Siyasal İnancın Teyidi*
Prens Klemens Metternich (1779-1859) 1809-1849 arasındaki kırk yıl boyunca, Habsburg Monarşisi’nin önde gelen devlet adamıdır. Usta bir diplomat olarak, Napolyon’un devrilmesi ve 1815 Viyana Anlaşması’nın koşullarının oluşturulmasında belirleyici rol oynar. Asıl amacı, Viyana Anlaşması’nı, liberalizmin ve milliyetçiliğin “tahripkâr” gücünden korumak için kullanmaktır. Bu güçlerin, Avrupa çapında, gizli bir ittifak içinde organize olduklarına inanır ve bu gelişmeye karşı koymak üzere, aynı derecede yaygın bir prensler birliği talep eder. Planı, herkesi tehdit eden radikalizm tehlikesine karşı ortak tedbir almak üzere hükümdarların düzenli bir biçimde istişarede bulunmalarını öngörmektedir. 1820’de Napoli’de bir devrim patlak verir ve Troppou’nun Çek kasabasında bir kongre çağrısı yapılır. Kongreye katılan Rus Çarı I. Aleksandr, Metternich’ten “inancını teyit eden” (bir tür günah çıkarmadan bahsetmektedir) bir siyasal müzekkere hazırlamasını ister. Ve Metternich, Avrupa’daki devrimsel nitelikli karışıklıkları kendince tavsif eden, bunların nedenleri ve çarelerini anlatan ayrıntılı bir rapor hazırlamak suretiyle çarın bu isteğin yerine getirir.
Liberalizm Batı dünyasının hangi değerlerini tehdit eder?
Meşhur bir yazar geçenlerde, “Avrupa,” dedi, “maneviyat sahibi insanda acıma, erdemli insanda korku uyandırır.”
Durumun daha net bir resmini birkaç kelimeyle çizmek, bu satırların kaleme alındığı şu sıralarda kolay değildir!
Krallar, yakın bir gelecekte yaşamlarında vuku bulacak değişiklikleri hesaba katmalıdır; gemi azıya almış ittifak, toplumun varlığının temeli olarak saygı duyduğu her şeyi yıkmak üzere tutkuyla harekete geçmiş; din, kamu ahlakı, yasalar, gelenekler, haklar ve ödevler saldırıya uğramış, allak bullak edilmiş veya sorgulanmaktadır. Halkın geniş bir bölümü bu saldırıların ve devrimlerin tepkisiz izleyicileridir ve her türlü savunma aracından yoksundur. Sel içlerinden bazılarını alıp götürür belki ama çoğunluğun arzusu, artık mevcut olmayan ve hatta temel unsurlarının bile yok olduğu bir huzur ortamında yaşamaktır.
Tüm bu kötülüklerin sebebi nedir? Bu kötülüğün tesisi hangi yöntemlerin ürünüdür ve sosyal bünyenin damarlarına nasıl nüfuz eder?
Bu kötülüğün yayılmasını önleyecek yollar hâlâ mevcut mudur ve bunlar nelerdir?
Şüphesiz, bunlar düzen dostu ve toplumsal huzur arayan -ki bu iki unsur ilkesel olarak birbirinden ayrılamaz ve insanlığın en temel ihtiyacı olarak kutsalıdır- her iyi insanı endişelendiren hususlardır.
Bugüne dek dünyaya adını hak eden, gerçekten hak eden bir kurum bahşedilmedi mi hiç? Toplum, doğru ile yanlışı ayırt edebildiğine inandığı günden beri, hakikat hep hatalarla mı gölgelendi? Her yerde belirli aralıklarla ve tekrar tekrar sayısız fedakârlık karşılığı kazanılan tecrübe yanılgıdan mı ibarettir? Toplum bir anda aydınlığa çıkabilecek mi? Bilgiye vahiy yoluyla mı ulaşılacak? Eğer bunların mümkün olduğunu düşünüyorsak, o halde bunların gerçekleşeceğine inançla başlamak gerekir. Hiçbir şey hata kadar ölümcül değildir; hata yapmaya niyetimiz yok, bunu istemiyoruz. Şimdi sorunu ele alalım!
İnsanın doğası değişmezdir. Toplumların öncelikli ihtiyaçları aynıdır ve aynı kalır; var gibi görünen ve toplumları etkileyen farklılıklar, iklim çeşitliliği, toprağın kısırlığı ya da zenginliği, coğrafi konum vb. doğal nedenlerle açıklanır. Bu yerel farklılıkların fiziksel ihtiyaçların çok ötesinde etkileri olduğu bir gerçektir. Daha yüksek düzeyde ve kendine has ihtiyaçlar yaratır, hatta belirler; yasaları etkiler ve din üzerinde bile etkin olurlar.
