Batının Reddi*
Öğretmen ve serbest çalışan yazar Oswald Spengler’ın (1880-1936) Tarih Morfolojisi adlı eserinde ana hatlarıyla belirttiği üzere, Batının reddi ciddi bir tarih değil, zamanın ruh halinin yansımasıdır. 1920’lerde ciddi anlamda tartışılan kitap, 1914’te tamamlanmış fakat Birinci Dünya Savaşının sonuna dek yayımlanmamıştır.
Burada öyleyse Mısır İmparatorluğu, Romalılar, Çinliler, Hintlilerin yüzlerce ya da binlerce yıl var olmaya devam edebileceği - ölü vücutlar, şekilsiz ve cesareti kırılmış insan toplulukları, muhteşem bir tarihten kalan hurda yığını- gibi korkuları olan emperyalizmi ölümün tipik bir sembolü olarak ele almak gerektiğini açıklıyorum. Emperyalizm saflığı bozulmamış uygarlıktır. Bu fenomenal yapıda, Batının kaderi, geri dönülemez bir şekilde belirlenmiştir. Kültür insanının enerjisi içe dönerken, uygarlık insanınınki dışa dönmüştür. Ve buradan hareketle, Cecil Rhodes’te yeni bir çağın ilk insanını görüyorum. O, geniş kapsamlı, Batılı, Tötonik (Cermenlerle ilgili) ve özellikle Alman geleceğin siyasi tarzını savundu. Kendisinin “Genişleme her şeydir” sözü, aslında tam anlamıyla olgunlaşmış bütün uygarlıkların- Romalı, Arap ya da Çinli- kalıcı eğilimlerinin Napolyonvari yeniden tasdikiydi. Bu bir seçim meselesi değildir- bireylerin ya da karar veren bütün sınıf veya insanların özgür iradesi değildir. (…) Yayılımcı eğilim kaçınılmaz bir sondur, dünya-şehir sahnesindeki son insanoğlunu sımsıkı yakalayan, hizmete zorlayan ve ister istemez ya da farkında olmadan kullanan şeytani ve uçsuz bucaksız bir şeydir.
Bugüne kadar herkes, gelecek adına her ne isterse umut etmekte özgürdü. Hiçbir gerçeğin ve düşünce kuralının olmadığı bir yerde... Fakat bundan böyle, her insanın ne olabileceği ve buradan hareketle, kişisel idealler, umutlar ya da istekler hesaba katılmaksızın kaderin değişmez gerekliliğiyle neler olacağı hakkında kendini bilgilendirmesi gerekecektir.
Riskli kelime özgürlüğü kullanırken, şunu ya da bunu değil, ya gerekli olanı yapma ya da hiçbir şeyi yapmama özgürlüğünü kastetmeliyiz.“Tam olması gerektiği gibi” hissi, gerçeğin adamının nişanesidir. Bunun yasını tutmak ya da kınamak onu değiştirmek değildir. Ölüm doğuma aittir, yaş gençliğe, şekli ve tahsis edilen süresi ise hayata. Günümüz uygardır fakat kesinlikle kültürlü bir zaman değildir ve yalnız bu nedenle, yaşam kapasitesinin büyük bir kısmı, mümkün değilmiş gibi artık kullanılamaz hale gelir.
Bu, acınası olabilir ve belki karamsar felsefe ve şiirde buna acınabilir ve acınacaktır, fakat bunun aksini gerçekleştirmek bizim elimizde değildir. Net tarihi tecrübelere karşı gelmek ve sırf umut ettiğimiz için bunun ya da şunun gelişip büyüyeceğini beklemek makbul değildir ve olmayacaktır. Şüphesiz ki böyle bir dünya görüşüne itiraz edilecektir. Söz konusu dünya görüşü, geleceğin ana hatlarına ve eğilimine bu kesinliği vermek suretiyle, bütün geniş kapsamlı umutları yok edecek, sadece bir teori olmaktan çıkıp geleceği etkin bir tarzda şekillendiren şahsiyetlerin pratik yaşam şeması olarak benimsendiğinde, herkes için sağlıksız, pek çok kişi için ise öldürücü olacaktır.
