Bilim Açısından Milli Hayat*
Londra’daki University College’de uygulamalı matematik profesörü olan Karl Pearson (1857-1936), ırklar ve milletler arasındaki mücadeleye “en güçlü olan hayatta kalır” doktrinini uygulayan “Sosyal Darwinizm” teorisinin önde gelen destekçisiydi. Ateşli bir vatansever olan Pearson’ın kafası İngiltere’nin ihtişamıyla çok meşguldü ve bu amaca ulaşmak için bir dizi tedbir öngördü.
İnsan Türünün Seçimi Doğaya Bırakılmalı Mıdır?
Tarih bana yüksek özellikli medeniyetin oluşturulduğu, yani ırkın ırkla mücadelesi ve fiziksel ve zihinsel olarak daha güçlünün hayatta kalması hakkında sadece ama sadece bir yol gösterdi. İnsanlığın daha aşağı ırklarının daha yüksek bir türe dönüşüp dönüşmeyeceğini öğrenmek için korkarım tek yol, onları sorunlarını kendi aralarında halletmeleri için tek başlarına bırakmanızdır hatta o zaman bile bireyle birey, kabileyle kabile arasındaki var olma mücadelesi muhtemelen Aryan1 gücünün büyük oranda bağlı olduğu belirli bir ortam nedeniyle bu fiziksel seçilim tarafından desteklenmeyebilir.
Beyaz adamı siyah adamla bir araya getirirseniz, büyük sıklıkla daha yüksek bir türün bağlı olduğu doğal seçilim sürecini askıya alırsınız. Üstün ve aşağı ırkları aynı toprak üzerinde yaşatırsınız ve bu birlikte yaşam her ikisi için de moral bozucu olur. Doğal olarak patron ve hizmetçi durumuna ve hatta kabul edilmese de sahip ve köle haline gelirler. Genellikle melezlenirler ve ortaya çıkan döl yetiştirilirse iyi olan alçaltılır. Zihinsel ve fiziksel olarak iyi türlerine de rastladığım Avrasyalıların durumunda bile saf Asyalı ya da saf Avrupalı olsalardı daha da iyi olacaklarını hissettim. Böylece konu, ırklar arasındaki var olma mücadelesi askıya alındığında büyük sorunların çözümlerinin doğal olmayan yollarla ertelendiğine gelmektedir; evrimin yavaş ve katı süreçleri yerine, gelecek için felaket çözümleri hazırlanmaktadır. Bu tür askıdaki sorunlar, bana göre, Güney Amerika’nın zenci nüfusunda, bazı Güney Amerika ırklarına büyük oranda karışan Hint kanında ve hepsinden öte Güney Afrika’daki Kaffirlerde (Güney Afrika Bantu kabilesinden) bulunacaktır.
Konudan saptığımı düşünebilirsiniz fakat doğal seçilimi aklamaya çalışıyorum. Seçilimi, kalıtımın katı yasasını ıstırap yoluyla çok açık bir şekilde acıdan iyiyi üreten bir ilerleme kaynağı olarak yorumlayan bir şey olarak görmenizi istiyorum. Diğer seçeneğin de mümkün olduğunu düşünelim. İstersek beyaz adamın tarım ve maden kaynaklarının tam olarak çalıştırılmadığı topraklara gitmesini önleyebileceğimizi düşünelim; o zaman o topraklara gitmemesinin aşağı ırkın olduğu yerlere yerleşip onlarla yaşamasından bin kat daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Tek sağlıklı seçenek ise oraya gidip aşağı ırkı tamamen kovmasıdır.
Bu durum, gerçekte, beyaz adamın Kuzey Amerika’da yaptığıyla aynıdır. Tarihin bazı bölümlerinin daha yakın zamandaki tecrübelere ışık tuttuğunu unuturuz. Yaklaşık iki yüz elli yıl önce ülkemizde temsilsiz vergiye karşı savaşan bir kişi4 ve dini görüşleri yüzünden hapse girmeyi umursamayan başka biri vardı.5 İngilizler her ikisiyle de gurur duyar fakat bazen her ikisinin de kendi çağlarının en önemli kapitalistlerinden olduklarını ve başka bir kıtada ayrıcalıklı şirketler kurduklarını unuturuz. Kurdukları çiftliklerde kendi bilgileriyle olmasa bile, en azından, günümüzde bizi şaşırtacak şekilde, hizmetçilerinin ve takipçilerinin bilgileriyle pek çok olay yaşandı. Fakat sakin bir şekilde durumu yargılayan birinin ne beyazların Amerika’ya hiç gitmemiş olmalarını dilediğini ne de beyazların ve Kızılderililerin Güney eyaletlerindeki zenci ve beyazlar gibi veya Güney Afrika’daki Kaffirler ve Avrupalılar gibi yan yana yaşamalarını veya Güney Amerika’daki İspanyol ve Hintliler gibi kanlarının karışmasını istediğini söyleme cesaretini gösteriyorum. Beyaz adamın medeniyeti özgür beyaz emeğine dayanan bir medeniyettir ve bu istikrar unsuru kaldırıldığı an, bu medeniyet de Yunanistan ve Roma’da olduğu gibi çökecektir. Beyaz adam ve Kızılderili arasında acı dolu ve hatta ayrıntılara bakıldığında korkunç olan var olma mücadelesinin, yanı başlarındaki kötülükten çok daha ağır bastığını varsaymaya cüret ediyorum. Dünyanın işleyişine ve düşüncelerine neredeyse hiçbir katkıda bulunmayan Kızılderili’nin yerinde medeni insanın ortak birikimine daha fazla katkıda bulunmak üzere birçok sanatta usta, dinç hayal gücü ve taze, hür dürtüleriyle yetenekli muhteşem bir millete sahibiz. Bu gerçeğin karşısına ancak Cooper’ın romanlarının ve Longfellow’un şiirlerinin Kızılderililere yönelttiği romantik merhameti koymanız gerekir ki, bu da terazinin kefelerini hiç etkilemeyecektir.