Öte yandan, her şey gibi kurumlar da kökeni itibariyle muğlaktır; çeşitli gelişme aşamalarından geçip mükemmelliğe ulaştıktan sonra gerileme ya da çöküş yaşar; insan doğasıyla uyumlu olarak çocukluk, gençlik, güç ve aklın egemen olduğu dönemlerden sonra çürümeye başlarlar.
Sahip oldukları güçten geriye sadece iki unsur kalır ve bu güçler kendini göstermekten asla vazgeçmez. Bunlar, maneviyat -dini ve toplumsal ahlak kuralları- ve yerel ihtiyaçlardır. İnsanlar bu iki esastan sapmaya başladıkları, kaderlerinin egemen unsurlarına başkaldırmaya kalkıştıkları andan itibaren toplum hastalanmaya başlar ve kaçınılmaz olarak sarsılır, çalkalanır. Her ülkenin tarih kitabı, benzer durumların yol açtığı sonuçları anlatan kanlı sayfalarla doludur ama biz çelişkiye düşmekten korkmaksızın iddia ediyoruz ki, insanoğlunun böylesi bir kötülüğün yıkıcı etkilerine bu kadar geniş bir alanda maruz bırakıldığı bir başka çağ olmamıştır. Nedenleri tabiidir. (…)
Düşüncenin basım yoluyla iletilmesinin kolaylaşması, barutun icadıyla saldırı ve savunma yöntemlerinin tamamen değişmesi, Amerika’nın keşfinin devreye soktuğu metal (para) miktarı sayesinde mülkün değerinin farklılaşması, yeni kıtada servet edinme imkânının kışkırttığı maceracı ruh, kısaca çok sayıda ve çok önemli değişikliklerin yol açtığı toplumsal ilişki değişikliklerinin hepsi Reformasyon’un ahlak dünyasında yarattığı devrimle taçlanarak daha da gelişmiştir.
İnsan aklı son üç yüzyıl içinde son derece hızlı gelişmiş, ne var ki, bilgelik (tutku ve yanlışı dengeleyebilecek mekân unsur) aynı hızla gelişmemiştir. Sahte sistemlerin hazırladığı devrim, On Sekizinci yüzyılın ikinci yarısında şanlı hükümdarların çoğunun içine düştüğü ölümcül yanlışlar, bilgide ilerlemiş ve fakat keyfe kapılıp güçten düşmüş ve olayları değerlendirmekten aciz, önemsiz denilebilecek insanların yaşadığı bir ülkede, sonunda patlak verdi.
Toplumun şu an içinde bulunduğu durumun birincil nedenlerine hızla göz attığımıza göre, şimdi onu bir vuruşta sahip olduğu her şeyden etmekle tehdit eden kötülüğün kendine has özelliklerine daha ayrıntılı bir biçimde işaret ederek keyfini kaçırmamız gerekir. Bu kötülük tek bir kelimeyle tanımlanabilir: küstahlık. Yani insan aklının birçok şeyi mükemmelleştirme yönündeki hızlı gelişiminin tabii sonucu! Küstahlığın neredeyse evrensel bir özellik haline gelmiş olması nedeniyle, bugün pek çok insan baştan çıkmış, kötü yola düşmüştür.
Din, ahlak, yasama, ekonomi, siyaset, yönetim, bunların hepsi herkes için ortak ve ulaşılabilir hale gelmiştir. Ne var ki, söz konusu insan bilgiyi sanki vahiy yoluyla elde eder, deneyimin hiçbir değeri yoktur, iman bir şey ifade etmez, yeri sözde bir görüşle ikame edilir ve bu görüş uğruna araştırma ve çalışmadan vazgeçilir. Bunlar bir bakışta her şeyi, tüm sorunları ve gerçekleri kavrayabileceğine inanan sıradan bir aklın işidir. Yasalar ona bir şey ifade etmez, değersizdir, çünkü onların yapılmasına katkısı olmamıştır; ona göre kaba ve cahil nesillerin çizdiği sınırları kabul etmek, onun gibi bir insana yakışmaz. Güç ondadır; sadece aydınlanmadan ve bilgiden nasibini almamış insanlar için gerekli olan güce teslim olmanın ne anlamı vardır? Ona göre akıl ve coşku çağında evrensel mükemmeliyete ulaşmak için gerekli olan, Alman yenilikçilerin tanımladığı üzere, ki saçmalıktır, Halkların Özgürleşmesi’dir! Ahlak kavramına açıkça saldırmaz, çünkü o olmadan kendi varlığından bir an olsun emin değildir ama onun esaslarını kendine göre yorumlar ve kendisini öldürmemesi ya da soymaması şartıyla, başka insanların da aynı şekilde yapmasına göz yumar.
