1930 Büyük Çöküş*
İngiltere Cambridge’deki King’s College mezunu olan John Maynard Keynes (1883-1946), Yirminci yüzyılda Batı dünyasının şüphesiz en etkili ekonomistidir. Önde gelen kitabı Barışın Ekonomik Sonuçları’nda (1919) Versailles Antlaşması’nın tazminat maddelerini en sert şekilde eleştiren kişi olarak ün salmıştır. Bunu, dönemin Maliye Bakanı’na yaptığı nükteli eleştiriler izler. Keynes, Churchill’in Ekonomik Sonuçları (1925)başlıklı kitabında Churchill’in savaş öncesi altın standardına dönüşünü eleştirir ve bu durumun başka bunalımları tetikleyeceğini öngörür. Büyük Buhran tüm dünyayı etkilediğinde Keynes yatırımın yeniden teşvik edilmesini hedefleyen, alışılmışın dışında para politikaları izlenmesi gerektiğini önermiştir. Görüşlerinin Amerika’nın Yeni Düzen politikası üzerinde büyük etkisi vardır. Keynes Kapitalizmin son demlerinde olduğu genel görüşüne karşı çıkar. “Büyük Çöküş” üzerine yazdığı makalesi ilk olarak Aralık 1930’da bir İngiliz dergisinde yayınlanmıştır.
Dünya modern tarihin en büyük ekonomik felaketinin gölgesinde yaşamakta olduğumuzun farkına yavaş yavaş bu yıl varıyor. Fakat sokaktaki adam da olup bitenlerin farkına vardığı için, neden ve nasıl olduğunu bilmeden, belanın başlangıcında daha makul bir kaygısı bile yokken, o zaman olduğu kadar bugün de büyük korkularla dolu. Geleceğinden emin olamamaya başladı. Gerçeklerin karanlığıyla yüzleşmek için şimdi tatlı rüyalarından mı uyanıyor? Yoksa geçip gidecek bir kâbusun içine mi düşüyor?
Şüpheci olmamıza gerek yok. Bu bir rüya değildi. Sabah olduğunda geçecek bir kâbus. Çünkü Doğanın kaynakları ve insan aygıtları daha önce oldukları kadar şimdi de verimli ve üretkendir. Yaşamın maddi sorunlarını çözmekte kaydettiğimiz ilerleme eskisinden daha yavaş değil. Herkesi yüksek yaşam standardına kavuşturmakta önceden olduğu gibi hâlâ yetkiniz. Demek istediğim, örneğin yirmi yıl öncesiyle karşılaştıralım, daha da yüksek standartlara ulaşmayı öğreneceğiz. Önceden kandırılmamıştık. Fakat bugün nasıl çalıştığını anlamadığımız hassas bir makinenin kontrolleriyle cebelleşerek kendimizi muazzam bir karmaşanın içine soktuk. Sonuçta zenginlik olasılıklarımız bir süre, belki de uzun bir süre boyunca boşa harcanabilir.
Kendi aklımdakiler ile okuyucunun aklındakiler arasında iyi bir etkileşim kurabileceğimden şüpheliyim. Mesleğin yabancıları için fazla, uzmanı içinse çok az şey söyleyebilirim. Çünkü kimsenin inanmamasına rağmen, ekonomi teknik ve zor bir konudur. Hatta bir bilim haline gelmektedir. Ancak bazı eksiklikler olsa da elimden geleni yapacağım, çünkü çok karmaşık; güncel olayları tam olarak anlayabilmek için daha fazlası gerekir.
