Şair ve edebiyat eleştirmeni İngiliz John Addington Symonds (1840–1893), Rönesans hakkında şöyle yazmıştır: “Avrupa halklarının ortaya koyduğu insani ruh tarafından ortaya çıkartılan bilinçli özgürlüğe ulaşmanın tarihidir. (...) Rönesans döneminde aniden büyük önem kazanan sanat eserleri ve icatlar, bilgi ve kitaplar Orta Çağ dediğimiz Ölü Deniz’in kıyılarında ihmal edilip bırakılmıştı.” Symonds’a göre Rönesans, “bugünün milletleri olarak bizlerin, demokrat düşüncenin oluşumu içerisinde hâlâ evrilmeye devam ettiğimiz” büyük özgürlük tiyatrosunun ilk perdesini temsil etmektedir.1 Bu söylem, tarihçilerin genel olarak çok yakın zamanlara kadar kabul ettikleri ve ders kitaplarının ölümsüzleştirdiği “klasik” Rönesans kavramıdır. Kavramın temellerini atan ”yeniden doğuş” mecazının mucitleri İtalyan insancılar, tarihi de eski, orta ve modern olmak üzere üç döneme ayırır. Bununla beraber, klasik kavram tam ifadesini, Jakob Burckhardt’ın usta işi eseri İtalya’da Rönesans Uygarlığı‘nın 1860 baskısından önce bulmayacaktır. İngiliz Sydmond gibi, İsviçreli tarihçi için de Rönesans modern tarihin ilk bölümünü, yani bireyin Orta Çağın otoriterliğine, kolektivizmine ve çileciliğine karşı ayaklanma sürecini temsil eder. Burckhardt, kısmen de yaşadığı dönemin kaydını tutmak için yazmıştır. İlerlemeye inanmakla birlikte, modern kültürün tekdüzeliği ve bayağılığından müteessirdir, Rönesans süreci ruhaniyetinin hatırlanmasında yarar olduğunu düşünür.
Rönesansın klasik yorumu yakın zamanlarda epeyce bir tashihe uğramıştır. Evrimci düşüncenin tarihçiler üzerindeki etkisi, Orta Çağ araştırmalarının artması, Orta Çağ ile Rönesans arasındaki çizgileri bulandırmış, Rönesans’ın entelektüel ve kültürel tarihin oluşmasındaki belirleyici rolün azaltmıştır. C. H. Haskins’in On İkinci Yüzyıl Rönesansı (1927) ile Huizinga’nın Orta Çağın Günbatımı (1919) başlıklı kitapları, gidişatın yönünü işaretleyen eserlerdir. Haskins gibi Orta Çağ uzmanları Rönesans’ı geriye, Orta Çağa doğru iterlerken, On Beşinci yüzyıl Burgonyasını inceleyen Huizinga’ya göre Orta Çağ, Rönesans’ın içinde yer alır. Douglas Bush, “Orta Çağ dinselliği ile Rönesans’ın paganizmi arasındaki çarpıcı tezat” şeklindeki algıya itibar etmezken, E. M. W. Tillyard, Elizabeth Dönemi Dünya İmgesi adlı eserinde Rönesans’tan, “son zamanlarda kimliğini kaybetme eğiliminde olan ve giderek Orta Çağın son dönemlerinden ibaret bir kültür evresi” olarak bahseder.2
Bana gelince, Bush ve Tillyard’n yorumlarını aşırı bulmakla beraber, Rönesans’ın genel anlamda sanıldığından daha az din karşıtı, buna karşın doğa bilimlerine de sanıldığından daha uzak olduğunu düşünüyorum. Ancak bu Rönesans’ın bir Orta Çağ hareketi olduğu anlamına da gelmez. İçinde Orta Çağ kalıntıları tabii ki vardır, ancak Rönesans insancıları büyük ölçüde kendi yarattıkları dünyalarda yaşamıştır. Bu dünya kesinlikle ne Clairvauxlu Bernard’ın ne de Aziz Thomas Aquinas’ın dünyası olmadığı gibi, Francis Bacon’ın, Galileo’nun, Descartes’ın dünyası da değildi. Rönesans pek çok bakımdan modern bilimin ışımasına tanıklık etti, ancak kendisi ışık değildi. İstisnai durumlar olmakla birlikte, genel olarak ifade edersek, insancılar bilimselden fikirlerden ziyade, insancı–dinsel kavramlar çerçevesinde çalışmıştır. Skolastik düşünceyi alaya alıp Kilise’yi eleştirmişlerdi, ancak evrensel bir dindarlıktan yoksun değillerdi ve neredeyse hepsi, sürekli vurgulamasalar da Hıristiyan dünya görüşünün ana hatlarını benimsemişlerdi.
