Din Devletinin Yasalarına Dair*
Richard Hooker, İngiltere’deki Exeter yakınlarında, 1553’te doğdu. Zengin bir amca tarafından finanse edilen Oxford eğitiminden sonra Anglikan ruhbanlarının arasına katıldı ve birden fazla kilise cemaatinin rektörü oldu. I. Elizabeth döneminde (1558-1603) İngiltere Kilisesi, hâlâ Roma Katolik Kilisesi’nden ayrılışını gerekçelendirmekle ve bir devlet dini için doğru bir zemin tanımlamakla meşguldü. Dahası, Anglikanizm, İngiliz Kilisesi’nin Reform hareketini yeterince ilerletmediğini, hatta yeterince desteklemediğini iddia eden coşkulu Kalvincilerin, devlet ileri gelenleri arasındaki Püritenlerin ve muhtelif diğer muhalif ayrılıkçıların gittikçe keskinleşen saldırıları altındaydı. Hooker, 1590’larda bunları ve diğer problemleri tartıştığı Din Devletin Yasasına Dair Sekiz Kitap’ı (Eight Books on the Law of Ecclesiastical Polity) yazdı. Bir Hıristiyan toplumunda kurulacak olan devlet kilisesinin, kralın tebaasına yönelteceği meşru taleplerinin neler olabileceğini öngörmeye çalıştı.
Dinin adalet ile birleşmesi o kadar doğaldır ki, cesurca davranarak birinin olmadığı yerde diğerinin de olmadığını söyleyebiliriz. Dinin gerçekten adil olmasını istemediği kişi nasıl adil olabilir veya adil eylemleriyle dindar olduğunu ispatlamayanlara dindar denebilir mi? Adaletin kamu adına yönetimi için işe alınan kişi bunu sadece bir ticaret olarak görüyorsa, kazanç elde etmek için doyurulmaz ve haksız bir açlığı varsa, adaletin Tanrı’nın işi olduğuna kalpten inanmıyorsa ve kendisini O’nun bu işteki yardımcısı olarak görmüyorsa, hakkın hükmünü Tanrı’nın hükmü ve kendisini Tanrı’nın bu hükümleri dağıtacak olan rahibi olarak düşünmüyorsa, adaletin formalitelerini hakkı boğmak için kullanıyorsa ve kamu yararı için gerekli olan şeyleri utanç verici suiistimallerle ortak sefalete dönüştürüyorsa (...) şunu görürüz: Tüm toplumsal sınıfların güvenliği dine bağlıdır, gerçekten sevilen din ise devletin her tür erdemli işini yerine getiren kişilerin yeteneklerini mükemmelleştirir, bu insanların arzusu genel olarak sadece gerçek dine uymaktır ve gerçek erdemlerin gerçek dini ebeveynleri olarak onurlandırması ve tüm iyi düzenlenmiş devletlerin gerçek dini en sağlam dayanakları olarak görmesi için bu sebepler mevcuttur.
Tanrı’yı tanımayanlar sayıca azdır ve akılları öylesine kabadır ki, bunları insanoğlundan saymak çok zordur. Bunların herkesten daha sefil görmek gerekir; ancak daha da perişan olan bir tür daha vardır ki, onlar da doğanın daha olgun bir zekâ ihsan ettiği ama kötü mizaçları yüzünden Tanrı’yı Tanrı olarak kabul etmemek için ciddi biçimde çalışan kişilerdir. Her ikisi de tanrıtanımaz olan bu iki tür insandan biri Tanrı hakkında hiçbir bilgiye sahip değildir, diğerleri ise kendilerini bilinmesi gereken bir Tanrı’nın olmadığına ikna etmeye çalışır. Bu dinsizliğin kaynağı ve pınarı bu dünyada elde edilebilecek her tür bedensel kârı ve zevki elde etmeye çalışan ve bu amacın karşısında hiçbir şeyin engel olmamasını isteyen kararlı bir zihinsel amaçtır. Ateizmlerinin kökü bu olduğuna göre, bu insanların tüm erdemlerin temel saiklerini ve güdülerini yok etmek için nasıl acılar çektiklerini tahmin edebilen hiç kimse dediklerimden şüphelenmeyecektir: Bu insanlar dünyanın yaratılışını, Tanrı’nın takdirini, ölülerin dirilişini, cennetin krallığının zevklerini ve kötülerin yaşayacağı sonsuz acıları ve hepsinden önemlisi, Kutsal Kitap’ın otoritesini reddederler. (...) Temel arzuların, ruhlarını canavarların ruhlarına dönüştürmek ve vücutlarını ise ölümlü ve çürümeye hazır hale getirmek istercesine, insandaki kendi mükemmelliğine ilişkin duyuları böylece yok etmesi muhteşem değil midir?