Öncelikle çöküşün aşırı şiddetinin farkına varılmalıdır. Dünyanın üç lider endüstri ülkesinde, yani ABD, Büyük Britanya ve Almanya’da, on milyon kişi işsizdir. Endüstriyi genişletmek için yeterli kar elde edilen her yerde kayda değer az sayıda iş vardır, işte bu gelişme için bir sınavdır. Aynı zamanda ana üretim ülkelerinde maden ve tarım ürünleri her önemli ticari malda olduğu gibi üreticilerin çoğunluğunun masrafını bile karşılamayan fiyatlara satılıyor. 1921’de fiyatlar bir anda düştüğünde, düşüş üreticilerin anormal kar elde ettikleri piyasaların canlanma noktasındayken gerçekleşmişti; tarihte geçtiğimiz yıl olduğu gibi fiyatların normal rakamlardan böylesine büyük ve hızlı bir düşüş yaşadığı başka bir olay daha olmamıştır. Bu boyutta bir felaket de…
Üretimin durup işsizliğin en üst seviyeye erişmesinden önce geçen zaman, pek çok nedenden ötürü ana ürünlerin durumunda, imalatta olduğundan daha uzun sürer. Çoğu durumda üretim birimleri düzenli bir çelişki süreci oluşturmak için fazla küçük ve kendi aralarında daha kötü örgütlenmişlerdir; üretim süreci özellikle de tarımda daha uzundur; üretimi geçici olarak durdurmanın maliyeti daha büyüktür; herkes çoğu zaman kendi işverenidir ve çalışmak istedikleri gelirin çelişkisine daha kolay boyun eğerler; insanları işten çıkarmanın sosyal sorunları ilkel toplumlarda daha büyüktür; ana ürünlerin üretime ara vermenin finansal sorunları, bu ana ürünlerin insanların tüm geçim kaynağını oluşturduğu böyle ülkelerde çok daha ciddidir. Yine de esas üreticilerin mallarının imalatçılar kadar sınırlı olacağı evreye yaklaşmaktayız ve bu durumun imalatçılar üzerinde daha kötü bir etkisi olacaktır, ana üreticilerin imal edilmiş malları satın alma gücü kalmayacaktır. İşte bu böyle bir kısır döngüdür.
Bu açmaz içinde bireysel üreticiler aldatıcı hayallerini, sanki yalnızca onlar izliyormuş gibi tek bir üreticiyi ve üreticiler sınıfının yararına olacak ancak herkes izlediği için kimsenin faydalanamadığı yollar üzerine kurar. Örneğin belli bir ana ticari malın ürününün sınırlanması, bu ticari malı kullanan endüstrilerin malları sınırlanmadıkça o ürünün fiyatını arttırır; ancak bu mal her yerde sınırlanırsa o zaman ana ticari mala olan talep de arz kadar düşer ve kimse daha ileriye gidemez. Ya da yine belli bir üretici veya belli bir ülke ücretlerden kesintiye giderse, o zaman diğerleri onun yaptığını izlemedikçe, bu üretici veya ülke, mevcut ticaret hacminde daha yüksek bir orana sahip olur. Ancak ücretlerden her yerde kesinti yapılırsa, toplumun tümünde alım gücü, maliyetin azalması oranında düşer ve yine kimse ileriye gidemez.
Bu yüzden ne ürün kısıtlaması ne de ücretlerin azaltılması kendi içinde denge kurmaya yarar.
Hatta ürünleri parasal ücretlerin daha düşük seviyesinde yeniden oluşturursak, tabiri caizse savaş öncesi fiyat seviyesinde, dertlerimiz yine de son bulmaz. Çünkü 1914’ten bu yana hem para şartlı, ulusal hem de uluslararası tahvilli borç yükünün altına girilmiştir. Bu yüzden fiyatların düşüşü, borcun ayarlandığı paranın değerinin artması yüzünden, her defasında bu borç yükünü daha da ağırlaştırmaktadır. Örneğin fiyatları savaş öncesindeki seviyeye çekersek, İngiliz Milli Borcu 1924’te olduğundan %40, 1920’de olduğundan iki kat daha fazla olurdu; Young Planı’nı Almanya’nın zaten taşıyamayacağı gerçeğinde hemfikir olunan Dawes Planı’ndan16 daha büyük bir ağırlığı olurdu; müttefiklerinin ABD’ye olan borçları, düzenlemelerin yapıldığı tarihte olduğundan %40-50 daha da artardı; bu kredi alan ülkelerin yükümlülükleri Güney Amerika ve Avustralya’da da olduğu gibi, kredi veren ülkelerin çıkarı için yaşam standartlarını düşürmeden altından kalkılamaz hale gelirdi; tüm dünyada mortgage ile borçlanmış tarla ve ev sahipleri kendilerini borç aldıkları kurumların kurbanları olarak bulurlardı; bu gibi durumlarda, kapitalist düzeni temellerinden sallayacak bir dizi iflas, hata ve borç reddetmeyi önlemek için gerekli ayarlamaların zamanında yapılıp yapılamayacağı şüphelidir. Bu durum çalkantı, ayaklanma ve devrim için verimli bir toprak olurdu. Dünyanın pek çok bölgesinde de öyledir. Yine de Doğanın kaynakları ve insan aygıtları her zaman olduğu kadar verimli olacaktır. Makine bu karışıklık yüzünden yalnızca tutukluk yapmıştır. Fakat bu durum manyeto sorunumuz olduğu için sürüşün sonuna gelip hemen tangırdayan at arabasına geri döneceğimiz anlamına da gelmez.