Rönesans’ın Orta Çağ kurumlarının çöküşüyle aynı zamana denk geldiği hatırlanmalıdır. Kilise, Babil Esareti3, Büyük Hizip4 ve İtalyan Papalığının toprak hırsı yüzünden saygınlık kaybediyordu. Feodal ülkeden bağımsızlıklarını ilan eden kimi kentler, feodal ülkeye ait kimi bölgeleri de kontrolleri altına almaktan kaçınmıyorlardı. Özellikle Floransa gibi uluslararası ticaretle uğraşan kentlerdeki Orta Çağ meslek loncaları; bankacılar ve kapitalist girişimciler karşısında güç kaybetmekteydiler. İtalya’nın bu dönemi, Makyavelli’nin demesiyle, prensin, condottiere5’nin ve sonradan görme zorbanın, yani “kuzeyin yeni monarşisi”nin dönemiydi. “Novi homines” (yeni adamlar) her yerdeydi, ekonomik ve politik güce doğru ilerliyorlardı.
Diğer bir deyişle, Rönesans entelektüelleri, Orta Çağlarda yaşayan mevkidaşlarına kıyasla çok daha laik, hatta örf ve âdetlerin ufalandığı bir dünyada yaşamaktaydı. On Dört ve On Altıncı yüzyıllar arasında Kilise kültür üzerindeki tekelini kaybetmiştir. Yeni aydın kesim, çoğunlukla laiklerden, orta tabakadan hatta alt sınıftan oluşmaktadır. Sanatçıları, yazarları himaye eden din adamları ve feodal aristokratlar yerlerini, ünlerini artırmak üzere entelektüel istihdam eden “yeni büyük”lere bırakır. Yeni entelektüel kurumların en önemlileri olan klasik okullar, büyük oranda laik baniler tarafından kurulmakta ve yönetilmektedir.
Yakın zamanlarda hayli popüler olan bu sosyo–ekonomik yorum, Rönesans düşüncesinin tüm veçhelerini izaha asla yetmeyecektir. Nitekim, en parlak başarıların neden doğa bilimlerinde değil de beşeri bilimlerde yaşandığını veya dini duyguların nasıl olup da güç kaybetmediklerini açıklamaz. Lakin, Orta Çağ’dan Rönesans’a uzanan süreçte entelektüel yapıda meydana gelen değişim hiçbir kuşkuya meydan bırakmayacak şekilde aşikârdır; entelektüel değişimin çağdaş sosyal değişimle ilintili olduğu da şüphe götürmez. Alp Dağları’nın ister güney, ister kuzey yamaçlarında yaşasınlar, entelektüellerin vurguları insancıdır: İnsan ve günlük yaşam, soyut değil, somut ve uygulamaya dayalı; ortaklaşa kotarılan değil, bireysel olarak başarılan; düşünsel değil, eylemsel olan. Bir zamanlar ilahiyat şemsiyesi altında birleşen bilgi, tasnif edilir. Eski çağların etiketlerini taşımayı sürdürmelerinin nedeni, Yunan ve Roma’nın, yeni insancılara referans sağlayabilecek bir büyük insancı kültürün temsilcileri olmalarıdır. Her halükârda, burada tanımlanan insancılık bir kimsenin ruhbanlığa dayalı ve kırsal toplumla bağdaştıracağı bir düşünce yapısı değildir.
