I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Tanrı Olamayabilir Ama Bir Matematik Yapımcısı Var*

Bart Kosko

Neden hiçbir şey yok değil de var? Bu soruya dinin verdiği cevap “Tanrı dünyayı yarattı, onun için bir şey var” olmuştur. Bundan sonra ricat başlar. Tanrı’nın kendisi bir şey mi, yoksa hiçbir şey midir? Eğer bir şey ise Tanrı, onu kim yarattı? X’in ne olduğunu, nereden geldiğini söylemeyeceksek, “dünyayı X yarattı” da diyebiliriz. Ama Tanrı hiçbir şey ise, bir şeyi hiçbir şeyden nasıl yaratabilir? Ve eğer Tanrı hiçbir şey ise o zaman sadece bir kurmaca, bir boşluk, bir boş kümedir - Tanrı her yerde, yani hiçbir yerde.

Yunan filozofları bu düşüncelerle oynadı. Kuşkusuz, Yunan’dan önceki antik toplumlar da bu düşüncelerle oynadı Nitekim tüm düşünceler Tanrı fikrine saplanır. Tanrı fikrinin dışında kalan pek az cevap vardır. Bunların çoğu da (Petitio Principii) kısır döngüdür: Biz burada olduğumuza göre bir şey var; bir şey var olduğuna göre, hiçbir şey yok değildir. Soru soruyu getirir. Bu defa da “neden bir şey var?” diye sorarız, sonra da “neden hiçbir şeyden bir şey türeyemez?”

Yeni Fizik bu soruya kendi cevabını insani ilke doğrultusunda veriyor. “Neden” sorusunu, “ben” cevabıyla karşılıyor. Stephen Hawking şöyle anlatır: “Biz Kâinatı olduğu gibi görüyoruz, çünkü eğer bizim gözlemlediğimizden farklı bir şey olsaydı, biz burada olup onu gözlemleyemezdik. Kâinat, biz burada olalım diye böyle. Farklı bir şey olsaydı biz burada olamazdık. Hiçbir şey bizim gözlemlediğimizden farklı değil. Bizim soru soruyor olmamız, bizim varlığımız, Kâinatı burada olduğu gibi yapıyor. Kâinat öyle olduğu için, biz biziz.”

Geri gidelim. Neden bir şey yok değil de var? Bunun bir cevabı, “eğer hiçbir şey yoksa”, o zaman matematiğin başı dertte. Bunun bir ifadesi, fuzzy entropi meselesi. Bir olayın ya da setin saçaklılığının matematiksel ölçümü. İyi de ne olmuş? Bir takım sembollerin karışması, tutarsızlaşması dünyanın neden umurunda olsun?

Umurunda, çünkü dünya matematiğe itaat eder gibi duruyor. Eder gibi duruyor ama etmek zorunda değil. Bildiğimiz matematiğin bir çalı olduğunu düşünün. Birkaç kökten büyüyor ve her geçen gün dal atıyor. Tüm bilimleri, tüm verileri de bir çalı gibi düşünün. Bu da yerçekimi, ışık, molekül zincirleri gibi birkaç temel kökten büyüyor ve her gün yeni dallar atıyor, hatta bu yeni dallardan bazıları diğerlerine ne benziyor ne de uyuyor.

Bu iki çalı birbirinin aynısı değil. Farklı yasalara göre büyüyorlar. Matematik çalısı, katıksız tümdengelimle büyüyor. Veri çalısı ise deneylerle ve ölçümlerle - tümevarımla - sarsıla atlıya büyüyor. Bilim adamları eski dalları buduyor, yeni dallar büyütüyor ya da aşılıyorlar. Makaslarını bileyen, yeni veriler. Ancak, iki çalı benzeşiyor da. İkisinin de şekli kaba, en azından bazı dalların kümelenme biçimleri benziyor. Bu benzeşmenin mantıklı bir nedeni yok. Mantık, bir yoldan gider. Veriler, hemen her yoldan. Baştan bilemezsiniz. Bu nedenle her bilimsel deney yeni bir kumardır.

Bilim/fen, matematiğin izinden gider. Tümevarım, tümdengelimin izinden gider. Zaman geçtikçe bilim çalısı matematik çalısına gittikçe daha çok benzemeye başlar - dala dal, filize filiz. Hangi çalının, hangi çalının peşinden gittiğini zaman farkından anlarız.