Manyeto sorunumuz var. Öyleyse nasıl yeniden çalıştırırız? Olaylara bir de sondan bakalım:
1. Neden işçiler ve fabrikalar çalışmıyor? Çünkü sanayiciler zarar olmadan satış yapamazlar, onlar işe alınmış olsaydı ne üretilirdi?
2. Sanayiciler neden zarar olmadan satış yapamıyorlar? Çünkü fiyatlar maliyetlerin düştüğünden daha çok düşmüştür, hatta maliyetler çok az düşmüştür.
3. Öyleyse nasıl oldu da fiyatlar maliyetlerden daha çok düştü? Çünkü maliyet bir işadamının ticari mallarını üretmek için ödediği paradır, fiyat ise malı sattığında karşılık olarak ne alacağını belirler. Bu durumun tek bir iş ya da ticari mal için nasıl farklı olduğunu anlamak kolay. Fakat bir toplumun tamamı için, işadamının üretim sırasında yaptığı ödemeler, kamunun ürünleri karşılığında geri iş adamlarına ödedikleri miktarın kamu gelirini oluşturması nedeniyle, iş adamları ödeme yaptıklarında aynı miktarı geri alır. Çünkü bu, bizim normal üretim, alışveriş ve tüketim döngüsünden anladığımız durumdur.
4. Hayır! Maalesef bu böyle değil; işte sorunun kökü: işadamlarının üretim maliyeti olarak yaptıkları ödemenin kendilerine, ürettiklerinin satış hasılatı şeklinde geri dönüyor olması doğru değildir. Satış hasılatının üretim maliyetini geçmesi piyasalardaki canlanmanın bir özelliğidir ve maliyetlerin satış hasılatını geçmesi ise çöküşün bir özelliğidir. Ayrıca ürün oranlarını keserek ya da ücretlerden kısarak da olsa toplam maliyeti azaltarak denge sağlayabileceklerini sanmak bir hayaldir; çünkü harcamalar, kazanç sahibi müşterilerin satın alma gücünü azaltarak, satış hasılatlarını neredeyse eşit oranda azaltır.
5. Öyleyse nasıl oluyor da dünyadaki işletmelerin bütünü için toplam üretim maliyeti toplam satış hasılatına eşit olamıyor? Bu eşitsizlik neye dayanıyor? Sanırım cevabı biliyorum. Fakat burada yeterli şekilde açıklamak benim için çok karmaşık ve farklı bir durum… Öyleyse ben de biraz daha baştan savma olmalıyım.
Öncelikle piyasaya satış için çıkan tüketim mallarını ele alalım. Bu malların üreticilerinin kârı (ya da zararı) neye dayanır? Farklı bir açıdan bakıldığında toplumun toplam kazancının eşdeğeri olan toplam üretim maliyeti, belli bir oranla tüketim malları maliyeti ve sermaye malları maliyeti arasında bölünmüştür. Toplumun toplam kazancının eşdeğeri olan kamu geliri de aynı şekilde belli bir oranla tüketim mallarının alım giderleri ve birikimler arasında bölünmüştür. Şimdi, ilk bölüm ikincisinden daha fazla olursa, tüketim mallarının üreticileri para kaybeder; çünkü kamunun tüketim malları için yaptığı harcamalara eşit olan satış hasılatları (üzerinde biraz düşünmenin göstereceği gibi) bu malların üretim esnasında onlara mal olduğu miktardan daha az olacaktır. Öte yandan eğer ikinci oran birincisinden daha büyükse, tüketim malları üreticilere çok büyük kazanç sağlayacaktır. Takiben tüketim malları üreticilerin kârı, gelirlerinin büyük bölümünü bu gibi ürünler için harcayan (yani daha az birikim yapan) kamu tarafından ya da sermaye malları biçimini alan üretimin (bu durum tüketim mallarının daha küçük bir bölümü anlamına geldiği için)daha büyük bölümü tarafından eski haline getirilir.