Rönesans büyük bir felsefe çağı değildi, fakat ortaya çıkardığı fikirler kesinlikle insancı bir etiket taşımaktaydı. Orta Çağ’da evrensellikler (tümeller) konusunda yaşanan büyük tartışma ile On Yedi ve On Sekizinci yüzyıllardaki bilimadamlarını zora koşan bilgi sorunu, Rönesans’ı etkilemiştir. Erasmus gibi insancılar, beşeri ahlakla doğrudan ilgilenmeyen bütün felsefeleri mahkûm etmiştir. Bu denli eleştirel olmasalar da, örneğin Pico, Floransalı Eflâtuncular, hatta Neo–Aristocu Pomponazzi gibi diğerleri de insanoğlunun doğasını, özgür iradesinin ölçüsünü ve ruhunun ölümsüzlüğünü tartışmayı seçmiştir. Ekonomik ve siyasi fırsatlar çağında insan doğasını neredeyse Pelagiusçu6 bir bakış açısıyla ele almaları şaşırtıcı değildir: “İnsana boşu boşuna mikrokozmoz veya küçük evren denmemiştir. Bu sebeple bazı kimseler insanın büyük bir mucize olduğunu söyler, çünkü insan dünyanın bütünüdür ve doğanın her türlüsüne dönüşebilir, zira hangi özelliği tercih ediyorsa, o özelliğe ulaşma gücüyle mücehhez kılınmıştır.” Ne var ki, bu ve buna benzer diğer ifadeler, insanoğlunun dış olaylar üzerindeki değişmez gücünü göstermez. İnsancılar, Kader veya Talih’in sırlarından fazlasıyla haberdardı ve bunların insanoğluna oynayabilecekleri ve sıklıkla oynadıkları oyunların bilincindedir. İnsancıların irade özgürlüğünden kasıtları, varoluşunun tehlikeleri içinde, siyasi ve ekonomik değişkenliklerin dişleri arasında boğuşan insanoğlunun her şeye rağmen haysiyet ve erdeme ulaşma kapasitesidir. Öğretilerindeki yeni şey, olumludan çok olumsuzdu: İnsanın çok yönlü doğasını vurgulamak suretiyle Düşüş [cennetten kovulma] doktrinini ve insanın yapısında günahkârlık olduğu öğretisini fiilen reddediyorlardı. Keza, Floransalı Eflâtuncular, ruhun ölümsüzlüğünü savunurken insanın bireyselliğini öne çıkarıyorlardı ki bu, o sıralarda Venedik üniversitelerine hâkim olan İbni Rüştçülerin7 (Averroescular) insanın ölümden sonra ancak insanlığın ortak zihninde yaşamaya devam ettiği şeklindeki kolektivist görüşlerine tersti.
İnsanın doğası hakkındaki iyimserlikleri insancıların eğitime büyük önem vermelerini getirdi. Onlara göre “insan doğası” kutsaldır, ancak kapasitesinin en yüksek seviyeye gelebilmesi için “beslenme”ye ihtiyacı vardır. “İnanın bana,” der Erasmus, “insanlar doğmaz, imal edilir.” “Educatio superat omnia.”8 “Mumu yumuşakken şekillendir, çamuru ıslakken kalıba dök, yünü lekelenmeden boya.” İtalyan Guazzo’ya göre “insan doğası” her zaman en iyiye meyletmiştir; bu yüzden, iyi ebeveynden iyi çocukların meydana gelmeleri beklenir ve eğer bazen bunun tersi olursa, suç insan doğasına atılamaz. Nitekim, meselenin dikkatle incelenmesi halinde, nahoş durumun doğuştan değil, yetiştirme sonucu olduğu görülecektir. Bu öncülden yola çıkan insancıların eğitim hakkında yazdıkları risaleler rafları doldururken, kendileri de okulların büyük kurucuları oldu. Belki de onların en özgün entelektüel katkısı bu olmuştur.