Ben böyle düşünmüyorum. Biz Gotik ya da Rokoko değil, uygar insanlarız. Geç bir hayatın zorlu ve acı gerçeklerini hesaba katmak zorundayız; bu hayata paralellik, Pericles’in Atina’sında değil Sezar’ın Roma’sında bulunabilir. Batılı insan için, muhteşem resim ve müzik açısından artık herhangi bir sorun olamaz. Mimari imkânları ise bu yüz yıllarda tükenmiştir. Onlara sadece geniş/kapsamlı imkânlar kalmıştır. Sınırsız umutlarla dolu sağlam ve dinamik bir nesil açısından, bu umutlardan bazılarının boşa çıkacağını erkenden keşfetmenin bir dezavantaj olduğunu düşünmüyorum. Ve eğer yok olması kaçınılmaz olan umutlar en çok arzu edilenler olursa, o zaman, her şeyden daha kıymetli olan insan umutsuzluğa düşmez.
Kültürler organizmalardır ve dünya tarihi de onların kolektif biyografisi. Morfolojik olarak, Çinlilerin ya da Klasik Kültürün engin tarihi, bireyin ya da hayvanın ya da ağacın ya da çiçeğin küçük tarihinin tam anlamıyla eşdeğeridir. Faustçu bakış açısıyla bu varsayım değil, tecrübedir; sürekli ve her yerde kendini tekrar eden içsel formları tanıyabilmek istiyorsak, bitkilerin ve hayvanların karşılaştırmalı morfolojisi, bunun metotlarını bize çoktan beri öğretmektedir. Birbirini takip eden, bir biriyle büyüyen, birbirine dokunan, birbirini gölgeleyen ve bastıran birçok Kültürün kaderinde, insan tarihinin bütün muhteviyatı özetlenmiştir. Şu zamana kadar “insanın ilerleme tarihinin” basmakalıp yüzeyinin altında çok derinlerde saklanmış şekillerini serbest bıraksak ve onlara resmi geçit yaptırsak, bütün özel olan ya da gerekli olmayanların arasında, ilkel kültür yapılarını ve bütün bireysel Kültürlerin altında yatan Kültürü birbirinden ayırmayı başaramayız.
Her kültürün, kendi manevi yok oluş şekli vardır, bu, kendi hayatının gerekliliğini bir bütün olarak takip eder. Dolayısıyla, Budizm, Stoacılık ve sosyalizm, morfolojik olarak son fenomenine eşdeğerdir.
Her ruhun bir dini vardır. Din, ruhun varoluşunun sadece bir başka adıdır. Kendini bütün sanatlarda, doktrinlerde, geleneklerde, tüm metafiziksel ve matematiksel şekil dünyalarında, bütün motiflerde, her düzyazıda, şiirde ve fikirde tanımlayan, yaşayan tüm formlar, son tahlilde dinidir ve öyle olmak zorundadır. Fakat uygarlığın başlamasıyla beraber, her şey değişmiştir. Her Kültürün özü din olduğu için, böylece -ve sonuç olarak- her uygarlığın özü de dinsizliktir. Bu iki kelime eş anlamlıdır. Bunu Velasguez’in karşısında Manet’in, Wagner’in karşısında Haydn’in, Phidias’ın karşısında Lysippus’un, Pindar’ın karşısında Theocritus’un yaratıcılığında göremeyen, sanatta en iyinin ne demek olduğunu bilmez. Rokoko bile, en dünyevi eserlerde yine de dinidir. Fakat Roma yapıları, tapınak da olsalar, dinsizdir; eski Roma‘da dini mimarinin tek örneği, camilerin ilki olan, Mecusi ruhu karışmış Panteon’dur. Eki Kültür şehirleri karşısında megalopolis (birleşik şehirler), Atina karşısında İskenderiye, Brüksel karşısında Paris, Nürnberg karşısında Berlin, son ayrıntısına varıncaya kadar dinsizdir, sokakların görünüşünden, yüzlerdeki kuru zekâ ifadesine kadar… Ve buna uygun olarak Megalopolisin simgesel diline ait olan ahlaki düşünceler de dinsiz ve aynı zamanda ruhsuzdur. Sosyalizm, Faustçu dünya fikrinin dinsizleşmesidir.