Ancak sermaye ürünleri, bu ürünlerin üreticileri kar elde etmedikleri takdirde büyük oranlarda üretilmez. Böylece ikinci sorumuza geliyoruz: sermaye malları üreticilerinin kârı neye bağlıdır? Halkın birikimlerini para şeklinde likit ya da eşdeğeri olarak mı tutacağı yoksa sermaye malları ya da eşdeğerini mi satın alacaklarına bağlıdır. Halk bunlardan ikincisini almakta isteksizse, sermaye malları üreticileri zarar eder; sonuç olarak da daha az sermaye malı üretilir; sonuçta da yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü tüketim malları üreticileri de aynı şekilde zarar eder. Diğer bir deyişle bütün üretici sınıfı zarar edecektir ve genel işsizlik sürecektir. O zamana kadar bir kısır döngü oluşacak ve bir dizi etki-tepki sonucunda işler bu gidişatı durduracak bir olay oluncaya kadar daha da kötüye gidecektir.
Bu durum karmaşık bir olgunun çok basitleştirilmiş bir resmidir. Ancak içinde gerekli gerçeği de barındırdığına inanıyorum.
Eğer haklıysam, bu belanın temel nedeni piyasanın sermaye yatırımından memnun kalmamasından dolayı yeni girişimlerin yetersiz kalmasıdır. Ticaret uluslararası olduğuna göre, tüm dünyadaki yeni sermaye mallarının yetersiz ürünleri her yerdeki ticari malların fiyatlarını ve böylece bütün ülkelerdeki üreticilerin karlarını da etkiler.
Neden tüm dünyada yeni sermaye mallarında yetersiz ürün çıkışı vardır? Benim görüşüme göre bu durum pek çok nedenin bir araya gelmesinden kaynaklanır. İlk anda borç veren kurumların tutumundan kaynaklanıyordu, çünkü yeni sermaye mallarının büyük kısmı borç parayla üretilmektedir. Şimdi ise borç verenlerin olduğu kadar borç alanların da tutumundan kaynaklanıyor.
Pek çok nedenden ötürü borç verenler önceden ve şimdi de yeni girişimlerin karşılayabileceğinden daha yüksek şartlarda borç veriyorlar. İlk olarak, savaşta yapılan harcamalar telafi edilir ve borç veren kurumlar savaş öncesindekinden daha yüksek oranlar beklemeye alışırken, o girişim, yüksek oranları savaştan sonra bir süre daha karşılayabilir. İkincisi, Antlaşma hükümlerini yerine getirebilmek için borç alan siyasiler, yeni altın standardını karşılamak için borç alan bankalar, Borsa hareketliliğinde yer almak için borç alan spekülatörler ve son olarak fiyatların düşüşü sırasında ettikleri zararı karşılamak için borç alan hacizlilerin varlığı, hepsi gerektiğinde her türlü şartı kabul etmeye hazırdır, şimdiye kadar borç verenlerin çeşitli sınıflardan borçluları ilk girişimlerin karşılayabileceğinden daha yüksek oranlarda teminat altına almalarını sağlamıştır. Üçüncüsü, dünyanın istikrarsız durumu ve ulusal yatırım alışkanlıkları, her tür mantıklı şart altında yatırım yapmaya hazır pek çok borç veren kurumun olduğu ülkeleri kısıtlamıştır. Dünyanın büyük bölümü, bir nedenle, borç verenlerin güvenini kaybetmiştir, bu yüzden yeni girişimleri tamamen boğacak kadar büyük bir risk primi dayatırlar. Son iki yıldır, başlıca kredi sağlayan üç ülkeden ikisi, yani Fransa ve ABD, uzun vadeli krediler için kaynaklarını uluslararası piyasalardan çekmiştir. Bu arada, borç veren kurumların isteksiz tutumuna, bir o kadar isteksiz olan borç alanların tutumu eklenmiştir. Çünkü fiyatların düşüşü borç alanlar için bir felaket olmuştur ve yeni girişimlerini erteleyen herkes bu gecikmeden kazançlı çıkmıştır. Ayrıca borç verenleri korkutan riskler borç alanları da korkutmaktadır. Sonuç olarak ABD’de işletme ortamındaki bunalım devam ettiği sürece, son beş yılda yapılan yeni sermaye girişim hacmi ve daha başka girişimler için kazançlı fırsatlar şimdilik tükenmiş gibi görünmektedir. 1929’un ortalarına doğu yeni sermaye taahhütlerinin hacmi, ABD dışında bütün dünyada zaten yetersizdi. Bitirici darbe ise, bugün 1928’de olduğundan %20-30 daha az olan ABD yeni iç yatırımlarının düşüşü oldu. Bu yüzden bazı ülkelerde yeni kazançlı yatırım fırsatları daha önce olduğundan daha sınırlı, bazılarında da daha risklidir.