İnsancıların ortaya çıkarmaya çalıştıkları insan, yaşadıkları çağı yansıtır. O, Cicero’nun devlet adamı, Quintilian’ın9 “konuşma yeteneği yüksek olan düzgün adam”ıdır. Kısacası, ahlaki ve entelektüel kusursuzluğun getirdiği erdemle, Avrupa’nın yeni ülkelerinden birinde iyi bir vatandaş veya yönetici olmaya uygun bir kişidir bu. İnsancıların bu ideal insanın oluşturulmasında eski zamanlardaki örneğe başvurması çok doğaldır. Bilgi sahibi oldukları Roma, en büyük uygarlığı temsil etmiştir ve dolayısıyla onun devlet adamları ve hatiplerinin tekrar yaratılması yeni bir altın çağ başlatacaktır. İnsancıların sosyal reformu yeni kurumlar bağlamında değil de yeni insanlar anlamında düşünmesi onların tipik özelliğidir. Alberti, Palmieri, Erasmus, Sör Thomas Elliot ve aslında bütün eğitimciler siyasete bireyin açısından yaklaşmıştır. Bu kişilik kültünün en sofistike ifadesi Baldassare Castiglione’nin Nedim’idir (the courtier). Castiglione’ye göre geleceğin nedim adayı, prensin sarayına yakışır halde olmak ve prense doğru ve güvenilir tavsiyelerde bulunabilmek için öncelikle kendi en yüksek potansiyeline ulaşmalıdır. Bir konuda uzmanlaşanların tersine, becerilerinin hepsini kalbini, beynini ve vücudunun sesini dinleyerek geliştirmelidir.
Bazı “nezaket” kitaplarının başlıkları -Bir Hıristiyan Prensin Eğitimi, Nedim, Vali, Kusursuz Centilmen- Rönesans’ın eğitim idealinin ne derece aristokratik olduğunu gösterir. Ancak bu yeni bir tür aristokrasiydi: Feodal asaleti yerinden eden novi homines’e (yeni adamlar) yer açılması gerektiği için, doğuştan değil marifetle, yetenekle gelen bir aristokrasi. İnsancıların pek azı herkes için eğitime inanıyordu fakat “doğuştan olan ve başkalarından alınandan ziyade hakça elde edilmiş ve kazanılmış olan “asalet eğilimi”ne hayranlık duymaktaydı.”10 Ayrıca insancılar genellikle faal yaşamı, düşünce odaklı yaşama tercih etmiştir. Bu bağlamda Nikomakhos’a Etik11 yerine Cicero ve Quintilian’u takip etmişlerdir. Bu yüzden Palmieri, dini tek başına yaşamayı, bilinçli bir vatandaşlığın “medeni yaşamı”ndan çok daha aşağılarda tutmuştur ve Alberti çalışkan bir hayatın, eğer halka bir faydası yoksa, eksik olduğunu belirtmiştir.
Bugünkü bir eğitimciye Rönesans müfredatı veya çalışma programı “gerici” gözükebilir. Ancak konuyu bağlamı dışında ele almamalıyız. Zamanında bu köklü bir değişimdi ve niyeti uygulamaya dayalıydı. Modern konularda (bilim, anadiller, modern tarih) yetersiz olsa da Orta Çağın soyutlamalarını antik döneme özgü insancıl bilgelikle değiştirmiştir. Hitabet (antik edebiyat ve söz sanatları) mantığa yer bırakmamıştır. Felsefe ahlak demek olmuştur. Biyografik olarak ele alınan antik dönem, erdemin ve kötülüğün örneklerini göstermiştir. Bütün bu çalışmalar gitgide daha Makyavelci olan bir dünyada asil ruhlu bir harekete rehber olma amacını taşıyordu. İnsancıların antik çağların büyüsü altında yaşadığını hatırladığımızda, eğitimlerinde neden gözlemden ziyade kitapların ağır bastığını anlayabiliriz.
Birey ve insan manzarası Rönesans düşüncesinin diğer alanlarında da önemli bir yere sahiptir. Tarihçiler topluluklara ve ulus-devletlere ısrarla dikkat çekerek, bunların kalkınmasında büyük kişilerin oynadığı belirleyici rolü kaydetmiştir. Siyasi düşüncede özellikle İtalya’da eğilim daha gerçekçi analiz yönündeydi. Örneğin Makyavelli “asla görülmeyen veya gerçekte varlığı bilinmeyen” prens veya prenslikler hakkında yazı yazmama kararını özellikle almıştır. Siyasi başarının reçetesini teolojinin veya doğa kanununun soyutlamalarına göre değil, kendi gözlemlerine ve antik dönem hakkında okuduklarına göre oluşturmuştur. Makyavelli bireye kendi siyasi kaderini belirlemesi için bir hayli serbestlik vermiştir, ancak “talih”e de büyük saygısı vardır. “Sanırım talihin eylemlerimizin yarısına egemen olduğu doğrudur ama diğer yarısını veya biraz daha azını bizim yönetmemize izin verir.” Ayrıca Rönesans döneminde yaygın olan, tarihin döngülerden oluştuğu yönündeki inancı paylaşıyordu. İnsancıların çoğu (gerçi Makyavelli bunlardan biri değildi) büyük bir kültürel canlanma döneminde yaşadıklarının farkındaydı ama bunun devam edeceğini düşünmüyorlardı.