Büyük olaylardan bazılarına bakalım. Geçen yüzyılda James Clerk Maxwell2 elektrik ve manyatizmaya dair dört tane “Maxwell denklemi” buldu. Bu denklemler veya onların parçaları deneylerle doğrulandı. Maxwell matematik denklemleriyle oynadı ve ışığın dalga teorisi ortaya çıktı. Matematik ışığın elektromagnetizmin bir türü olduğunu söylemişti. Deneyler daha sonra bunu da doğruladı. Bir kaç yıl sonra Einstein görecelik matematiği ile oynadı ve eneji-kütle denklemi, e=mc2, çıktı. Sonraki testler ve nükleer bombalar bu formülü de doğruladı. Başka türlü de olabilirdi. Deneyler e=mc5 ya da e=m2c formülünü ya da sayısız başka ihtimalleri doğrulayabilirdi. Ama öyle olmadı. Deneyler matematik dalını doğruladılar.

Birkaç yıl sonra Einstein genel görecelik matematiğini ortaya koydu ve yerçekiminin bu yanılsama olduğunu söyledi. Madde, uzayı büküyor. Enerji ve momentum uzay-zaman sürekliliğini (continuum) büküyor. Gezegen, meteoru “çekmiyor.” Meteor yanından uçuyor ama gezegene bir anlamda “yuvarlanıyor.” Çekimmiş gibi görünüyor. Einstein’ın eğrilik denklemleri, Maxwell’in denklemleri gibi, bir dalga denklemine götürüyor. Yani, denklemlerin ışık saçan sonuçları var. Bu demek ki ışık hızında hareket eden yerçekimi dalgaları var. Fizikçilerin yerçekimi dalgalarının varlığına dair dolaylı kanıtları dev pulsarların ya da nötron yıldızların döngüsel emisyonlarında bulmalarının üstünden yetmiş yıl geçti. 1917’de Einstein yerçekimi ya da eğrilik denklemlerini yayınladıktan hemen sonra, Karl Schwarzschild3 özel bir simetrik durum için çözdü onları. Schwartzschild’in denklemleri gereğinden fazla kütlenin yerçekim denklemini sonsuzluğa kadar genişletebileceğini gösterdi (bu, bir terimin 0’la bölünmesi gibi). Kara deliklerin varlığına işaret eden bu denklemlerdi. Yıllar sonra kara deliklerin varlığına ve bunların bizim Samanyolu da dahil olmak üzere yoğun galaksilerin ortasında olduğu ortaya çıktı.

Bunlar verilerin matematiği izlemesinin meşhur örnekleri... Bu kadar net olmamakla birlikte, her gün, her dalda bilimsel verilerin matematiği izlediğini görüyoruz. Ne kadar çok matematik öğrenirsek, tabiatı o kadar iyi görüyoruz. Ne kadar çok doğrusal olmayan (nonlinear) matematik öğrenirsek, tabiat o kadar “nonlinear” görünüyor. Kaos’u asırlarca kaba gürültü saydık. Kaos matematiğini yakın zamanlarda öğrendik ve kaosu hava durumlarında, kalp vuruşlarında, moleküler titreşimlerde bulduk. Matematik çalısını ne kadar iyi açarsak, aralarında daha çok bağlantı olduğunu görüyoruz. Zamanla deneyler bu bağlantıları onaylıyor. Öyle olmaya da bilir, ama oluyor. Bilimin matematiğin peşinden gitmediği durumlar olabiliyor ama bütünde öyle değil. Bütünde, bilim matematiğin peşinden gidiyor.

Peki, Tanrı bütün bunların neresinde? Tabiatın derinliklerine her gün biraz daha fazla nüfuz ediyoruz ama O’na dair bir ipucu yakalayamıyoruz. Kanıt yok. Tanrı, matematikte de yok, deneylerde de. Onu ne mikroskop ne de teleskopta görmüş ya da ölçmüş değiliz. Gözlemlenebilir kâinatta yok gibi duruyor. Ayak izi bırakmamış gibi. Tüm bulabildiğimiz fizik kanunlarına göre şekillenen olaylar. A, A değil’e, A değil başka bir şeye akıyor. Tanrı’yla açıklayabildiğimiz bu oluşumu Tanrı’sız da açıklayabiliriz.

