal olaylara tarihi bir açıdan bakılmadıkça, tarih biliminin varlığı ve gelişimi imkânsız olacaktır.

Ayrıca, eğer dünya sürekli bir hareket ve gelişim halindeyse, eğer eskinin ölmesi ve yeninin büyümesi bir gelişme yasasıysa, o zaman, “değişmez” sosyal sistemlerin, özel mülkiyet ve sömürünün “sonsuz ilkeleri”nin, köylünün toprak sahibine, işçinin kapitaliste baş eğdirilmesinin mümkün olamayacağı açıktır.

Bu yüzden, nasıl bir zamanlar feodal sistemin yerine kapitalist sistem geldiyse, kapitalist sistemin de yerine sosyalist sistem gelebilir.

Onun için, enerjimizi bugün en baskın gücü oluştursalar da, toplumun artık gelişmeyen tabakalarına değil, bugün baskın güç olmasalar da, gelişen ve önünde aydınlık bir geleceği olan tabakalara yönlendirmeliyiz.

***

Ayrıca, eğer yavaş nicel değişimlerden hızlı ve ani nitel değişimlere geçiş bir gelişim yasasıysa, ezilen sınıflar tarafından yapılan devrimlerin oldukça doğal ve kaçınılmaz olaylar olduğu ortaya çıkar. Bu nedenle, kapitalizmden sosyalizme geçiş ve işçi sınıfının kapitalist boyunduruktan kurtulması, yavaş değişimlerle veya reformlarla değil, olsa olsa kapitalist sistemin devrim eliyle nitel değişimiyle gerçekleştirilebilir. Bu nedenle, politikada hata yapmamak için devrimci olmak gerekir, reformcu değil. Ayrıca, gelişme, iç çelişkilerin ortaya çıkması vasıtasıyla ve bu çelişkilerin temelindeki karşıt güçlerin çarpışması ve bu çatışmaları yenmek amacıyla oluşuyorsa, proletaryanın sınıf mücadelesinin çok normal ve kaçınılmaz bir olgu olduğu açıktır.

***

Marksist felsefi materyalizme gelince, bu da temelde felsefi idealizmin tam zıddıdır.

Marksist felsefi materyalizmin temel nitelikleri şunlardır:

(a) Dünyayı, bir “mutlak ide”nin, bir “evrensel ruh”un, “bilinç”in vücut bulması olarak gören idealizmin aksine, Marksist felsefi materyalizm, dünyayı yapısı itibariyle maddi olarak kabul eder. Dünyadaki çeşitli olayları, maddenin hareket halindeki değişik biçimleri olarak değerlendirir ve diyalektik yöntemin ileri sürdüğü gibi, olayların birbirleriyle olan bağları ve karşılıklı ilişkileri, hareket halindeki maddenin gelişim kanunudur. Dünya, maddenin hareket yasalarına uygun biçimde gelişir ve hiçbir “evrensel ruh”a ihtiyaç duymaz. (…)

(b) Gerçekte sadece bilincimizin var olduğunu, maddi dünyanın, varlığın, doğanın sadece bizim zihnimizde, duyularımızda, düşünce ve algılarımızda var olduğunu savunan idealizmin aksine, Marksist materyalist felsefe maddeyi, doğayı, varlığı zihnimizin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçeklik farz eder. Maddenin bütün duyuların, düşüncelerin ve zihnimizin kaynağı olması dolayısıyla birincil olduğunu, maddenin ve varlığın bir yansıması olan bilincin ikincil olduğunu öne sürer. Buna göre, düşünce gelişiminde yüksek bir kusursuzluk seviyesine erişmiş olan bir maddenin yani beynin ürünüdür ve beyin düşünme organımız olduğundan, insanın düşünceyi maddeden ayırması büyük bir yanlışlık yapması demektir. (…)

(c) Dünyanın ve onun yasalarının bilinebilmesi olasılığını reddeden, bilgilerimizin yetkinliğine inanmayan, nesnel gerçeği kabullenmeyen ve dünyanın bilimle anlaşılması mümkün olmayan “kendine özgü şeylerle” dolu olduğunu savunan idealizmin aksine, Marksist felsefi materyalizm, dünyanın ve onun yasalarının tümüyle bilinebilir, deneyim ve pratikle doğruluğu kanıtlanmış olan doğa yasalarına ilişkin bilgilerimizin nesnel gerçeğin tutarlılığını taşıyan geçerli bilgiler olduğunu savunur. Marksist felsefi materyalizme göre, dünyada bilinmesi mümkün olmayan bir şey yoktur, yalnızca henüz bilemediğimiz ama bilim ve pratik yoluyla açıklanabilecek ve bilinir hale getirilebilinecek şeyler vardır.

