I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Almanya ve Bir Sonraki Savaş*

Friedrich von Bernhardi

General Frederich von Bernhardi (1849-1930) ,Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Alman militarizminin açık sözlü bir sözcüsüydü. 1870 Fransa-Prusya Savaşı’na katılmak için tam zamanında orduya katıldı ve 1909 yılında emekli olmadan önce kolordu komutanlığına kadar yükseldi. Prusya Genelkurmay Başkanlığı’ndaki uzun süreli askeri tarih bölümü başkanlığı görevi ona okuma ve araştırma için gerekli zamanı sağladı. Bu sürecin sonucu ise emekliliğinden kısa süre sonra kışkırtıcı bir şekilde Almanya ve Bir Sonraki Savaş (1912- Germany and The Next War) ismi verilen kitabının basımıydı. Basıldığı yılda kitabın İngilizce çevirisi çıktı ve bu bir sansasyona sebep oldu, çünkü Bernhardi’nin, Alman politikasının resmi sözcüsü olduğuna inanılıyordu (şu anda bunun yanlış olduğunu biliyoruz.). Yine de Almanya’daki yönetici sınıf içinde büyük ölçüde yaygın olan görüşleri ifade etti. Aşağıdaki kısım “Savaş Yapma Hakkı” başlıklı bölümden alınmıştır.

Savaşın Olumlu Sosyal Ve Tarihi İşlevi Nedir?

Immanuel Kant’ın yaşlılık döneminde “Ebedi Barış” isimli bilimsel incelemesini yayımladığı 1795 yılından beri, birçok insan savaşın bütün iyiliklerin yıkımı ve bütün kötülüklerin kaynağı olduğunu sabit bir gerçek olarak değerlendirmiştir. Tarihin öğrettiklerine rağmen, milletler arasında mücadelenin kaçınılmaz olduğu ve medeniyetin gelişiminin, savaşın ortaya çıkardığı gücün bir sonucu olduğu görüşü benimsenmedi. Fakat savaş, söz konusu insan teorileri ve koşulların değişiminden etkilenmeden, sürekli ülkeden ülkeye orduların çarpışmasıyla ilerledi ve yaratıcı ve arındırıcı gücünün yanında yıkıcı gücünü de kanıtladı. Fakat savaş insanoğluna doğasında gerçekten ne olduğunu öğretmekte bir türlü başarılı olamadı. Uzun süren savaşlar ise, tam tersine, milletlerin siyasi ilişkilerinde savaşı mümkün olduğunca dışta tutma dileğini her zaman canlı tuttu.

Bu dilek ve umut günümüzde de hâlâ yayılmaktadır. Barışın korunması devlet adamlarının amaçladığı tek şey olarak yüceltilmektedir. Barışa duyulan bu niteliksiz arzu, günümüzde insanların ruhları üzerinde oldukça tuhaf bir güce sahip olmuştur. Bu barış arzusu, barış derneklerinden ve barış kongrelerinden topluma yayılmıştır; her ülkenin ve her partinin basını sütunlarını barışa açmaktadır. Bu yöndeki akım o kadar güçlü ki, hükümetlerin çoğu görünüşte de olsa barışın korunmasının asıl amaçları olduğunu ileri sürmektedir; bir savaş çıktığında saldırgan bütün dünya tarafından kınanmaktadır ve bütün hükümetler biraz gerçekten, biraz da numaradan bu büyük yangını söndürmek için çabalamaktadır.

Bu barış isteği, çoğu medeni milleti kansızlığa sürüklemiştir ve sıklıkla epigoni (taklitçi) ırkın ortaya koyduğu ruh ve siyasi cesaret bozukluğu ile kendini ortaya koymuştur. H. von Treitschke’nin7 belirttiği gibi: “ Ebedi barış hayaliyle oynayanlar her zaman bezgin, ruhsuz ve bitkin çağlar olmuştur.”

Belirli sınırlar içinde herkes, savaşın tehlikelerini azaltma ve savaş acılarını hafifletme çabalarının haklı olduğunu kabul etmektedir. Savaşın sanayi hayatını geçici olarak bozduğu, ekonomik gelişmeyi sekteye uğrattığı, beraberinde büyük bir ıstırap getirdiği ve insanoğlunun ilkel barbarlığını vurguladığı inkâr edilemez bir gerçektir. Bu yüzden savaşın asıl doğasına uygun olduğu sürece, sudan sebeplerle çıkan savaşları ortadan kaldırmak ve savaşın ardından ister istemez ortaya çıkan talihsizlikleri sınırlama çabası göstermek en çok arzulanan amaçlardandır. Bu sınırlı katman içinde Lahey Barış Kongresi’nin8 başardıkları, savaşın insanileştirilmesinde hoş görülen diğer şeyler gibi evrensel takdiri hak etmektedir. Fakat amaç, savaşı tamamen ortadan kaldırmak ve tarihsel gelişimdeki önemli yerini inkâr etmekse durum başkadır.

