Darwincilik
Alfred Russel Wallace (1823-1913) Darwin ile birlikte doğal ayıklama teorisini ortaya koyan bir natüralistti. Moluccas’da saha çalışması yaparken Malthus’un nüfus hakkındaki makalesini düşünmeye başladığını ve “aniden en güçlü olanın hayatta kalması fikrinin aklına geldiğini” söyler. Wallace fikirlerini yazıya dökmüş ve İngiltere’ye, yirmi yıldır üzerinde çalıştığı tezle örtüştüğünü gören Darwin’e göndermiştir. Darwin daha sonra bir jeolog olan Sör Charles Lyell’e, “bundan daha çarpıcı bir tesadüf görmedim,” demiştir. Wallace’ın makalesi Darwin’in tezinin bir özetiyle birlikte Linnaean Cemiyeti tarafından ortak bir makale olarak 1 Temmuz 1858 yılında basılmıştır. Aşağıdaki bölümler Wallace’ın Darwincilik: Bazı Uygulamalarıyla Birlikte Doğal Seleksiyon Teorisinin Yorumlanması (1889) adlı kitabından alınmıştır.
Özellikle üzerinde durmak istediğim bir nokta var. Darwin’in çalışmaları ortaya çıkmadan önce natüralistlerin büyük bir çoğunluğu ve neredeyse istisnasız tüm edebiyat ve bilim dünyası türlerin gerçek olduğu ve bizim bilebileceğimiz bir süreç sonucunda diğer türlerden türemiş olamayacağı inancına sıkı sıkıya bağlıydı; kargaların ve menekşelerin farklı türlerinin her zaman bugün olduğu kadar farklı ve ayrı olduğuna ve genelde “özel yaratım” denen ve sıradan üremeden farklı, bilinmeyen bir süreçten kaynaklandığına inanılıyordu.
Ayrıca ailelerin, düzenlerin ve sınıfların kökeniyle ilgili sorular ortada yoktu, çünkü hepsinin ilk adımı olan “türlerin kökeni” çözülemez bir problem olarak görülüyordu. Ama bu durum şimdi tamamen değişti. Tüm bilim ve edebiyat dünyası hatta eğitimli halk, ortak bilgi haline geldiğinden, türlerin kökeninin, doğal doğumun normal süreci dahilinde diğer bağlaşık türlerden kaynaklandığını kabul ediyor. Özel yaratım fikrinin veya istisnai üreme biçimlerinin tümünün soyu tükendi! Daha fazlası da var: Bu fikir, bir genus’un türleri için olduğu gibi, daha geniş gruplar için de geçerli görülüyor, hatta Darwin’i en ağır biçimde eleştirenler bile ilk kuşun, sürüngenin veya balığın “özel yaratım” olabileceğini söylemeye cüret edebiliyorlar. Kamuoyu düşüncesinin bu büyük ve tamamen benzersiz değişimi tek bir adamın çabalarının sonucudur ve yirmi yıl gibi kısa bir sürede oluşmuştur! Biz Darwin’in doğa tarihinin Newton’u olduğunu iddia ediyoruz ve Newton’un yerçekimi yasasını keşfetmesinin ve ispatlamasının kaosun yerine düzen getirmesi ve yıldızlarla dolu gökyüzünü gelecekte inceleyecekler için sağlam bir zemin yaratması gibi, Darwin’in de doğal seleksiyon yasasını keşfetmesinin ve yaşam mücadelesi içinde faydalı olan çeşitlenmelerin korunmasına dair o önemli prensibi ispatlamasının, sadece tüm organik dünyanın gelişim sürecine kuvvetli bir ışık tutmadığını, ayrıca gelecekteki doğa çalışmaları için de sağlam bir temel oluşturduğunu düşünüyoruz.