Bireysellik bilinci belki de en çok edebiyat ve güzel sanatlarda görselleştirilmiştir. Birey, kişisel aşk şiirlerinde, Elizabeth dönemi tiyatrosunda, Donatello’nun heykellerinde, Masaccio veya Leonardo’nun resimlerinde, gotik sanatçılar tarafından habire içine daldırıldığı alegorinin içinden büyük oranda veya tamamen avdet ediyordu. Hümanizm için en uygun araç olduğundan, resim en baskın sanat dalı olmuştu. Hem resim hem de heykel, Kilise’nin himayesinde Orta Çağ boyunca birleştirilmiş oldukları mimariden ayrılarak özgürlüklerini ilan ettiler. Böylece sanatlar da politik düşünce ve felsefede gözlemlediğimiz biçimde kısımlara ayrılma eğilimi sergiliyordu. Ayrıca Rönesans resmi ve sanat eleştirisi, bireysel olanı bütünün kendisinden daha çok vurguluyordu; örneğin manzaralar genelde insan figürüne zemin olarak kullanılmıştı. Aynı şekilde On Altıncı yüzyıldaki yeni tiyatronun mucizevi ve ahlaki konuları işleyen oyunlardan aşamalı olarak özgürleşmesini seyretmek büyüleyicidir. York temsillerini12 veya Everyman’in Çağrılması13 oyununu Kyd’in İspanyol Trajedisi’yle yahut daha iyisi Shakespeare’in ‘tarihleri’ ve trajedileriyle ve Ayakkabıcının Tatili ile karşılaştırın. Soyut erdem ve günahların eski düzeneği ikinci grupta yerini bireysel karakterlerin eylem ve tutkularını anlatan serbest vezinle kafiyesiz yazılmış tiyatro eserlerine bırakmıştır. Ayrıca birçok örnekte sahne, İngiltere’nin yakın tarihinde yaşamış prenslerin saraylarına, Londra ticaret hayatına ve rüstik köylere kaymıştır. Rönesans, Elizabeth dönemi İngilteresi’nde eski ahlaki tiyatro oyunlarının mevcudiyetine son vermiştir.
Bu makalenin başlarında Rönesans düşüncesinin tamamen Orta Çağa ait olmasa da Din Çağı’na ait olduğunu söylemiştik. Yukarıdaki kanıtlar ışığında bu nasıl olabilir? Bunun cevabı bu dönemin hümanizminin büyük oranda “Hıristiyan hümanizmi” olması gerçeğinde yatar – bu hümanizm Orta Çağ dininden ziyade gitgide laikleşen bir topluma uygun bir tür dindarca davranıştır.
Rönesans düşüncesinin dini yanını göstermek için kanıtları zorlamaya gerek yoktur. Bush, Rönesans döneminde pagan geleneğin Hıristiyan geleneğini tahtından etmediğini ama onun tarafından soğurulduğunu söylerken şüphesiz abartmaktadır14 ama söylediklerinde büyük bir gerçek payı da vardır. İlahiyat o dönemde felsefe; sanat, politika ve tarihi düşünce üzerindeki kontrolü kaybediyordu. Ayrıca havada bir eleştiri ruhu da vardı: Rahiplerin, keşişlerin ve biraderlerin eleştirisi (Boccaccio, Rabelais), Vulgata İncili15 ve Konstantin Bağışı16 gibi, Orta Çağ metinlerinin eleştirisi, azizlere dua etmek, hac ziyaretleri gibi dini geleneklerin eleştirisi. Şüpheciliğin savunucuları da yok değildi; Pomponazzi gibi düşünürler ruhun ölümsüzlüğünü inkâr ediyor, antik şüphecilerden etkilenen Montaigne kütüphanesinin kirişlerine Sextus Empiricus’un17 öğretilerini yazıyordu. Makyavelli’nin politik analizinin Hıristiyan’dan ziyade pagan olduğunu söylemek paganlara haksızlık olur, çünkü onun yazdıkları seküler ve din dışı olmakla kalmayıp aynı zamanda ahlak dışıdır da.