Usavurum bir kez daha şüphe ile sonuçlanıyor. Ne kadar çok öğrenirsek, toprak ayağımızın altından o kadar çok kayıyor. Bir adım sonra niye genlerimizi ya da düşüncelerimizi sürdürmek için yaşam savaşı verdiğimizi düşünmeye başlıyoruz. Bütün bunlar nihilizme doğru gidiyor.

Ve nihilizmle sonuçlanabilir de. Hayatın bizim anlayabileceğimiz bir manası ya da amacı olmayabilir. Bizim Tanrı düşüncemiz, Pavlov’un dediği gibi bir toplumsal refleks, Spinoza’nın söylediği gibi doğadan kaynaklanan korku, ya da Marx’ın söylediği gibi kitlelerin afyonu ya da Freud’un dediği gibi kendi babamızın kozmik gaza dönüştürülmüş şekli ya da sosyo-biyologların dedikleri gibi, bazı bencil genlerimizin otoriteye gözü kapalı bağlılıklarının sonucu olamaz mı?

Tanrı’nın varlığını kendi içimizde ya da çevremizde hissettiğimizi düşünüyoruz ama bu da bir yanılsama olabilir. Hissediyoruz ama tanımlayamıyoruz. Beynimizdeki nöral şebeke bu işi iyi bilir. Onlar yüz milyonlarca yıldır bu işi yapmak, hissettikleri örüntüleri önceden kaydettikleri örüntülerle eşleştirmek üzere evrimleştiler. Yüzleri, müzik parçalarını, mevsimleri tanırız ama onları nasıl tanımlayacağımıza dair hemen hemen hiç bir fikrimiz yoktur. Bir ismi nasıl hatırladığımızı, bir soruya nasıl cevap verdiğimizi ya da yeni bir fikir ürettiğimizi izah edemeyiz. Sadece yaparız. Nöral şebekemiz bir şekilde becerir. Aynı şekilde, olmayan bir Tanrı örüntüsünü tanıyor olabilirler.

Genetik anlamda da Tanrı’yı bir görüp bir kaybetmenin özel bir avantajı var gibi durmuyor. Bir görünüp bir kaybolan ya da varlığı hissedilen Tanrı’nın, nöral şebekemizin deja-vu ya da “dolduruş” türü bir sapkınlığı olması mümkündür. Biz Tanrı’yı Kanizsa Karesi’ni tanır gibi tanıdığımızı düşünebiliriz: Kanizsa Karesi olmadığı gibi Tanrı da yoktur.

Kanizsa Karesi

Gözlerimizdeki ve beynimizdeki nöral şebeke, görünmeyen kenarları ve parlak içiyle Kanizsa Karesi yanılsamasını oluşturur ve sürdürür. Oysa bu sayfada böyle bir kare yoktur. Bu kare Kant’ın “duyuların yardımı olmadan, düşünsel içgüdü ile anlaşılan” dediği, orada bir yerde, duyuların ötesinde “kendi başına bir şey”, bir numen değildir. Tersine duyularımızn ve beyinlerimin bir fenomeni - yani, duyuların tanıdığı ve bilimsel olarak tanımlanabilir ve test edilebilir bir veridir. Bizim bir görünüp bir kaybolan Tanrımız ya da Onun Gölgesi ya da Onun Eseri, aynı durumda olabilir - rasgele bir kâinatın rasgele bir galaksisindeki rasgele bir gezegenin üzerinde yakın bir tarifte ve kısıtlı olarak evrimleşmiş bir yaratığın nöral tellerindeki bir yansılsama.

Kâinat Enformasyondur

Ben daha farklı bir sonuça varıyorum. Kâinat enformasyondur. Büyük bir bilgisayar çipi gibi. Bence bir gün enerjinin enformasyonla ilişkili olduğunu göreceğiz. Enformasyon dalgaları veya cisimcikleri, infoton’lar olabilir. Enformasyon Leibnitz’in monadları gibi bölünemeyecek kadar küçük akıllı cisimciklerde toplanabilir.