Doğal seleksiyon teorisi, istisnasız tüm organize varlıklara uygulanabilen ve bu yüzden temel prensipler veya yasalar olarak kabul edilen iki temel olgu sınıfına dayanır. Bunlardan ilki, geometrik dizi biçiminde hızlı çoğalma gücüdür; ikincisi ise, yavruların çok benzemelerine rağmen ebeveynlerden çok az farklı olmasıdır. İlk olgunun veya yasanın sonucu olarak varlık için zorunlu ve sürekli bir mücadele vardır; çünkü yavrular her zaman ebeveynlerden sayıca fazladır ve genelde bu fark çok büyüktür. Ancak dünyadaki yaşayan organizma sayısı yıldan yıla artmamaktadır ve artamaz. Bunun sonucunda hem hayvanlarda hem de bitkilerde her yıl doğum ile ölüm miktarı eşittir; ölenlerin çoğu da olgunlaşmadan ölenlerdir. Birbirlerini binlerce farklı biçimde öldürürler; diğerlerinin istediği gıdaları tüketerek diğerlerini açlığa mahkûm ederler; büyük oranda da soğukla ve sıcakla, yağmurla ve fırtınayla, selle ve yangınla, yani doğanın güçleri nedeniyle ölürler. Bu yüzden aralarında kimin yaşayacağı ve kimin öleceği konusunda sürekli bir mücadele vardır ve bu mücadele korkunç biçimde zordur, çünkü beş bireyden, on bireyden, yüz bireyden hatta bazen bin bireyden sadece biri hayatta kalacaktır.
Sonraki soru, neden diğerleri yerine bazılarının yaşadığıdır. Her türün tüm bireyleri her açıdan benzer olsa, bunun sadece bir şans meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Ama birbirlerine benzemezler. Birçok yönden birbirlerinden farklı olduklarını görebiliriz. Bazıları daha güçlü, bazıları daha hızlı, bazıları yapısal olarak daha dayanıklı, bazıları daha kurnazdır. Bazıları için bulanık bir renk daha kolay gizlenme fırsatı sağlar, daha keskin görüşlü olanlar avlarını daha rahat keşfeder veya düşmanlarından kaçmakta benzerlerinden daha başarılı olur. Bitkiler arasında da en ufak farklar faydalı veya zararlı olabilir. İlk çıkan ve güçlü olan sürgünler sümüklüböceklerden kurtulabilir, daha güçlü oldukları için nemli bir sonbaharda daha erken çiçek açıp daha erken tohum verebilirler; dikenleri veya tüyleri olan bitkiler yenmeye karşı en iyi savunmaya sahiptir, en göze çarpan çiçeklere sahip olanlar böcekler sayesinde en çabuk döllenen bitkiler olurlar. Herhangi bir faydalı çeşitlenmenin, sahibine, maruz kaldığı korkunç sıkıntılar içinde daha yüksek bir yaşama olasılığı sağladığından şüphe edemeyiz. Bazı şeyler şansa kalabilir ama bütüne baktığımızda en güçlü olan hayatta kalır.
Varlık mücadelesi sırasında ortaya çıkan fenomenlere ilişkin yorumumuz, işin ahlaki yönüne dair birkaç açıklama ile tamamlanmış olacaktır. Artık doğadaki savaş daha iyi bilindiğinden, birçok yazar insani içgüdülerimizi ayaklandıracak kadar büyük miktarda zulümden ve acıdan bahsetmektedir ve bu durum evrenin mutlak bilgeliğe sahip, iyiliksever hükümdarına seve seve inanmaya hazır olanların karşısında onlara köstek olacak bir engele dönüşmüştür. Bu yüzden çok parlak bir yazar şöyle demiştir: “Acı, üzüntü, hastalık ve ölüm, bunlar sevgi dolu bir Tanrı’nın icatları mı? Diğerleri için ölümcül bir düşman olmadan hiçbir hayvan mükemmelleşemez; bu mudur şefkatli bir yaratıcının yasası? Acının içinde iyilikseverlik, katliamın içinde merhamet olduğunu söylemek faydasızdır. Neden kötülerin iyilerin hammaddesi olduğu bir düzen kurulmuştur? Acı faydalı olduğu için daha az acı değildir; cinayet gelişimi sağlıyor diye cinayet olmaktan çıkmaz. Hâlâ ellerde kan var ve Arabistan’ın tüm parfümleri bile bunu daha sevimli kılamaz.”