Ancak insancıların büyük bölümü Francis Bacon’ın, “Biraz felsefe insan zihninin ateizme meyletmesine neden olabilir ama felsefedeki derinlik insan zihnini dine getirir,” sözünü muhakkak kabul ederlerdi. Ateizm ve dini şüphecilik her zaman insancı düşüncenin aşırı bir noktası olarak kaldı. İtalya’da bile… Pomponazzi18 dahi bir eliyle yıktığını diğer eliyle düzeltiyordu: Felsefi zeminde kişisel ölümsüzlüğü reddediyordu ama bunu dini inanışın bir parçası sayıyordu, en azından öyle söylüyordu. Montaigne tüm şüpheciliğine rağmen Roma Kilisesi’nin sadık bir evladı olarak kaldı. Yani Rönesans döneminde din konusunda belirgin bir kayıtsızlık vardır; neredeyse hiç kimse alternatif bir Hıristiyan dünya görüşü önermez ve az sayıda kişi Kilise’nin öğretilerine açıkça karşı çıkar. İnsancıların en iyileri kişinin dini hayatını küçümsemek değil, derinleştirmek için çalışmıştır. Vittorino da Feltre’den John Sturm’a kadar eğitimcilerin esas amacı hep pietas literata [bilge ve nazik dindar] yetiştirmek olmuştur. Okulların ders programları gramer ve retoriğin yanı sıra değişmez biçimde ilmihale giriş, günlük dualar ve pazar ayinlerini de içeriyordu; On Altıncı yüzyılda bunlara çoğu zaman “kutsal” diller bilgisi ve İncil okuma da eklenmişti. İnsancıların çoğunun, amacı ve çabayı temel alan Aristocu-Hıristiyan evreninde güvenli biçimde yaşamaya devam ettiğini ve kötü davranışların cezalandırılacağı bir ahlak düzeni öngördüklerini söylemek sanırım doğru olur. Shakespeare’in İngiliz tarihine ilişkin iki dörtlemesinin (II. Richard’tan V. Henry’ye, VI. Henry’nin ilk bölümünden III. Richard’a) ve Sör Walter Raleigh’nin Dünya Tarihi’nin temelinde yatan felsefe budur. Rönesans’ın dindarlığı konusunda başka delile ihtiyaç varsa insancıların çoğunun yaşadığı zihinsel çelişkiden bahsedilebilir. Örneğin Petrarca19, iki dünyanın talepleri arasında sıkışmış olduğunu iddia eder: “İçimdeki iki adamın birbirlerine üstün gelmek için düşüncelerimde verdikleri o inatçı ve henüz galibi belli olmayan savaş şiddetle sürüyor.” Petrarca’nın “iki adam”ından biri Aziz Augustine’in İtiraflar’ında tarif ettiği ruhani adam, diğeri ise edebi şöhret ve doğanın güzelliklerini arzulayan dünyevi adamdır. Petrarca’nın şizofrenisi modernliğini gösteriyorsa da aynı zamanda insan doğasının dini tarafına ilişkin derin farkındalığıyla bariz biçimde çatışmaktadır.
Ancak daha önce de açıklandığı gibi, Rönesans’ın dini düşünceleri sadece Orta Çağdaki dini anlayışın devamı değildi. Aslında Hıristiyan insancıları, özellikle de Fransa’daki Meaux grubu ve Erasmus ile onun İngiliz arkadaşları, erken dönem Hıristiyanlarının basit dinine dönmeyi vazeden Aziz Pavlus Okulu’nun dekanı John Colet’in tanımladığı gibi skolastisizmi “edebiyat” değil, “ayıbiyat” olarak görüyor ve onaylamıyorlardı. Hıristiyan hümanizmi -vurgu eyleme yönelik ve somut olan üzerinde olmak kaydıyla- Erasmus’un “Hz. İsa’nın felsefesi” olarak adlandırdığı olguyla Yunan ve Roma medeniyetlerinin ahlaki bilgeliğinin bir bileşimi olarak tanımlanabilir: İlahiyat ve dogma yerine ahlak, zahiri kilise âdetleri yerine içsel dindarlık. Erasmus’un liderliğinde bu düşünce Batı toplumunu baştan aşağıya yenilemek üzere tasarlanmış bir programa dönüşür.