Zihinlerinde (bazı kişilerde olduğu gibi) iyi yönde bir değişiklik başlatabilecek takdire şayan veya olağandışı bir kaza oluncaya kadar, bu tip insanlarla Tanrı bilgisi hakkında yapılacak tartışmalar genelde çok az başarı getirir. Ruhun pencereleri bu amaca sımsıkı kapalı ise bilgeliğin ışığı nasıl parlayabilir? Gerçek din, onların zihinlerini üzen ve canını sıkan pek çok şey içerir. (...) Ama sıklıkla sakındıkları şey onları takip eder -ve bu onların canını yakar- ve gerçek zorla onların bilgilerin içine sızar ve onların cahil kalmasına izin vermez. Bunun sonucu olarak, her ne kadar insanın doğası... kendi kendisini lanetlemesi konusunda isteksiz olsa da, başladıkları yolda devam etmekte ısrar ettiklerinde aklın bu ışığı dumana boğmak için icat edebileceği tüm hileleri tasarlamak zorunda kalırlar; kalplerinde yanlış olduğunu bildikleri şeyleri akıllarının düşünmesini engelleyebilecek en ufak şeyi bile kullanırlar.
(…) Dünyanın antik bilgelerini çok büyük değer vererek övmemize neden olan o makul öğretiler bu kişilerin yönünü değiştirmeye yetmeyeceğinden (çoğu gerçekten de böyle olan) bu parazitler kendileri için daha keyifli bir yol tasarlamışlardır. Bu yeni yöntemle ciddi olan şeyleri bir şakaya dönüştürürler, aşağılama yoluyla bir tür çelişki yaratırlar; içine düştüğümüz bu sefil zamanlarla bollaşacağına dair uyarıldığımız bir öğretidir bu. Buna çalışırlar, bunu uygularlar, ahlaksız bir zekânın bu aşırılıklarını onurlandırırlar ve daha erdemli olmaya meyilli zihinlerin sabrına çok fazla hakaret ederler. (...)
Hooker ateistlerin, özellikle de bu yüzyılın başında Machiavelli tarafından tartışıldığı biçimiyle, “dinin pratik faydaları” konusundaki görüşlerine geçer.
Bu bilge zararlılardan (dini) kendi fevkalade uygun çehrelerine ve konuşmalarına uygun hale getiren bazıları, dini onurlandırmanın yücelik sağladığını ve dini suçlu göstermenin devletleri yıkıma götürdüğünü zarar verici biçimde kabul ederler ve ayakta kalmak isteyen prenslerin ve devletlerin dine büyük bir saygı göstermesi ve kendi yasalarını yaparken de buna uygun davranması gerektiğini ileri sürerler.