***

Felsefi materyalizm ilkelerinin sosyal hayat ve toplum tarihi çalışma alanlarına uzatılmasının ne kadar büyük bir önem taşıdığını, bu ilkelerin toplum tarihi ve proletarya partisinin pratik faaliyetlerine uygulanmasının ne kadar önemli olduğunu anlamak kolaydır.

Doğa olayları ve bunların birbirleriyle olan bağları doğanın gelişim yasalarıysa, bundan, sosyal hayattaki ilişki ve bağlantıların da toplumun gelişim yasaları olduğu ve tesadüfi olmadığı sonucu ortaya çıkar.

Böylelikle, sosyal hayat ve toplum tarihi, bir “tesadüfler” yığını olmaktan kurtulur ve sosyal hayat, toplumun belli kurallara göre gelişiminin tarihine dönüşür ve toplum tarihi çalışmaları bir bilim haline gelir.

Bu nedenle, proletarya partisinin pratik faaliyeti “önemli kişilerin” iyi dilekleri, “akıl” ve “evrensel ahlak kuralları” vb.nin dikte ettiklerine değil, toplumun gelişim yasalarına ve bu yasalarla ilgili çalışmalara dayalı olmalıdır.

Ayrıca, dünya bilinebilirse ve doğanın gelişim yasaları hakkındaki bilgilerimiz, nesnel doğruların geçerliliğini taşıyan güvenilir bilgilerse, bundan, sosyal hayat ve toplumsal gelişim yasalarının da bilinebilir olduğu ve toplumsal gelişim yasalarıyla ilgili bilimsel bilgilerin, nesnel doğru geçerliliği taşıyan güvenilir bilgiler olduğu sonucu ortaya çıkar.

Bu nedenle, toplum tarihi bilimi, sosyal yaşamdaki olayların tüm karmaşıklığına rağmen, örneğin biyoloji kadar kesin bir bilim haline gelebilir ve toplumsal gelişim yasalarından pratik amaçlar için faydalanılabilir.

Bu nedenle, proletarya partisi, pratik faaliyeti içinde, kendisine sıradan nedenlerle değil, toplumsal gelişim yasalarıyla ve bu yasalardan çıkarılan pratik sonuçlarla yön göstermelidir.

Bu nedenle, sosyalizm, eskiden olduğu gibi insanlık için görkemli bir gelecek düşünden, bir bilim haline dönüşür.

Bu nedenle, bilimle pratik faaliyet, teoriyle pratik arasındaki bağ, bunların aralarındaki birlik, proletarya partisinin kutup yıldızı olmalıdır.

Ayrıca, eğer doğa, varlık, maddi dünya birincil, akıl ve düşünce ikincil, türevselse; eğer, akıl bu nesnel gerçeğin bir yansımasıyken, maddi dünya, insan aklından bağımsız olarak var olan nesnel gerçeği temsil ediyorsa, bundan, toplumun maddi yaşamının ve varlığının birincil önem arz ettiği, ruhsal yaşamınınsa ikincil, türevsel öneme sahip olduğu ve toplumun maddi yaşamının insan iradesinden bağımsız olarak var olan nesnel bir gerçeklik olduğu, toplumun ruhsal yaşamının ise bu nesnel gerçekliğin ve bu varlığın bir yansıması olduğu sonucu ortaya çıkar.