Doğaya ne kadar çok bakarsak, yapılanmasında o kadar çok enformasyon görüyoruz. Yapılanma, enformasyondur. Bizim DNA’mız etten yapılmış enformasyondan ibaret. Beynimizdeki, omurgamızdaki ve kaslarımızdaki nöral ağ enformasyon, şifreler, depolar ve şifre çözer. Kültürlerimiz ve ekonomimiz enformasyon depoları ve akıllarından ibarettir. 1940’larda Bell Laboratuarları’nda Claude Shannon4 “pure enformasyon” teorisinin ilk yasalarını buldu. Dünya, bu yasalara uyar gibi duruyor. Termodinamiğin entropisi soyut enformayon teorisinin entropisinin aynısıdır. Bir yüz, bir yıldız ya da galaksi kümesi gibi “örüntü”ler, azami bilginin yerel noktası ya da asgari entropi ima eder. 1957’de Stanfordlu fizikçi E.T.Janes istatistiki kuantum mekaniği kuralının (Gibbs olasılık dağılımı) temel matematiği enformasyon teorisinin azamileştirilmesinin sonucudur. Bunu kanıtlamak için ne bulgulara deneylere ne de Niels Bohr’a ihtiyacınız var. Bütün ihtiyacınız soyut enformasyon teorisidir.

Görüp kaybettiğimiz enformasyondur. Bu süreç BİTlerle başladı. Şimdi artık fuzzy- matik bizi FİTlere götürüyor. Bugüne kadar büyük küplerle çalışıyorduk ve küpün bir ikili köşesinden öteki ikili köşesine atlıyorduk. Şimdi saçaklı matematik bile küpün içinde koca bir dünya olduğunu söylüyor ve biz bu dünyaya dalıyoruz. Küpü siyah-beyaz bir köşesinden diğer köşesine kadar delebiliriz: saçaklı matematik, saçaklı fizik, saçaklı makina zekâsı. Olasılık ve göreceli frekansı parçanın içindeki bütünle ikame edebiliriz. Daha da büyük nöral ağları, bilgisayarları ve birleşik nöro-bilgisayarları daha çok matematik için devreye sokabilir, daha çok yapılanma bulabilir daha çok enformasyon elde edebiliriz. Ve bu sadece bir başlangıç olur.

Bu da bir sonraki soruyu getirir: Tanrı, enformasyon mudur?

Bu söylendiği kadar garip olmayabilir. Niye olsun ki, biz Tanrı’ya her şey dedik: aşk, güç, zihin, enerji, tabiat, azami olasılık. Ama ben Tanrı’nın enformasyon olarak doğru olmadığını hatta bu tanımın anlamı bile olmadığını düşünüyorum. Enformasyon olan kâinat. Enformasyon olan fiziki yapılanma. Kâinatın Tanrı ile ilgisi gözün görme ile ilgisi gibi.

Bence Tanrı’nın, bilimin matematiği izlemesi ile ilgisi var. Bence orada bir şeyin farkına varıyoruz. Tarif edemediğimiz bir şeyin. Bir plan ya da O’nun Planı var ki onu tanıyoruz. Her bir yeni matematiksel içgüdü ile, her bir yeni saçaklı veri ile bir plan ya da matematik yapılanması hesabı yapıyoruz.

Bütün bunlar bir sonraki saniyede değişebilir. Bilim çalısı matematik çalısının peşinden gitmekten vazgeçebilir. Veri, mantığı izlemeyebilir. Enerji, bundan böyle kütlenin ışık hızının karesinin çarpımına eşit olmayabilir. Okyanus dalgaları, bundan böyle sıvı mekanikçilerinin denklemlerine göre hareket etmeyebilirler. Ampuller vatları yükseldikçe parlamayabilir. Neden-sonuç ilişkisinin tüm kanavası eriyebilir veya dağılabilir. O zaman bu tez de dağılır.

Ama farz edin ki bu söylediklerim olmayacak. Farz edin ki bilim matematiği daha yüzlerce, binlerce, milyonlarca, milyarlarca yıl izlemeye devam edecek. Plan hipotezi saçaklı doğrularla büyüyecek. Pitagoras ve diğer teoremler emirler yağdırmay, bizler o emirlere riayet etmeye devam edeceğiz. Tanıyıp da açıklayamadığımız o gölge duygusu, görünüp de kaybolan örüntü açıklığa kavuşacak.