Bu arzu, bütün hayata hükmeden büyük evrensel yasalara tamamen karşıdır. Savaş, büyük öneme sahip, insanoğlunun hayatında vazgeçilemeyecek düzenleyici bir unsur olarak biyolojik bir gerekliliktir, çünkü savaş olmadan ırkın ve sonucunda gerçek medeniyetin bütün gelişmelerine engel olan sağlıksız bir gelişim takip edecektir. “Savaş, her şeyin babasıdır.”

Var olma mücadelesi, doğada sağlıklı gelişimin temelidir.9 Var olan her şey kendisini yarış halindeki güçlerin sonucu olarak gösterir. Bu yüzden mücadele, insanoğlunun hayatında sadece yıkıcı değil, hayat veren bir ilkedir. Goethe’ye göre, “Altetmek veya altedilmek yaşamın özüdür” ve güçlü hayat üstünlük kazanır. Güçlünün kuralları her yerde geçerlidir. Kendileri için en uygun yaşam koşullarını sağlayabilen ve kendilerini doğanın evrensel ekonomisinde savunabilen formlar hayatta kalır. Zayıf olan yenik düşer. Bu mücadele, biyolojik yasaların bilinçsiz etkisi ve karşıt güçlerin etkileşimi ile düzenlenmekte ve kısıtlanmaktadır. Florada ve faunada bu süreç bilinçaltı bir şekilde yürütülmektedir. İnsan ırkında ise bu süreç bilinçli bir şekilde sürdürülmekte ve sosyal kurallarla düzenlenmektedir. Güçlü irade ve ileri zekâya sahip bir insan hırslı yükselme çabasıyla bütün fırsatları değerlendirerek kendini kanıtlamaya çalışır; birey bu çabasında sadece doğru bilinci ile yönlendirilmekten uzaktır. Birçok insanın yaşam mücadelesi şüphesiz ki özverili ve ideal güdülerle belirlenmektedir; sahip olma dürtüsü, eğlence ve takdir görme özlemi, kıskançlık ve intikam arzusu gibi daha az asil tutkular büyük oranda insanların eylemlerini belirlemektedir. Hatta belki de bu, sıklıkla üstün birinin doğasını bile evrensel var olma ve eğlence mücadelesine indirgeyen yaşama ihtiyacıdır.

Bu konuda hiçbir şüphe olamaz. Millet bireylerden, toplulukların devletinden oluşur. Her bir üyeyi etkileyen dürtü bütün yapıda belirgindir. Bir milletin diğeriyle olan ilişkisini yöneten başlıca şey mülk, güç ve egemenlik için verilen sürekli mücadeledir ve bu hakka çıkarlarla uyumlu olduğu sürece saygı duyulur. İnsani duygulara ve arzulara sahip insanoğlu, geniş hareket alanı için çabalayan milletler var oldukça çatışan çıkarlar ve savaş durumları ortaya çıkacaktır.

Savaşta en iyi fiziksel, zihinsel, ahlaki, maddi ve siyasi güç seviyesine sahip ve bu nedenle kendini en iyi şekilde savunabilen millet başarılı olacaktır. Savaş, böyle bir milleti uygun yaşam koşullarıyla, yayılma ve geniş çapta etki için geniş olanaklarla donatacak ve böylece insanoğlunun gelişimini destekleyecektir, çünkü savaşta üstünlük sağlayan zihinsel ve ahlaki etkenlerin ayrıca genel ilerlemeci bir gelişimi de mümkün kıldığı açıktır. Bu etkenler zaferi elleriyle sunarlar, çünkü ilerleme unsurlarına sahiptirler. Savaşın olmadığı durumlarda aşağı veya bozulan ırklar sağlıklı bir şekilde filizlenen unsurların olgunlaşmasını kolaylıkla engelleyebilir ve evrensel bir bozulma bunu izler. (…)

Bir topluluğun üyeleri arasında olduğu gibi, insanlar ve devletler arasında da medeni bir hayatın bütün bölümlerinde barışçıl bir rekabet, her zaman savaşa dönüşmesi gerekmeyen bir mücadele olabileceği açık bir gerçektir. Mücadele ve savaş aynı şey değildir. Bu rekabet, toplum içi mücadele ile aynı koşullarda ortaya çıkmaz ve bu yüzden de aynı sonuçları doğurmaz.

Devlet içindeki bireyler ve gruplar arasındaki mücadelenin üzerinde adaletsizliğin engellenmesini ve doğrunun geçerli olmasını sağlayan bir kanun vardır. Kanunun arkasında ise toplumun ahlaki ve manevi çıkarlarını sadece korumak değil, aktif olarak desteklemek için haklı olarak kullandığı güçle donatılmış devlet bulunur. Fakat adaletsizliği sınırlamak ve rekabeti insanoğlunun en yüksek amaçlarını desteklemek üzere bilinçli bir sebeple kullanmak için devletlerin rekabeti üzerinde tarafsız bir güç yoktur. Devletler arasındaki adaletsizlik üzerindeki tek kontrol güçtür ve ahlaklılıkta ve medeniyette her birey kendi sorumluluğunu üzerine almalı ve amaçları ve ideallerini yüceltmelidir. Bunu yaparken diğer devletlerin idealleri ve görüşleriyle çatışıyorsa ya üstünlüğü rakip kişilere veya devlete teslim etmeli ya da güce karşı gelmeli ve kendi görüşlerinin egemen olması için gerçek mücadele riskiyle, yani savaş riskiyle yüzleşmelidir. Devletler arasında hüküm verecek ve hükümlerinin egemen olmasını sağlayacak bir güç yoktur. Aslında ilerlemenin gerçek unsurları için yolsuzluk ve bozulma ruhu üzerindeki egemenliği güvence altına almak için savaştan başka yol yoktur.