Fakat Amerika, ırklar arası mücadelenin ardından son derece ustaca bir insanlık gelişimine dikkat çekmemiz gereken bir durumdur. Avustralya milleti topraklarını ve kaynaklarını tamamen kullanamayan daha aşağı bir ırkı alteden muhteşem medeniyete başka bir örnektir. Tarihte geriye gittikçe aynı hikâyeyi neredeyse bütün Avrupa milletlerinde bulursunuz. Bazen fetheden ırk, medeniyet ve enerji açısından çok güçlü değilse Norman ve Anglo-Saksonların sonunda karışması gibi ırkların birleşmesi meydana gelir; diğer durumda Keltlerin İberyalıları kovması gibi, üstün ırk aşağı ırkı topraklarından kovar. Mücadele, ilerleme aşamasındayken ıstırap, hem de çok büyük bir ıstırap anlamına gelir fakat bu mücadele ve bu ıstırap beyaz insanın bugünkü gelişmişlik düzeyine gelmesini sağlayan basamaktır, onun artık mağaralarda yaşamadığı ve kök ve yemişlerle beslenmediği gerçeğini açıklar. İlerlemenin en güçlünün yaşamasına bağlı olması, bazılarınıza çok karanlık görünse de, var olma mücadelesine en iyi özelliklerini vermektedir; bu, en iyi madenin elde edildiği kızgın bir pota gibidir. Kılıcın pulluk demirine dönüştürülmesi gerektiği, Amerikalı, Alman ve İngiliz tüccarların hammadde ve gıda temini için dünya pazarlarında rekabet etmediği, beyaz ve siyahın toprağı aralarında paylaştığı ve her birinin toprağı istediği gibi sürdüğü bir zaman umut ediyor olabilirsiniz fakat bana inanın, o gün geldiğinde insanoğlu artık ilerlemeyecek; aşağı dölün verimliliğini kontrol edecek hiçbir şey olmayacak; kalıtımın acımasız kanunu doğal seçilim tarafından kontrol edilmeyecek ve yönlendirilmeyecek. İnsanoğlu duraklayacak ve çoğalmayı durdurmazsa felaket tekrar gelecek; Doğu’da gördüğümüz gibi açlık ve veba, ırklar arası mücadelenin yerine fiziksel seçilim bu işi daha acımasız ve Hindistan ile Çin’de görüldüğü üzere eskisinden daha az etkili bir biçimde yapacaktır.
Artan nüfus sorunuyla cesurca yüzleşelim. Bu sorundan kaçamayız. Önünde sonunda ilerleme gösteren her millette bu sorun hissedilmek zorunda kalınacaktır ve hissedilecektir; ırkın ırkla mücadelesi hakkında söylediklerim de her toplulukta kendini hissettirmektedir. Fransızlar gibi bir millet, çocuklarının sayısını büyük oranda sınırlayabilir fakat bu çocukların aşağı dölden değil de iyisinden olduğundan nasıl emin olabiliriz? Her iki dölden eşit oranda geliyorlarsa ve herhangi bir fire söz konusu değilse, milletin ilerlemesi durmuş demektir; ilerleme duraklar. Belirli oranda fire verilmesinin ilerleyen bir millet için neredeyse gerekli olduğundan eminim; aşağı döllerin kendi iradeleriyle çoğalamadıklarına, bir insanın bir yere yerleşip aileye sahip olması için belirli standartlara sahip fizik yapısı ve beyne ihtiyacı olduğuna kesin bir kanıt istiyorsunuz.