Tanrı olamayabilir ama bir Matematik yapıcısı var ve Bilim onun Peygamberi.

Erkek ya da kadın, bir şey ya da hiçbir şey matematiği yazdı. Tanrı, Matematiği yazandır. Matematiği, Tanrı yazdı.

Saçaklı Gelecekte İnsan Hayatının Niteliği Nasıl Olabilir?

İnsanoğlunun Matematik Yapıcısına bir şey söyleyecek duruma gelmesi için, daha çok ama çok yıllar var. Bu arada, daha yüksek makina zekâları (YIQ’ları) bizim nasıl yaşadığımızı, düşündüğümüzü ve oynadığımızı değiştirecek. Saçaklı mantık bize akıllı aletleri tattırdı ve beğendik. Bir gün bu da değişebilir.

Ya o gün gelir de yüksek Makina IQ’ları (YMIQ) insan IQ’larını kendilerinkine boşaltırlarsa? Bu durumda insana ve onun kişiliğine ne olur? YMIQ sistemleri bizi öyle üretken kılar ki hepimiz zengin oluruz; peki, o zaman emek, adanmak, makullük gibi kavramlara ne olur? Her yanda sesle çalışan bilgisayarlar... Akıllı telesekreterlerde fuzzy kişilik-profili çipleri... Ne zaman ihtiyacınız olsa bulabileceğiniz akıllı diş protezleri... Akıllı yollar üzerinde akıllı otomobiller... Makina sağlıklı, makina zengini, makina akıllı insanlar.

Düşünebildiğiniz, yapabildiğiniz, yaratabildiğiniz her şeyi sizden daha iyi, çok daha iyi yapan bir akıllı makina olması nasıl bir şey olur? Bütün bir yıl tatil mi yaparız? Yumuşar mıyız? Her kuşak daha az risk alır, daha az insanla tanışır, devlete ya da büyük firmalara güvenir, zamanını daha çok sanal gerçeklik siber elbiselerinde, siber sandalyelerinde mi geçirir? Insan rasyonel hayvan olmaktan çıkar, ultra-yüksek teknolojide bir şişko patates mi olur?

Bence işler iyiye gidecek, çünkü bir anda hepimiz birden makina zengini olmayacağız. Büyük ikramiyeyi kazanmak insanı mahvedebilir. Bir düşünün Orta Çağ kralları otomobillerin, bilgisayarların, uçakların, televizyonun, dişçilerin, kişisel özgürlüğün ve zenginliğin bizlerde yapacağı etki hakkında neler düşünürdü!

İnsanlık maaş artışları ve primle zenginleşecek, piyango biletiyle değil. Onun için ne yapacağımızı şaşırmayacağız. YMIQ’lu oyuncaklarımıza ve onların dünyasına yavaş yavaş gidereceğiz. Akıllı ilaçlar ve akıllı silahlar - şu ikisini bir düşünelim.

İlk akıllı ilaçlar sokağa dökülünce ne olacak? Başlangıçta hükümetler onları yasa dışı ilan edebilir. Kişisel ve profesyonel kullanımlarını engelleyebilirler. YIQ haplarını herkes kullanamayacaksa, kimse kullanmasın diyebilirler. Kobaylarda ya da kompüter simulize kobaylarda baş ağrısına, kalp krizine, felce, tümörlere yol açıyor diyebilirler. Uzun vadeli sonuçları bilinmiyor diyebilirler. Ama yasaklama YIQ’lu hapların yayılmasını önleyemez. Fiyatı arttırır, fiyat artışı arzı sürekli kılar. Daha çok kimyager, kimya öğrencisi bu haplardan üretmeye ve karaborsada satmaya teşvik eder. Zaman içinde YIQ hapları yasal olur. Ancak yasal ya da değil, varlıkları toplumu değiştirir. Kimse YIQ yarışında geride kalmak istemeyecektir. YIQ hapları insan zihninin doping steroitleridir. Herkes YIQ alacak. Öğrenciler sınavları geçmek, çalışacakları yerde eğlendikleri geceleri telafi etmek için bunlarda alacak. Çalışanlar, işlerini yetiştirmek, kalabalık grupların önünde konuşabilmek, maaşlarını arttırabilmek ama hepsinden öte alanlardan geri kalmamak için alacaklar. Âşıklar birbirlerini etkileyebilmek için alacaklar. Sanatçılar yeni bir şeyler yaratabilmek için. Bilim adamları yeni fikirler geliştirmek, eskileri atmak için. Askerler yaşama şanslarını arttırmak için. Avukatlar savcılarla baş edebilmek için. Hekimler teşhislerini iyileştirmek ve davaları önleyebilmek için. Genelde YIQ’yu akıllılar, daha da akıllı olmak için alacak. Daha az akıllılar, akıllı olmak için alacak. YIQ’lara tıpkı otomobile, telefona, televizyona ve donuk gıdalara alıştığımız gibi alışacağız. Daha YIQ toplumu yavaşça oluşacak, sıçramayla değil.