Tarihsel dünya-resminde kültürün uygarlığa olağanüstü dönüşümünü, kültürün dönüm noktasını - daha önce de belirttiğim gibi- insanlığın ruhsal verimliliğini sonsuza dek kaybettiği değişim zamanını; bir insanın varoluşundaki en değersiz parçasına dahi kademe kademe anlatan, yaşayan içsel dindarlığımızın neslinin tükenmesidir ve sonunda inşa etmek doğurmanın yerini alır. “Kısırlık” kelimesini gerçekleşmiş kaderin işareti olarak bütün ciddiyetiyle anlamak, büyük şehrin beyin-insanını ortaya çıkartır. Ve değişimin kendini sadece muhteşem sanatın, muhteşem zarafetin, muhteşem biçimsel düşüncenin, her alandaki muhteşem tarzın yok olmasında değil, aynı zamanda çok dünyevi olarak çocuksuluğunda ve uygar, köksüz sınıfın ırk-intiharında (bize has olmayan fakat Roma ve Çin İmparatorluğunda gözlemlenmiş, esefle kınanmış tabii ki çaresi bulunmamış bir fenomen) göstermesi, tarihi sembolizmin en etkileyici gerçeklerinden biridir.
Bu yeni ve tamamen entelektüel eserlerin yaşayan temsilcileri olarak “Yeni Düzen”in adamlarına, her gerileme çağında umutların bağlandığına hiç şüphe yoktur. Onlar, büyük şehrin değişken Ayaktakımı, şehrin köksüz kalabalığı (Atinalıların tabiriyle, oi polloi), şehirde bile yaşasa topraktan gelen ve köylü olan İnsanların, Kültür-halkının yerine geçmiştir. Onlar, İskenderiye ve Roma’nın pazaryeri aylakları, şimdiki zamanın gazete okuyucularıdır; o zamanın ve şimdinin entelektüel sıradanlık kültünü ve bir reklam kilisesini oluşturan “eğitimli” insandır; tiyatronun, eğlence yerlerinin, sporun ve en “çok satanlar”ın kitlesidir. … Stoacı ve sosyalist propagandanın amacı insanlık değil, bu son zamanlarda ortaya çıkan kitledir ve bunlar Yeni Mısır İmparatorluğunda, Budist Hindistan’da ve Konfüçyüs’ün Çinindeki eşdeğer fenomenlerle eşleştirilebilir.
Buna bağlı olarak, halk etkisinin kendine özgü bir şekli vardır, Tenkit. Önceleri Helenistik bir fenomen olarak gözlenen Tenkit, bütün uygarlıklarda etkilidir. Diyalektikle, uygulamalı olarak ve alt tabakayla her yönden, büyük insanların anlamlı ve geniş kapsamlı eski Yaradılışının yerini, küçük ve hin olanların kontrolsüz Ajitasyonu almış, fikirler hedeflerle, semboller programlarla yer değiştirmiştir. Bütün uygarlıklarda ortak olan genişleme unsuru, dıştaki boşluğun içteki manevi boşlukla yayılımcı bir şekilde yer değiştirmesi de bunu tanımlar. Nicelik niteliğin, yayılma derinleşmenin yerini alıyor. Bu aceleye getirilen sığ faaliyeti, Faust’un iktidar arzusu ile karıştırmamalıyız. Bütün bunlar, yaratıcı iç dünyanın bir sona geldiği ve entelektüel varoluşun, Şehrin boşluğunda, görünüşte bir etkiyle, sadece maddi olarak ayakta tutulabileceği anlamına gelmektedir. Tenkit; kesinlikle “dinsizlerin dinine” aittir ve “ruhların tedavisi”nin aldığı karakteristik yapıdır. O, Hindistan öğütleri, Klasik retorik ve Batı gazeteciliği gibi görünür. En iyinin değil, en çoğun ilgisini çeker; yöntem ve araçlarını, onların elde başarının derecesine göre değerlendirir. Konuşma ve yazı vasıtasıyla, büyük şehrin pazaryeri ve salonlarını dolduran ve onlara hükmeden entelektüel bir erkek fahişenin yerini alır.
* Oswald Spengler, Batının Düşüşü, 1926,. sf. 36–37, 39-40, 104, 356, 358-60, Alfred A. Knopf, Inc.