Francis Galton6, düşüncelerimizi soruna daha bilinçli bir şekilde döndürürsek, bu yönde sosyal eylemin gerekliliğini vurgularsak ve erkeklerle kadınların geleceğin vatandaşları için iyi ebeveynliğin önemini anlamalarını sağlarsak bu ilkel bilinçsiz kayıp sistemi altında ilerlediğimizden çok daha hızlı ilerleyebileceğimizi belirtmiştir. Fakat korkarım bizim şu anki ekonomik ve sosyal koşullarımız bu tür bir hareket için hiç de hazır değildir ve bu çok önemli ebeveynlik sorunu büyük oranda milli bir sorun olmaktan çok aileyle ilgili bir sorunmuş gibi görünmektedir. Aslında bu tür bir görüşün ne kadar anti-sosyal olabileceği kolaylıkla görülebilir. Toplumun bakış açısına göre biz, zihinsel veya fiziksel anlamda yetersiz olan güçsüz kişinin ebeveynlerine utanç duygusu aşılamak istiyoruz. Biz, ailelerin yeni bir vatandaş dünyaya getirdiklerini anlamalarını ve bu durumun bir taraftan çocuğun nesli ve bakımı ile ilgili olarak topluma karşı bir görev, diğer taraftan da ebeveynlerin devletten bakımın sağlık ve zihin açısından sağlıklı kadın ve erkek bireyler yetiştirilmesine uygun yaşam koşullarını oluşturmasına dair hak iddiası olduğunu kavramalarını istiyoruz. Bu ülkede evlilerin %25’inin, yani yetişkin nüfusunun altıda biri ile sekizde biri arasında değişen kısmının, bir sonraki kuşağın %50’sini ürettiğini aklınızda bulundurunuz. O zaman nüfusumuzun altıda biri ila sekizde birinin en kötü değil, en iyi döllerden alınmasının fiziksel ve zihinsel açıdan güçlü ırkın devamı için ne kadar gerekli olduğunu anlarsınız. Doğurganlığıyla uğraşmaya başlayan bir millet iki kuşak geçmeden bilinçsiz olarak milli özelliklerini değiştirmiş olabilir. (…)
Doğum oranımız belki de otuz yıldır düşmektedir. Bu azalan doğurganlığın aşağı döllerde meydana geldiğini söyleme cesaretini kim gösterecek? Tam tersine, en geniş aileye sahip olanlar beceriksizler ve müsrifler değil mi? Meslek sahipleri, ticaret sınıfı, dayanıklı ve tutumlu işçi sınıfı, kısacası, toplumun belirli bir hayat standardına sahip yetenekli unsurları geç evlenmekte, küçük ailelere sahip olmakta, kişisel rahatlarını artırmaktadır ve bunların hepsi milletin geleceği pahasına yapılmaktadır. Toplumun sınıflarındaki var olma mücadelesini ilerlemeyi durdurmadan askıya alamayız; milli özelliklerimizi bozmadan millet için aşağı döllerden asker toplayamayız.
İngiltere’deki ekonomik koşullarımız son otuz yıldır ne durumda? Servet birikimi bir toplumun bir kısmında öylesine yoğunlaşmıştır ki, insanın kendi türünü çoğaltmasından önce, hiçbir zekâ veya fizik testine gerek duyulmamıştır. Veraset vergisi ve var olan aslını boşa harcama eğilimi sadece ebediyen sürecek Allah vergisi beyinsizliğin son derece yetersiz ve sınırlı kontrolüydü. Toplumun diğer köşesinde ise daha fazla insanın doğmasıyla daha fazla rahatsızlığın yaratılamayacağı koşulların oluşmasına izin verdik; aşırı artan nüfus için koşulları aşağı yukarı etkisiz bir şekilde sağlamak üzere hazır bekleyen bir hayır kuruluşu ve devlet her zaman vardı. Aşağı dölün çoğalması üzerinde neredeyse hiçbir kontrol olmamıştır; sadece ellere ve kafaya sahip daha değerli işçilerin bulunduğu orta sınıfta insanlar, çocukların sayısına önem vermiş ve yaşam mücadelesinde bir dereceye kadar koşul koyma konusunda başarılı olmuştur.
Şu anda gelinen nokta elbette toplum genelinde çok tehlikelidir. Sahip olduğumuz bütün zekâyı ve kaslarımızı kullanmamızı gerektirecek bir kriz durumu ortaya çıkabilir ve iyiler pahasına aşağı dölün çoğalmasına izin verdiğimiz için yetenek eksikliği ve fiziki eksiklikle karşı karşıya kalabiliriz. Bir milletin güçlü insan kaynağına ihtiyaç duyacağı ve tam anlamıyla kullanılmayan sınıflardan ve iş alanlarından beyin ve kas gücünü çekmesi gereken durumlar vardır. İşte o gün kendine güçlüden değil de zayıf döllerden asker toplayan milletin vay haline!
* Karl Pearson, National Life from the Standpoint of Science, Londra, Adam ve Charles Black, 1901, s.19-29.