Akıllı silahları düşünün. YIQ silahları, ülkeler arası ilişkileri kötüleştirdiği gibi iyileştirebilir de. Bunlarla ilk tecrübemiz, 1991 Irak Savaşı sürecindeydi. Cruise füzeleri ve akıllı roketlerin IQ’ları pek düşüktü. Buna karşın, daha YMIQ’su, silah yarışına girdi. Herkesin süperakıllı silahları olduğunda komşular eşitlenecek ve silahların toplam etkisi birbirini sıfırlayacaktır. Her ülkenin kendi Yıldız Savaşları kalkanı olacak. Bazı durumlarda öfke, diplomasi yerine spot atışlarını getirebilecek. Ama ne zaman ki ülkeler kalkanlara sahip olacak, o zaman hoşgörü daha da artacak. Tehlike, akıllı silahların gelişimin ilk yıllarında. Yirmi Birinci yüzyıda hiç kuşkusuz bunu göreceğiz. Akıllı silahların artışı dünyayı daha iyi bir yer de yapabilir. Kitle savaşları ortadan kalkabilir.

Herhalükârda bence makina zengini olmanın müthiş bir sonucu olacak. Makina zenginliği hayatımızdan kısıtlamaları kaldırmaya yardımcı olacak. Kısıtlama. Kapasite azalması. Mecburi kararlar. Polisin sanığı döverek elde ettiği itirafa inanmıyoruz. Kaba kuvvet veya tehdit, kısıtlamayı arttırır (duress) Çevresel faktörlerin çoğu da öyle. Bu noktada makine zenginliği çok işe yarayacaktır. Tabii ki yoksulluk da kısıtlama getirir. Eğer şart olmasa pek az kimse çalar ya da çalışır.

Ama kısa ömür de kısıtlayıcıdır, hatta belki de en önemli kısıtlayıcıdır. Saatin tıkırtısı, söyleyeceğimiz ya da yapacağımız her şeyi kısıtlar. Bin ya da milyon yıl yaşayacağınızı bilseniz birçok şeyi aynı şekilde yapmazsınız. Çocuk yapmak için acele etmezsiniz, belki de hiç yapmazsınız. Belki daha az harcama yaparsınız. Belki dünyayı ve güneş sistemini daha az kirletirsiniz. Daha uzun yaşam toplum, dünya ve güneş sistemiyle daha uzun ilişkiler demektir. O durumda Mars’a ne yaptığımız, madenlerini boşaltmamız, ısıtmamız ya da dünyavari bir cennete dönüştürme çabalarımızla ilgilenirsiniz. Cinsel iştah da bizi kısıtlar. Her erkek bilir ki, dünyaya dair duygularımız seks öncesinde ve sonrasında farklıdır. Kadınlar da böyle bir farklılık hissediyor olabilir. Kültürün ve flörtün bu konuda yapabileceklerinin bir sınırı vardır. Esas belirleyici olan yaşam uzunluğudur. Robotikde, malzemelerde ve kozmetikteki gelişmeler hiç kuşkusuz seks ikamelerini getirecektir. Hatta belki günümüz pop yıldızlarının siborg modelleri satılır olacak. Belki de seks ikameleri, seks arttırıcıları daha YIQ ve uzun hayat kadar istenir olacak. Daha seksi bir dünya daha hoş bir dünya olabilir. Ancak daha eğlenceli olacağı muhakkaktır.