Sör Thomas More’un Ütopya’sı 1516’da Batı Avrupa’nın açgözlü toplumuna zehir gibi sözlerle saldırmıştır: Mütemadiyen savaş halindeki prensler tarafından temsil edilen son moda devlet adamlığı, ticari kapitalistlerin ve fahiş kira bedelleri alan arazi sahiplerinin son moda ekonomileri ve -ima yoluyla da olsa- Kilise’deki son moda tamahkâr zihniyet bundan nasibini almıştır.20 Hıristiyan insancılar tüm bunlarla mücadele etmek için kapsamlı bir yeni baştan eğitim programı ileri sürmüştür. Lefèvre d’Étaples ve Erasmus -insanları tekrar Hıristiyanlığın saf “fontes”ine21 ulaştırma umuduyla- ilim ve irfanlarını, İncil’in ve Hıristiyanlığın erken döneminde yaşamış “Kilise Babaları”na ait metinlerin gözden geçirilip düzeltilmiş baskılarını yayımlamaya vakfettiler. John Colet’in Aziz Pavlus’un Mektupları üzerine Oxford’da verdiği dersler, bu grubun her şeyden önce uygulamaya dayalı ahlaki bir amacı olduğunu gösterir. Colet metnin mecazi anlamı yerine lafzi anlamını vurgulayarak ve metinden ilahiyat yerine insani dersler çıkartarak mecazi geleneklerden uzaklaşmıştır. Kendisi başka bir yerde, meseller haricinde Yeni Ahit’in anlamının yüzeyde belirdiğini, bir şey söylendiğinde başka bir şeyin kastedilmeyip bizzat söylenen şeyin kastedildiğini ve anlamın bir bütün olarak gerçek anlam olduğunu yazmıştır. Ayrıca Colet ruhban sınıfını, özellikle 1511 tarihli ünlü Çağrı Vaazı’nda, ihmalkârlıkları ve ahlaksızlıkları yüzünden kınamıştır ve Hıristiyan hümanizmini öğretmek için Londra’daki Aziz Pavlus Okulu’nu kurmuştur. Burada da vurgu yine (yeni eğitim kurumları hariç) yeni kurumlardan ziyade yeni kişiler üzerineydi. Hıristiyan insancılar, dünyaya dağılacak ve Roma kültüründeki insan sevgisi (philantropia) ve Hıristiyan kültüründeki Tanrı sevgisi (agape) kavramları yordamıyla Kilise ve Devleti canlandıracak “Hıristiyan Şövalyeler” yetiştirmeyi umuyordu. Bu, onların Makyavelli’nin Prens’inde tarif edilen siyasi anarşiye ve çok geçmeden Protestan Reformu’nda Avrupa’yı ele geçirecek dini anarşiye verdikleri cevaptı.
Sonuç olarak Rönesans, Reform döneminde sönmeye yüz tutmamış, tam tersine, ya bu hareketle kaynaşmış ya da ona paralel veya zıt bir yön izlemiştir. Her iki durumda da Batı düşüncesinin ana akımına karışmıştır.
Bütün bunlara rağmen Rönesans’ı Din Çağı parantezine aldığımızda, Logos’un (usla kavrama) eski putperest uygarlığında ve Hıristiyanlık döneminde çalıştığını göstererek Hıristiyanlığı sarsmaya yardımcı olduğunu ve ayrıca felsefe ve dini ayırma eğilimini de baltalamış ve böylece Hıristiyanlığı entelektüel olarak savunmasız göstermiş olduğunu görürüz. Genel anlamda bilim karşıtı bir ruha sahip olsa da eski uygarlık metinlerini canlandırarak (Hipokrat, Galenos, Öklid, Arşimet) ve doğuştan gelen günah damgasının bir kısmını doğadan silerek, gelmekte olan bilimsel devrimin zuhuruna katkıda bulunmuştur. Rönesans yolunun İlk Hıristiyanlığı Orta Çağ Hıristiyanlığına tercih etmesi, Reform hareketine doğrudan zemin oluşturmuştur.
Franklin Le Van Baumer, “Main Currents of Western Thought”, Alfred A. Knopf Publishers, New York, 1964.