İnanıyorum ki, küstah bir insanın özelliklerini tanımlamak suretiyle günümüz toplumunun özelliklerini de tanımlamış olduk. Küstahlık, her insanı kendi inancının rehberi, kendisi için memnun olduğu ya da bir başkasının onu ve çevresindekileri yönetmesi için razı olduğu yasaların belirleyicisi, kısacası, onu kendi inancının, kendi eylemlerinin ve kendi ilkelerinin yargıcı yapar. (...)
Toplumun üzerine çökmüş bulunan bu kötülüğün üzücü yoğunluğunun bize göre iki tür nedeni var. Birinci türde olanlar şeylerin doğasıyla öylesine bağlantılı ki, bunlara hiçbir insani öngörü engel olamazdı. İkinci türdekiler, etkileri itibariyle her ne kadar benzer görünse de iki alt gruba ayrılmalıdır.
Bu nedenlerden birinci türde olanlar olumsuz, ikinci türde olanlar olumludur. Birinci türdekilerin arasına hükümetlerin güçsüzlüğünü ve eylemsizliğini koyacağız.
Bu hükümetlerden hiçbirinin toplumun bir krize veya kötülüğe yönelmiş olduğundan bihaber olmadığını görmek için On Sekizinci yüzyıl boyunca izlenen yola şöyle bir göz atmak yeter. Ne var ki, maalesef, büyük yetenekler bahşedilen, gücünün farkında olan ve düşmanlarının zaaf veya eylemsizliğine bakarak etkinliğinin giderek arttığını gören ve insanların aklını kendi iğrenç girişimine -Tanrı ve O’nun değişmez yasalarından nefretle temellenen, sonuçları dikkate almadığı için iyice iğrenç bir girişim- razı etmek üzere hazırlama ve yönlendirme sanatına vâkıf birileri vardı.
Bu gibi insanların çoğunu Fransa’nın yetiştirmiş olması, büyük bir talihsizliktir. Fransa dine ve kutsal saydığı her şeye, o maneviyat ve otorite ortamına sürekli ve sistematik olarak nefretle saldırmış; yergi silahı en rahat biçimde Fransa’da kullanılmış ve başarılı olmuştur.
Tanrı’nın adını ve O’nun ilahi buyruklarıyla tesis edilmiş olan gücünü çamura bula yeter, işte sana devrim! Sosyal sözleşmeden bahset, işte sana başarı! Büyük halk kitleleri daha hazırlık aşamasındayken, devrim kralların sarayında çoktan yapılmış, şehirlerin misafir odalarında çoktan tamamlanmıştı.
İngiltere’nin Fransa üzerindeki uzun süreli etkisini dikkate almaksızın devam etmek olmaz. İngiltere öyle bir yerdedir ki, bizce onun hiçbir devlet yönetim biçimi, geleneği veya kurumu Kıta Avrupası ülkelerine benzemez; avantajlarından hiçbirini sağlama almaksızın örnek alacak olsak sıkıntıya, hatta tehlikeye düşeriz.
Fransa’nın akil insanlarına göre, aristokrat seçkinlerin2 toplantısında, elli yılı aşkın bir süredir devam eden kamuoyu yönelişinin bir sonucu olarak -ki son zamanlarda güçlenmiş ve hükümetin ihtiyatsız bir yaklaşımla Amerikan devrimine verdiği destekle bir anlamda Fransız hükümetince de benimsenmiş- yapılacak tüm reformların monarşinin temellerine dokunacağı önceden görülmüş ve hükümete sadece herkesin söylediğini vaktinden önce kabul etmek kalmıştı. Nitekim Fransız Devrimi birden başlamış ve devrimsel süreç çok kısa bir süre içinde tamamlanmıştır. Bu sürecin uzun sürdüğünü hissedenler, sadece çağdaşları ve kurbanları olmuştur. (…)
Bu müzekkerede, hangi ülkede olursa olsun, devrimcilerin -ki, başarıları inkâr edilemez- kullandıkları en diri ve tehlikeli enstrümanlardan birine henüz değinmedik. Bir büyük güçten, gizli cemiyetlerden bahsediyorum; toplumsal yapının altını oyan, hızla gelişen kangren tohumları eken ve karanlıkta çalıştığı için çok daha tehlikeli olan gizli cemiyetlerden! Bu salgın, barışı ve halkını seven hükümetlerin yakından izlemek ve mücadele etmek zorunda olduğu en kötü salgınlardan biridir.