Borç verenlerin ve alanların düşünceleri arasında yeni sermaye yatırımı sonucunda bir uçurum oluşmuştur, sonuçta borç verenlerin birikimleri yeni sermaye işleri finanse etmek yerine, işletme zararı ve borç alan hacizliler tarafından tüketilmiştir.
Böyle olduğunda çöküş muhtemelen psikolojik nedenlerden dolayı biraz abartılmıştır. Bu yüzden her an yukarıya doğru bir tepki olabilir. Fakat benim görüşüme göre, borç verenlerin ve üretken borçluların düşünceleri, kısmen daha kolay şartlarla ve daha geniş coğrafi alanlara borç vermeye hazır borç verenler ve kısmen moralleri düzelen ve bu şekilde borç almaya daha hazır hale gelen borçlular tarafından bir noktada buluşturulana kadar tam bir iyileşme olamaz.
Modern tarihte bu ikisi arasındaki uçurum nadiren bu kadar büyük ve kapatılması bu kadar zor olmuştur. İrade ve zekâmızı, tanının doğru olduğuna dair inancın verdiği enerjiyle, taraflar arasında bir çözüm bulmak için bir araya getirmedikçe; tabi eğer bu tanı doğruysa, çöküş her düşen fiyatla birlikte ülkede aynı şekilde yıllar sürebilecek maddi servete ve sosyal istikrarda çok büyük bir hasarla, bir bunalım haline gelir. Bir çözüm ararsak, başlangıçtaki cümlelerimin iyimserliği en azından yakın gelecek için doğrulanmış olacaktır.
Gelecekteki politikaların sınırlarını çizmek bu makalenin kapsamı dışındadır. Ancak ilk adımı başlıca kredi veren ülkelerin merkez bankası yetkililerinden başka kimse atamaz; tek bir Merkez Bankası da tek başına yeteri kadar şey yapamaz. ABD Federal Rezerv Bankaları, Fransa Bankaları ve İngiltere Bankası’nın kararlı eylemlerinin, hastalığın kendisinin belirtilerini yanlış anlayan, durumunu kötüleştiren çoğu kimsenin inandığından daha büyük faydası olacaktır. Her şekilde en etkili tedavi, üç büyük kredi veren ülkenin Merkez Bankalarının uluslararası uzun vadeli kredi piyasasındaki güveni yeniden sağlamak için cesur bir planla bir araya gelmesiyle mümkün olacaktır; her yerde girişim ve aktivite canlanacak, fiyat ve kar eski haline gelecek, böylece sonunda dünyanın ticaret çarkı yeniden dönmeye başlayacaktır. Hatta altının sözde güvenirliğine sarılan Fransa yeniden zenginlik yaratma macerasına katılmasa bile, inanıyorum ki aynı şekilde düşünen ve davranan Büyük Britanya ve ABD birlikte, eğer neyin yanlış gittiğiyle ilgili güvenilir bir şekilde ikna olurlarsa, makul bir zaman içinde makineyi yeniden çalıştırabilirler. Çünkü bugün Kanalın ve Atlantik’in iki yakasında da yetkililerin elini kolunu bağlayan durum, onların ikna olamamalarından kaynaklanmaktadır.
* John Keynes, Essays in Persuasion, sf. 135-147, Harcourt, Brace&World, Inc.