Profesör Huxley gibi düşünceli bir yazar bile benzer görüşler edinmiştir. Son zamanlarda çıkan “Varlık Mücadelesi” konulu bir makalesinde otobur hayvanların sayısız nesildir “etoburlar tarafından eziyete uğradığını ve yendiğini”; hem otobur hem de etobur hayvanların “yaşlanma, hastalık ve aşırı çoğalma yüzünden oluşan sefilliklere maruz kaldığını”; hem galip hem de mağlubun ihtiyacının “az veya çok acıya katlanmak” olduğunu söylemiştir. Sonuç olarak, eğer daha keskin kulaklarımız olsaydı, Dante’nin cehennemin kapılarında duyduğu gibi her dakika binlerce defa acının sebep olduğu iç çekmeleri ve inlemeleri duyacağımızı söylemiş ve dünyanın iyilik dediğimiz şeyle idare edilemeyeceğini eklemiştir.
Ancak bence tüm bunların çok abartılı olduğuna inanmak için yeterince sebep vardır; hayvanların çektiği sözde “eziyetlerin” ve “sefaletlerin” çok azı gerçektir, çünkü bunlar benzer ortamlardaki eğitimli erkeklerin ve kadınların hayali hislerine dair düşüncelerdir. Hayvanlar arasında varlık mücadelesinin sebep olduğu gerçek acıların miktarı önemsiz sayılabilir. Bu nedenle, gelin bu korkunç suçlamaların temel aldığı gerçek olguların neler olduğunu ortaya çıkarmaya çalışalım.
Öncelikle, bazı durumlarda gerçeklikten de daha büyük bir acı olan ölüm beklentisiyle çektiğimiz acıdan, hayvanların tamamıyla uzak olduğunu hatırlamalıyız.
Bize çok şeyler vaat eden hayatın kısa kesildiğini, ümitlerimizin ve beklentilerimizin karşılanmadığını ve bizim için üzülecek yakınlarımızı düşündüğümüz için şiddetli ve ani bir ölümden çok korkarız. Ama hayvanlar için bu durum geçerli değildir, onlar için şiddet dolu ve ani bir ölüm en iyisidir. Şairin:
“doğanın dişleri kırmızıdır
ve pençesi aman vermez”
diyerek çizdiği resim, bizim hayal gücümüz tarafından kötü anlaşılır, gerçekte hayvanlar dolu ve mutlu hayatlar sürer ve genelde en hızlı ve en acısız biçimde ölürler.
Yani bir bütün olarak bakarsak hayvanlar dünyasına ıstırap ve acı getirdiği düşünülen varlık mücadelesine ilişkin o popüler fikir gerçeğin tam zıddıdır. Gerçekte getirdiği azami bir hayat şansı ve en az ıstırap ve acıyla hayatın keyfini çıkarmaktır. Ölümün ve üremenin gerekliliğini ve bunlar olmadan organik dünyada ilerleme sağlayan bir gelişme olamayacağı gerçeğini düşündüğümüzde daha yüksek bir mutluluk dengesini güvenceye alan bir sistem hayal etmek zordur. Bu görüş, varlık mücadelesine ilişkin bölümünde şu sonuca varan Darwin tarafından ortaya atılmıştır: “Bu mücadeleyi düşündüğümüzde doğadaki savaşın sürekli olmadığına, bu savaş sırasında korku hissedilmediğine, ölümün genelde çok hızlı olduğuna ve güçlü, sağlıklı ve mutlu olanın hayatta kaldığına ve çoğaldığına inanabilir ve kendimizi teselli edebiliriz.”
* Alfred Russel Wallace, Darwincilik, s. 8-11, 36-37, 40. 1889, MacMillan & Co. Ltd.