Her hastalığın bir çaresi olduğuna ve bu çarenin doğasına dair bilginin bir başkasının keşfine yol açacağına, temel bir gerçek gözüyle bakarız. Ancak pek az insan savaşmaya niyet ettiği bir hastalığı önce iyice inceler. (…)
Söz konusu ahlaki kangrenin esas olarak etkilediği sınıf, toplumun orta sınıfıdır ve başını çekenler de onların arasında bulunur.
Büyük halk kitleleri için bunun hiçbir cazibesi yoktur ve olamaz. Bu sınıfın -gerçek insanların- kendini adamak zorunda olduğu işler, anlaşılmaz soyutlamalara ve ihtiraslara izin vermeyecek kadar kesintisiz ve müspettir. Halk kendisini neyin mutlu ettiğini bilir: Geleceğe güvenebilmek! Çünkü bugün çektiklerinin karşılığını yarın alacaktır. Bireylere, ailelere ve mülkiyete adil bir koruma sağlayan yasalar, esas itibariyle oldukça basittir. Halk, sanayiye zarar verecek, dolayısıyla sıkıntıya yol açacak herhangi bir hareketten korkar.
Devrime katılan daha yüksek sınıftaki insanlar ya sahte bir ihtiras içinde olanlar ya da kelimenin daha geniş anlamıyla, kayıp ruhlardır. (...)
[Fransa, Almanya, İngiltere ve İspanya’da] tedirgin olan sınıflar esas itibariyle varlıklı insanlar, yani bireysel çıkarlarını ne pahasına olursa olsun korumak ve garantiye almak isteyen gerçek kozmopolitler, maaşlı devlet memurları, yazarlar ve memurlardır.
Bu sınıflara, toplumun alt sınıflarındaki sahte ihtiras sahibi insanlarla, ki sayıca fazla değildirler, daha üst tabakanın sahte ihtiras sahibi insanlarını, ki sayıca fazladırlar, ekleyebiliriz.
Öte yandan, belirli gruplara birlik çağrısı yapılmayan bir dönem yoktur. Bu çağrı, 1815’ten beri Anayasa’dır. Ancak kendimizi kandırmayalım; tefsire açık olan bu sözcüğe, farklı rejimler altındaki hiziplerin aynı anlamı atfettiklerini düşünürsek, yanlış yapmış oluruz. Bu böyle değildir elbet. Bu sözcük, saf monarşilerde “ulusal temsil” olarak nitelendirilir. Son zamanlarda temsili rejimin yönetimi altına giren ülkelerde “gelişim” olarak adlandırılır ve (halka) temel yasalarla sözleşmeler vaat eder. Ulusal temsil geleneğine sahip tek devlet [İngiltere] ise bunu reform olarak algılar. Kısacası, her yerde değişim ve sorun anlamı taşır.
Saf monarşiler şöyle bir açıklama getiriyor olabilirler: “Eşitlik düzeyi boyunuzu aşacak, servetiniz el değiştirecek, yüzyıllardır tatmin edilegelmiş hırslarınız, yerini bizlerin bugüne dek bastırdığı hırslara terk edecek.”
Yeni bir rejim altındaki devletlerde şöyle bir açıklama yapılabilir: “Dünün tatmin edilmiş tutkuları yerlerini yarının hırslarına bırakmalıdır ve bizim yarınımız bugündür.”
Son olarak, üçüncü gruptaki tek ülke olan İngiltere’de, bu iki açıklamayı Reform sözcüğü bir araya getirir.
Avrupa, tarafsız bir gözlemciye, işte böyle içler acısı ve tuhaf bir görüntü sunar. Her yerde Tanrı’ya ve prense sadık insanların barış ve huzur için dua ettiklerine şahit olur ve bunu kanıtlarcasına, her yerde kendilerini halk dostu ilan eden ve fakat halkı galeyana getirme çabası içindeki hizipçilerin kışkırtmalarına direnç gösteren insanlar buluruz!
Toplumların, fikirlerinde ve eylemlerinde hâlâ özgür olan hükümetler tarafından alınacak güçlü ve etkin kararlar olmaksızın kurtulamayacağı inancındayız.
Ve inanıyoruz ki, hükümetlerin kendilerini kandırmayıp gerçekle yüzleşmeleri, safları birleştirmeleri, doğru, kesin ve açıkça ilan edilmiş ilkeler çerçevesinde hareket etmeleri halinde bu hâlâ gerçekleşebilir.