Elbette, birkaç zayıf milletin birleşip daha güçlü bir milleti yenmek amacıyla daha üstün bir birlik oluşturacakları durumlar da ortaya çıkacaktır. Bu girişim bir süreliğine başarılı olacaktır fakat sonunda dayanma gücü fazla olan taraf üstün gelecektir. Güçlü millet kısa süreli bir başarısızlıktan kendisine sayısal üstünlüğe karşı zafer getiren yeni bir güç kazanırken müttefik muhalifler kendi içlerinde nifak tohumlarına sahiptir. Almanya’nın tarihi bu gerçeğin anlamlı bir örneğidir.

Bu yüzden mücadele, doğanın evrensel kanunudur ve mücadeleye yol açan kendini koruma içgüdüsü, var olmanın doğal bir şartı olarak kabul edilir. “İnsan bir savaşçıdır.” Gerek bireyin varlığında, gerekse birey yığını olan devletlerin hayatlarında fedakârlık yaşamdan vazgeçmektir. Birinci ve en önemli kanun kişinin kendi bağımsız varlığını savunmasıdır. Sadece kendini savunma yoluyla devletler, vatandaşlarının yaşam koşullarını sürdürebilir ve her bireyin kendilerinden iddia etme hakkına sahip olduğu yasal korumayı sağlayabilir. Bu kendini koruma görevi hiçbir şekilde düşman saldırılarının geri püskürtülmesiyle tatmin olmaz; yaşam ve gelişme olasılığını devletin himayesindeki tüm organları güvence altına alma zorunluluğunu da kapsar.

Güçlü, sağlıklı ve gelişen milletler sayı olarak artar. Belirli bir süreden sonra sürekli bir sınır genişlemesi ve artan nüfusun barınması için yeni bölgeler gerekir. Dünyanın neredeyse her yeri iskân edildiği için, bir kural olarak, yeni bölge, sahipleri pahasına, yani daha sonra gereklilik yasası haline gelen fetih yoluyla ele geçirilmelidir.

Fetih hakkı evrensel anlamda kabul edilmiştir. İlk başlarda yöntem barışçıldır. Fazla nüfusa sahip ülkeler diğer devlet ve bölgelere bir göçmen akımı başlatır. Bu kişiler yeni ülkenin yasama organına teslim olur fakat rekabet halinde oldukları gerçek yerleşik halk pahasına kendileri için uygun varlık koşulları elde etmeye çalışırlar. Bu, fetih anlamına gelir.

Sömürgeleştirme hakkı da tanınmaktadır. Uygarlaşmamış kitlelerin yaşadığı devasa bölgeler, daha medeni devletler tarafından işgal edilir ve onların egemenliğiyle karşı karşıya kalır. Daha üstün medeniyet ve buna uygun şekilde daha büyük güç, ilhak hakkının kaynağıdır. Bu hak son derece belirsiz bir haktır ve medeniyetin hangi dereceye kadar ilhak ve zaptı haklı bulduğunu belirlemek imkânsızdır. Bu uluslararası ilişkilere geçerli bir sınır bulmanın imkânsızlığı birçok savaşın sebebi olmuştur. Zapt edilen ülke, zapt hakkını tanımaz ve daha güçlü medeni millet ise zapt edilenin bağımsızlık iddiasını reddeder. Bu durum, özellikle medeniyetin koşulları zaman içinde değiştikçe kritik hale gelir. Söz konusu millet daha yüksek yaşam biçimlerini ve kavramlarını benimsemiş olabilir ve medeniyet farkı sonuç olarak azalmış olabilir. Bu tür bir durum şu an Britanya Hindistan’ında olgunlaşmaktadır.

Son olarak, savaş yoluyla fetih hakkı her zaman tanınmıştır. Bunun nedeni, insanların medeni olmayan ırklardan koloni kazanamaması fakat devletin anavatanın artık besleyemediği fazla nüfusu elde tutmak istemesi olabilir. O zaman gerekli bölgeyi ele geçirmenin tek yolu savaştır. Böylece kendini koruma içgüdüsü kaçınılmaz olarak savaşa ve yabancı toprakların fethine yol açar. O zaman hakka sahip olan toprak sahibi değil, galip gelendir. Tehdit altındaki insanlar, ana fikri Goethe’nin satırlarında bulabilir:

“Atalarından miras aldığın şeye sahip olmak için kazanman gerekir.”

* Friedrich von Bernhardi, Germany and the Next War, Londra, Edward Arnold,1912, s. 8-15.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.