Aydınların İhaneti*
Ünlü bir kitap olan Aydınların İhaneti (1927) isimli eserde, Fransız filozof Julien Benda (1867-1956), modern aydınları veya “kâtipleri”, siyasi partizanlık için tarafsız ve spekülatif batı geleneklerini terk etmekle itham etmektedir. Açıkça hızlı bir şekilde yayılıyor olsa da, Benda’nın suçlaması, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri süre gelen fikri hayatın başlıca bir fenomenini kesin olarak tespit etmektedir: daha sonraları, özellikle Sağ ve Sol’un uç noktalarıyla (aşırılıklarıyla) “meşguliyet” veya onlara “bağlılık” şeklinde adlandırılan fenomen.
Topyekûn buraya kadar anlattıklarım içerisinde, ister burjuva veya proletarya olsun, ister krallar, bakanlar, siyasi liderler olsun, tüm yaptığı aslında maddi kazançların peşine düşmekten ibaret olan ve gitgide daha yalnız ve sistematik bir şekilde realistleşerek sadece kendisinden bekleneni yapmış olan insan türünün meslek sahibi olmayanlar dediğim bölümünden, sadece kitleleri göz önünde tuttum.
Bu insanlıkla yan yana (…) yüzyılın son yarısına kadar başka, aslında farklı, bir insanlık vardı ki bu belli bir kapsamda önceki üzerinde bir denetim vazifesi görmüştür. Kastettiğim sınıf insan, “memurlar” olarak adlandırdığım sınıftır. Bu tanımla aslında uygulanabilir bir hedef peşinde olmayanları, mutluluğu bir sanatın veya bir bilimin icrasında veya metafiziksel düşünmede, yani kısaca maddi olmayan avantajları edinmede arayanların hepsini, buradan hareketle de belli bir tavırla şöyle söyleyenleri kastediyorum: “Benim krallığım bu dünyadan değildir.” Gerçekten de, tarih boyunca, modern zamanlara kadar iki bin yıldan fazla zamandır, etkileri ve hayatları yığınların realizmiyle tamamen zıt yönde olan, aralıksız bir dizi filozof, din adamları, edebiyat adamları, ressamlar, bilgili adamlar(bu süreçte neredeyse herkes denebilir) görmekteyim. Özellikle siyasi ihtiraslara gelmek gerekirse memurlar, bunlara iki şekilde karşıydı. Ya bu ihtiraslara karşı tamamen kayıtsızdılar ve tıpkı Leonardo da Vinci, Malebranche, Goethe gibi, aklın saf tarafsız faaliyetine ilişkin bir örnek teşkil edip varoluşun bu biçiminin yüce değerine bir inanç yarattılar; ya da ahlakçılar olarak insan egoizminin ihtilaflarına uzun uzun bakarak, tıpkı Erasmus, Kant, Renan gibi, bu ihtiraslara tamamen karşıt ve bunlardan üstün soyut bir prensibin benimsenmesi için insanlık ve adalet adına dua ettiler.
Her ne kadar bu memurlar, bireysel egoistliğe hükmeden modern devleti kurmuşlarsa da faaliyetleri şüphesiz ki esas olarak teoriktir ve işi gücü olmayan insanların tüm tarihi, kurbanlarının ve kinlerinin gürültüsüyle doldurmalarını engelleyemezler. Ne var ki memurlar, işi gücü olmayan kimselerin faaliyetlerini bir din haline getirmelerine, bu faaliyetleri gerçekleştirmek suretiyle kendilerini büyük insanlar olarak düşünmelerine engel olmuşlardır, Belki de memurların sayesinde, insanlık, iki bin yıl boyunca kötülük yaptı fakat iyiyle onurlandırıldı. Bu çelişki, insan türü için bir onurdur ve uygarlığın dünyaya giriverdiği çatlağı şekillendirmiştir.
Şimdi On Dokuzuncu yüzyılın sonunda esaslı bir değişim ortaya çıkmıştır: memurlar, siyasi tutkular oyununu oynamaya başlamışlardır. Halkın realizminin denetmeni olarak memurluk yapan adamlar, bir nevi uyarıcı gibi davranmaya başladılar. İnsanlığın ahlaki davranışlarındaki bu karışıklık, birkaç yoldan etkili olmuştur.
Her şeyden önce memurlar, siyasi tutkuları benimsemişlerdir. Kimse inkâr etmeyecektir ki bütün Avrupa’da bugün edebiyatçıların, sanatçıların, ciddi sayıdaki akademisyenin, filozofun ve diyanet “bakanlarının” çok büyük bir çoğunluğu, ırklar ve siyasi hizipler arasındaki kini hep birlikte paylaşmaktadırlar. (…)
İlk etapta memurlar, diğerlerinden farklı olarak insanların kendileri hakkında bilinçli olma arzularını yüceltmek ve kendini dünya çapında tanıtmak yönündeki her eğilimi aşağılık olarak beyan etmek üzere yola çıktılar. Öğretileri şimdi birçok meslektaşları tarafından hor görülmekte olan Tolstoy ve Anatole France gibi belli yazarlar hariç, Avrupa’nın bütün etkili ahlakçıları, son elli yıl boyunca, Bourget, Barres, Maurras, Peguy, d Annunzio, Kipling, Alman düşünürlerinin çok büyük bir çoğunluğu, insanların millet ve ırk olarak kendilerinin bilincine varma yönündeki çabalarını övmüştür. Bu, onları diğerlerinden ayırdığı ve diğerlerine karşıt hale getirdiği ölçüde, genel anlamda insan olarak ve etik değerlerin yükselişi anlamında kendilerinin bilincine varmaya ilişkin her emelden utanç duymalarına sebep olmuştur. Stoics döneminden beri faaliyetlerini, soyut ve sonsuz bir varlığın yararına ulusal egoizmin yok edilmesi için vaaza vakfetmiş olanlar, bu tür her hissi ifşa etmek ve söz konusu egoizmin mağrur ahlakını ilan için yola çıkmıştır. (…)
Modern memur, evrensellik duygusunu açığa vurur ve bunu sadece ulusun yararına yapmaz, aynı zamanda belli bir sınıfın yararına yapar. Bizim çağımız, diğerleriyle aralarındaki farklılıkları kontrol etmeye ve kendi ortak insani tabiatları hakkında bilinçlenmeye çalışmaktan çok uzak olan burjuvazi dünyasına(ya da çalışan sınıfa), bütün derinliği ve sadeliğiyle bu farklılıkların bilincine varmaları gerektiğini ve bu gayretin saf ve soylu olduğunu ilan eden ahlakçılar görmüştür. Bununla birlikte buradaki her bir birlik arzusu aşağılık ve korkaklık ve aynı zamanda aklın zayıflığının bir işaretidir. Bu, herkesin bildiği gibi Şiddet üzerine Fikirler’deki tezdir ve modern ruhun havarilerinin bütün galaksisi tarafından övülmektedir. Memurların sınıf farklılıklarına karşı bu tavırlarında, kesinlikle ulusal farklılıklara karşı olan tavırlarından daha yeni bir şey var. Bu öğretinin sonuçlarını ve her iki sınıfa da rakibine şiddet uygulamasında verilen (şimdiye kadar bilinmeyen) kini keşfetmek adına, sadece burjuva sınıf için İtalyan Faşizmine ve işçi sınıf için Rus Bolşevizm’ine bakmanız yeterlidir.
* Julien Benda, Aydınların İhaneti, 29-31, 60-1, 71-2 sf. 1928, William Morrow and Company, Inc.