Bu nedenle, toplumun ruhsal yaşamının oluşum kaynağı, sosyal fikirlerin kökeni, sosyal teoriler, politik görüş ve politik kurumlar, bu fikirlerde, teorilerde, görüşlerde ve politik kurumların kendilerinde değil, bu düşünleri, teorileri, görüşleri vb. yansıtan toplumsal varlıkta, toplumun maddi yaşam koşullarında aranmalıdır.

Bu nedenle, toplum tarihinin değişik dönemlerinde değişik sosyal fikirler, teoriler, görüşler ve politik kurumlar görülebiliyorsa; köleci sistemde belli birtakım sosyal fikirler, teoriler görüşler ve politik kurumlarla karşılaşıyorsak, feodalizmde başkaları, kapitalizmde daha başkalarıyla karşılaşıyorsak; bu fikirler, teoriler, görüşler ve politik kurumlar, kendi “doğası” ve “özellikleri”yle değil, sosyal gelişimin değişik dönemlerinde toplumun maddi yaşam koşullarının da değişik oluşuyla açıklanmalıdır.

Toplumun varlığı, toplumdaki yaşam koşulları nasılsa, o toplumun fikirleri, teorileri, politik görüş ve politik kurumları da öyledir.

Marx, bu konuyla ilgili olarak, şöyle diyor:

“İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen sosyal varlıklarıdır.” (Siyasal Ekonominin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz)

Bu nedenle, politikada hata yapmamak ve boş hayalciler durumuna düşmemek için, proletarya partisi, eylemlerini soyut olan “insan aklının ilkeleri” üstüne değil, sosyal gelişmeyi belirleyen toplumun somut maddi yaşam koşulları temeline oturtmalı, “büyük adamların” iyi niyetlerine değil, toplumun maddi yaşamının gelişiminin gerçek ihtiyaçları üstüne dayandırmalıdır.

Fakat Marx’ın sözlerinden, sosyal fikirlerin, teorilerin, politik görüşlerin ve politik kurumların toplum yaşamında hiç önemi olmadığı, sosyal varlığı, toplumun maddi yaşam koşullarının gelişmesini karşılıklı olarak etkilemediği sonucu çıkmaz. Biz, buraya kadar sadece, sosyal fikirlerin, teorilerin, politik görüş ve politik kurumların kaynağından, ortaya çıkma yollarından söz ettik; bunların toplumun ruhsal yaşamının, onun maddi yaşam koşullarının bir yansıması olduğunu söyledik. Bu sosyal fikirlerin, teorilerin, politik görüş ve politik kurumların önemine, tarihteki rollerine gelince, tarihsel materyalizm onları asla yadsımaz; tersine, onların toplum yaşamı ve onların toplum tarihi üzerindeki rollerini ve önemlerini özellikle belirtir.

Değişik türde sosyal teoriler ve düşünceler vardır. Günlerini doldurmuş olan ve toplumun can çekişen güçlerinin çıkarlarına hizmet eden eski düşünceler ve teoriler vardır. Bunların önemi, toplumun gelişim ve ilerlemesi önünde engel teşkil etmelerinde yatar. Bir de, toplumun ilerici güçlerinin çıkarlarına hizmet eden, yeni ve ileri düşünceler vardır. Bunların önemi, toplumun gelişmesine, ilerlemesine yardım etmelerinden ileri gelir ve toplumun maddi yaşam koşullarındaki gelişmenin gereklerini ne kadar doğru yansıtırlarsa, önemleri de o kadar artar.

Bu nedenle, toplumun maddi yaşam koşullarını etkileyebilmek ve gelişmesini, ilerlemesini hızlandırabilmek için, proletarya partisi, öyle bir sosyal teoriye, öyle bir sosyal fikre dayanmalıdır ki, bu sosyal fikir ve teori, toplumun maddi yaşamındaki gelişmenin gereklerini doğru bir biçimde yansıtsın. Böylelikle, geniş halk yığınlarını harekete geçirebilsin, onları, karşı-devrimci güçleri ezmeye ve toplumun ileri güçlerine yol açmaya hazır proletarya partisinin büyük ordusu içinde seferber edip örgütleyebilsin.

* Joseph Stalin: Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, New York, International Publishers Co., Inc.; 1940, s. 5-9, 11-17, 19-24.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.