Peki her kadın ya da erkeğin kendi robot haremi olan bir dünya da romantik aşka ne olur? Özgür seks, özgür aşk anlamına gelmeyebilir ama etkiler. Aşktan kösnüllüğü ve gen üretimini çıkarırsak ne olur? Kısıtlamaları ortadan kaldırırsak ne olur? Belki de ortada hiçbir şey kalmaz. Ya da belki gerçek aşk kalır ve bugünden düşünemeyeceğimiz boyutlara ulaşır.

Makine zenginliği bugünden tasavvur edemeyeceğimiz makine kültürü getirecektir. Sanatta yeni halılar dokuyacak, bilimsel yeni ağlar örecek, yeni algılamalar ve idrak getirecektir.

Bunların toplam etkisi ve bunların gerisindeki sanat, bilim, kültür ve tarih, insanın kozmostaki mercan kayasının alt katmanını teşkil edecek. Bundan binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca yıl sonra bizim biyolojik ve makine ahfadımız mercan kayalığımıza bir iskelet, bir kültür, bir bilim eklemeye devam ediyor olacak. Son çocuklarımız mercan kayasının üstünde dikilebilir ve Kâinatın kendi mercan kayalıkları üzerinde dikilen diğer medeniyetlerini selamlayabilirler. Diğerlerine yol gösterebilirler ya da diğerleri bizimkilere yol gösterir.

Veyahut da kendini beğenmiş bir makine gibi Babil Kulesi üzerinde tek başımıza durur, cevap vermeyen Matematik Yapıcısı’nı bulmak üzere Kâinatı araştırmayı sürdürebiliriz. Ya da Matematik Yapıcısı’nın bize verdiği cevabı beğenmeyebiliriz. Belki bizim Kâinatımız boşluktaki büyük bir çipten ibarettir; başka bir kültür için enformasyon stoklayan bir çip. Enformasyon, Kâinatın nasıl değiştiğinde yatabilir. Kozmik genişleme ve sıkışma örüntüleri – mesela bizim Kâinatımız geniş bir nöral ağ, bir kompakt disk ya da bir bellek çipiymiş, bizler de mantık devrelerinin birinin soğuk, sert tellerine çömelmiş oturan virüsümsü bir koloniymişiz gibi - enformasyon kodlayabilir veya çözebilir. Ya da mesaj var/mesaj yok işlemi yapabilir. Mesajlar, şu anda burada da olabilirler ama biz onları algılayamıyor, idrak edemiyor olabiliriz. Cebir kitabı üzerinde yürüyen karıncalar olabiliriz.

Makina YIQ’su, bu dünyaların kapısını aralayacaktır. İnsanlığın akıllı makinelarla ilişkisi geleceği eski “köle-efendi” temasına yeni çeşitlemeler getirecek. Makina zekâlı üstlerimizi biz kontrol edeceğiz. Onlarla yaşayacak, onları yaratacak, onlara uyum sağlayacak, belki de onlarla birlikte doğuracağız. Onlar bizim dizginlerimizi tutarken biz de onların dizginlerini tutacağız. Aynı zamanda köle, aynı zamanda efendi. Mesele, derece meselesi olacak.

Saçaklı mantık bize bu kapıyı açmak için bir bedel ödememiz gerektiğini gösterdi. Eski Aristo mantığına itaat etmemeli, eski mantığı aşmak için kurallarını kırmalıyız. Makinaların bizim gibi düşünmelerini sağlamaya çalıştığımızda, bunu eski mantığa uygun olarak yapmaya çalışmıştık: aç/kapa makinaları kadar basit düşünmeyi öğrenmeye çabaladık. Çünkü ikili (ya-ya da) düşünce sisteminin kültürel mirası bize böyle yapmamızın doğal ve uygun olduğunu öğretmişti. “Kesinlik”i aradık ve bulamadığımız zaman kendimiz temin ettik. Şimdi artık kapıyı biraz biraz açıyoruz. Ola ki, saçaklı mantığı da daha genel bir düşünce veya teori veya süreç için terkedebiliriz. Son tahlilde saçaklı mantık, doğrunun bugüne kadar aranandan daha yakın bir tahminine cevaz veriyor. Bizim bilim ve matematiğimiz daha yeni doğdu.

* Bart Kosko, Fuzzy Thinking: The New Science of Fuzzy Logic, 1993, Hyperion.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.