Ancak bu amaç için hangi vasıtanın en uygun olduğunu tanımlarken, dikkat edin, Pagan bilgeliğini överler. Sanki çok önemli bir mistik bir emirmiş gibi prenslere (...) sebebi ne olursa olsun tüm ender olaylardan avantaj sağlamalarını, dini güçlendirmelerini ve vicdani sebeplerle tereddüt etmemelerini söylerler, çünkü onlara göre böylesi iyi bir amaç için gerekirse basit sahtekârlıklar yapılabilir. Bu yüzden dini sadece kurmaca bir şey gibi göstermeye çalışırken kendi söylevlerinin etkisine girerek şaşırıp kalırlar; sanki kasıtlı olarak yaratıcıları olan Tanrı’dan vazgeçenlerden akıl da vazgeçmiştir. (...) Kendilerini politika mucidi olarak gösteren ve Tanrı’yı insanın içinde yapay olarak yaratmaya kalkışan tanrısız kişilerin öğütleri de böyledir.
Bu iğrenç tayfayı bir kenara bırakalım ve diğer yandaki aşırılıklara göz atalım. İnsanın kalbini daha az veya daha fazla etkilemesine bağlı olarak güçleri bu dinin alametlerine ve karakterine göre oluşan iki tür duygulanım mevcuttur. Biri coşkudur, diğeri ise korku.
Doğru biçimde yönlendirilmediği takdirde coşku Tanrı’yı memnun etmek için çok çaba gösterdiğinde, O’nu kendisini memnun etmeyen zamansız görevlere zorlarlar. Bu nedenle, eğer buna eğilimli olanlar içten, sağlam ve ihtiyatlı olanlarla karşılaştırılırsa (...) bunların hizmeti yağcılık gibidir, diğeri ise sadık arkadaşların çalışkanlığına benzer. Doğru biçimde düzenlenmemişse, coşku gerçekten veya güya dine karşı olan şeylerle çelişir; ustura bu kadar sık ve bu kadar hevesle kullanılırsa, dini hayatın kendisi tehlikeye girer. Başaklardan nefret edildiğinde Tanrı’nın tarlasındaki tahıllar yağmalanır. Bu nedenle, coşkunun her iki yolda da dengeli bir kılavuza ihtiyacı vardır.
Diğer yandan, korku da eğer Tanrı’ya ilişkin doğru bir anlayış ışığında ılımlı hale getirilmezse, batıl inanca sebep olur. Bu nedenle, ilahi şeylerde korku veya coşku saikiyle çok fazla çabalamamız tehlikelidir. (...) Birçok kişi aşırı bir korku yaşamadığı sürece Tanrı’yı asla düşünmez. Ayrıca ne düşüneceklerini veya ne yapacaklarını bilmediklerinden ve şaşkınlık boş durmalarına izin vermediğinden cinnet getirir gibi düşünür ve hareket ederler. (...)
Batıl inanç Tanrı hizmetine ait olan eylemlerin ne doğru biçimini ne de gerekli ölçüsünü bilir, bunun yerine ilahi şeylerle ilgili olarak hep yanlış fikirlere katılır. Batıl inanç, şeylerden tiksinmek veya şeyleri coşkulu ya da korku içinde bir halde ama Tanrı’yla yanlış biçimde ilişkilendirerek görmektir.... Çünkü Tanrı’nın kilisesi bazen diğer zeminler gibidir; verimli bir doğaya sahip olması iyidir ama doğru oran aşıldığında şeyler çok dereceli olacak ve fazla fayda getirmeyecektir. Bunun sonucunda, aslında fayda getirmesi gereken şeyler yer darlığından dışarı taşar veya fazla beslenmekten dolayı kaçar ve başarısız olur. Bunlar (eğer bu kadar uzun bir söylev gerekli olsaydı) tören ve gelenek kümeleriyle örneklenebilirdi; zaten bu başlangıçta erdem, adanmışlık ve yardımsever duygulanımların gücü sayesinde ortaya çıkan ve o zaman kimsenin şeytanca bulup mahkûm edemeyeceği tören ve gelenekler Hıristiyan dünyasının büyük bölümünde artık batıl inançlara dönüşmüştür.
* Richard Hooker, Devlet Dininin Yasalarına Dair, ed. Ronald Bayne, Londra, Macmillan and Company, 1902, s.15, 19, 20-27.