Hükümdarlar, kendilerine O’nun tarafından verilen görevi, O’nun bahşettiği güçle adaleti sağlamak, herkesin hakkını korunmak, hataya düşmemek ve doğru yoldan şaşmamak için, ancak bu yolla kararlı bir şekilde kullanarak yerine getirebilecektir. Hükümdar, bir sınavdan geçtiğimiz şu günlerde, toplumu tedirgin eden tutkuların ötesinde, sahte görüntü vermekten uzak duracak, kendisi gibi olacak, bir aile reisi gibi davranacak ve zor günlerde nasıl adil, akil ve dolayısıyla güçlü olabileceğini kanıtlayacak, yönetmesi gereken insanları hiziplerin insafına bırakmayacak, toplumu yanlışın yol açtığı yok oluşa terk etmeyeceğini gösterecektir. Düşüncelerimizi kâğıda döktüğümüz şu an, söz konusu kritik anlardan biridir. Kriz büyüktür; sonucu, nerede hangi tarafta yer aldığımız belirleyecektir.
Bireyler ve devletler için günlük yaşam tecrübesi kadar, yüzyılların tesis ettiği yerleşik bir ortak davranış kuralı vardır. Bu kural der ki: “Kişi tutkuyla hareket ederken reformasyon hayali kurmamalıdır; böyle anlarda akıl kendimizi, olanı korumak ve sürdürmekle sınırlandırmamız gerektiğini vaaz eder.”
Hükümdarlar bu ilkeye sıkı sıkıya sarılırlar; verdikleri tüm kararlar bu ilkenin izlerini taşır. Bu kararlılıklarını eylemleriyle, aldıkları tedbirlerle, hatta kendi ifadeleriyle tüm dünyaya kanıtlarcasına ilan ederler; nitekim her yerde müttefik bulacaklardır. Hükümetler istikrar ilkelerini tesis ederken iyi olanı geliştirmeyi ihmal etmemelidir, çünkü istikrar hareketsizlik anlamına gelmez. İnsanların esenliğini, mutluluğunu arttırmak, devleti yönetmenin ağır yükünü üstlenmiş olanların görevidir! Bunu ihtiyaçlara ve zamana uygun olarak düzenlemek, ayarlamak hükümetlerin görevidir. Akil reformlar, hizipçilere hükümetlerden zorla almaya çalıştıkları, oysa ne talep etme hakkı ne de bunları belirli sınırlar içinde tutma yeteneğine sahip oldukları tavizler vermek suretiyle yapılamaz. Mümkün olan en iyinin yapılması, bizim en içten dileğimizdir ama iyi olan, var olanla karıştırılmamalı, hatta gerçekten iyi olan şeyler, sadece onu uygulama gücü ve yetkisini haiz olanlar tarafından yapılmalıdır. Bunlar, bazı kavramların ve okşanıp sevilmenin değerini acı tecrübeyle öğrenen halkların da içten dileği olmalıdır.
Her hükümet için halkının mutluluk ve esenliğini kollama özgürlüğüne, her ülkedeki hiziplere karşı hükümetler arasında işbirliğine, hizipçilerin sloganı haline gelen anlamsız sözlerin aşağılanmasına, kurumların yasal yollarla gelişmesine, her hükümdarın herhangi bir maske altındaki partizanlara yardımı reddetmesine saygı duyulmalıdır. Bunlar, ne mutlu ki, büyük hükümdarların görüşleridir; uygulamaya konması halinde dünya kurtulacak, konmaması halinde yok olup gidecektir.
Hükümdarlar arasındaki birlik, toplumu yok olmaktan kurtarmak üzere, bugün yürürlüğe konması gereken politikanın temelidir...
Şu an toplumu sarsarak yok oluşun eşiğine getiren unsurlar her çağda yaşanmış olsa da -zira her çağ ahlaksız, hırslı, ikiyüzlü, hayalperest, yanlış dürtüler ve vahşi projelere sahip insanlar görmüştür- bizler, temas, ayartma ve cezbetme imkânlarına sadece özgür basınla bile sahip olan bizler, içinde bulunduğumuz çağda farklı sınıftan insanlar üzerinde etkin olabilecek olumsuzlukları bertaraf etme imkânına sahibiz.
Toplumun özgür basınla, On Yedinci yüzyılın ikinci yarısına kadar dünyanın bilmediği ve On Sekizinci yüzyılın sonuna kadar, dili ve kendine has tuhaf tutumuyla Kıta Avrupası’ndan denizle ayrılan İngiltere dışında, istisnasız dizginlediği belayla var olup olamayacağını sadece biz sorgulamıyoruz elbet.
* Pierre Richard Metternich, Memoirs of Prince Metternich, ed. Charles Scribner’s Sons, 1881.