Tarih yazımında “ihtisaslaşma” ve dolayısıyla “uzman kültleri”ne itiraz eden Will ve Ariel Durant, 1935-1975 yılları arasında yayınladıkları on bir ciltlik Medeniyetin Hikâyesi (The Story of Civilization) külliyatında “bölünmemiş, bütünlüklü” anlamında ‘integral’ tarih yazımı kavramını geliştirmişlerdir. Amaçları, bir medeniyetin -burada Batı medeniyetinin- sadece savaşları, siyasetleri, yiğitliğin ve ihanetin biyografileri ile değil, kültürü, sanatları, felsefesi, dini ve kitle iletişimini de içeren bir “biyografi”sini yazmaktı. Batı’nın iki bin beş yüz yıllık hikâyesini kapsayan külliyatlarının büyük bir kısmı sıradan insanların günlük yaşam koşullarını ele alır.
Anlatımlarını ahlaki bir çerçeve içinde sunmaktan çekinmeyen Durantlar, “güçlünün zayıf, kurnazın nahif üzerindeki egemenliği”ni sürgit vurgularlarken, insanların birbirlerinin görüşünü anlama, zaaf ve inatlarını bağışlama yetilerini güçlendirmeye katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Oryantal Mirasımız (Our Oriental Heritage) adlı eserinde Avrupa’nın, “denize uzanan dağlık bir dilinden ibaret” olduğunu yazan Durant, günümüzde Avromerkeziyetçilik olarak bilinen müreffeh dar görüşlülüğünden duyduğu memnuniyetsizliği vurgulamış, “Yunanistan’la başlayan, Asya’yı bir cümlede özetleyen geleneksel tarih yazımının dar kafalılığından” yakınarak, “ölümcül bir hata ve zekâ” eseri olduklarını söylemiştir.
Yazı dili ve uslübu bakımından da Medeniyetin Hikâyesi’nin gelmiş geçmiş en başarılı historiografik1 külliyat olduğu kabul edilir. Roma ve Rönesans yazarlarının vecizelerin serpiştirildiği eserde, tarihi kişiliklerin karakterlerine ilişkin çözümlemelere de yer verilir. Örneğin, Botticelli’nin tutarsızlıklarına değinilen satırlarda,2“Kuşkusuz o da hepimiz gibi birden fazla insandan oluşmuştu,” diye yazarlar “ve duruma göre kişiliklerinin birinden birisini ortaya çıkarıyor, sahici kendisini dünyadan korkan bir sır olarak saklıyordu.”
Durant, bir medeniyetin çöküşünü dini ve dünyevi entelektüellik arasındaki çekişmenin son bulması ve dolayısıyla esasen kırılgan olan ananevi ve ahlaki kurumların sarsılmasında görür: “(…) Hangi medeniyet olursa olsun, din ve toplum arasında varolan belirli bir gerilim, yüksek bir düzeye işaret eder. Din, yorgun düşmüş, sersemlemiş insanlara sihirli yardımlarda bulunarak başlar; devlet adamlığı ve sanat için çok yarayışlı olduğu görülen ahlak ve inanç ölçüsü vererek biter; din, geçmişin kayıp davaları uğruna ölümüne savaşarak son bulur. Çünkü her an artan veya dönüşen bilgi (…) mitoloji ve ilahiyata ters düşer; ruhbanların denetimindeki sanat ve edebiyat, yara açan pranga veya nefret edilesi engelleme olarak algılanırken, düşünce tarihi, ‘bilim ve din arasında mücadele’ hüviyetine bürünür. Yasa ve cezalandırma, eğitim ve ahlak, evlilik ve boşanma gibi başlangıçta din adamlarının uhdesinde olan kurumlar, kitapların denetiminden çıkmaya başlar, dünyevileşir, belki de sıradanlaşır. Entelektüel sınıflar arkaik ilahiyatı, kısa bir ikircikliğin ardından da onunla gelen ahlakı terk eder; edebiyat ve felsefe ruhban-karşıtı olur. Bağımsızlık hareketi, çoşkulu bir mantık tapınmasına dönüşürken, her dogma ve her düşünce karşısında elinin kolunun bağlandığı bir düş kırıklığıyla duçar olur. Dini dayanaklarından yoksun kalan davranış biçimleri, epiküryen bir kaosa geriler; inancın tesellisinden yoksun kalan hayat, bilincinde olunan yoksulluk ve sıkıcı varsıllığa benzer bir biçimde ağır gelmeye başlar. Toplum ve toplumun dini, beden ve ruh gibi birlikte ve ahenk içinde sona erer. Bunlar olurken, ezilenler arasından yeni bir mit doğar, insanoğlunun umuduna yeni bir şekil, çabalarına yeni bir cesaret verir; asırlar süren kaosun ardından bir başka medeniyet inşa edilir.”3 Aşağıdaki metinler, Medeniyetin Hikâyesi’nin ilk cildi olan Oryantal Mirasımız’dan4 alınmıştır.