Savoylu Bir Papaz Vekilinin İnancını Açıklaması*
Jean Jacques Rousseau (1712-1778) İsviçre’nin Cenevre kentinde doğdu ve Fransa Ermenonville’de öldü. Ataları, On Altıncı yüzyıldaki Din Savaşları sırasında zulme uğradığı için Cenevre’ye kaçan Huguenotlardandı. İtiraflar’ına inanmak gerekirse, tüm hayatı boyunca, en sefil aşk maceralarında bile, çocukluğundan beri içinde yaşadığı İsviçreli Kalvinist çevresine farklı biçimlerde tepki göstermiştir. Ansiklopedi’ye katkıda bulunmuş ve Diderot’un yakın arkadaşı olmuş olsa da Fransız Aydınlanması’nın rasyonalist prensiplerini asla tamamen kabul etmedi. Duyular ve duyarlılık konularıyla meşgul olurken politik, estetik ve ahlaki tüm deneyim ve meselelere çok yoğun, kişisel bir yaklaşım geliştirdi; dönemin filozof stereotipinin çok dışındaydı. “Savoylu Bir Papaz Vekilinin İnancını Açıklaması” aslında Rousseau’nun romanı Emile yahut Eğitim Üzerine’nin [Émile ou de l’éducation] (1762) bir bölümüdür; ancak sanki özellikle ayrı yazılmış gibi sıklıkla tek başına yayınlanmaktadır.
Benden bilgece bir nutuk veya derin argümanlar beklemeyin. Ben büyük bir filozof değilim ve olmaya da niyetim pek yok. Yine de bazen sağduyunun ışığını algılıyorum ve her zaman doğrulara saygı duyuyorum. Sizin dediklerinizi çürütmek için herhangi bir tartışmaya veya çabaya girmeyeceğim; sadece kalbimdeki basit ve samimi duygularımı ortaya koyacağım. Siz de bu beyanı okurken kendi duygularınızı gözden geçirin: Sizden tek ricam budur. Eğer hatalıysam bu kasıtlı bir tercih değildir ve bu beni tüm suçlardan aklamaya yeter; eğer haklıysam, bırakalım her ikimizin de sahip olduğu akıl karar versin. Bu konuyu dinlemekle ikimiz de çok ilgiliyiz, neden ikimizin görüşleri de benzeşmesin?
Fakir bir köylü olarak doğdum, durumum gereği kaderim çiftçilik yapmaktı. Ancak benim ekmeğimi bir rahip olarak kazanmam için eğitim görmeme karar verildi ve iyi bir eğitim görmem için gerekli kaynaklar bulundu. Bunu yaparken kesinlikle ne ben ne de ailem benim eğitimim için neyin gerçekten iyi, doğru ve faydalı olacağı konusunda kimseden fikir almadık; sadece papazlığa atanabilmem için ne gerekiyorsa onları öğrenmem gerektiğini biliyordum. Bu yüzden ben de öğrenmem gereken şeyleri öğrendim, -ne söylemem gerekiyorsa onu söyledim- ve böylece bir rahip oldum. Ama kısa süre sonra artık bir erkek olmamak sorumluluğunun altına girerek, başaramayacağım bir şeye söz verdiğimi açıkça algıladım. (...)
Doğanın ilk ve en kutsal kurumu olarak gördüğüm evliliğe her zaman büyük bir saygı duydum. Böylesi bir yükümlülük altına girme hakkımdan vazgeçmiş olmamdan dolayı bu sözün şerefini lekelememeye karar verdim; çünkü eğitimimin verdiği tavırlara rağmen her zaman basit ve tekdüze bir hayat yaşadığımdan dolayı ilk fikirlerimi oluşturan o anlayışı net biçimde korumuştum. Dünyanın kuralları ilkel nosyonlarımı muğlaklaştırmamıştı ve fakirliğim sayesinde, bize günahın yanıltıcılığını öğreten ayartmalardan yeterince uzak durabilmiştim.
Ancak oluşturduğum bu erdemli çözüm beni yıkıma götüren sebep oldu; diğerlerinin haklarını çiğnememe konusundaki kararlılığım hatalarımın açığa çıkmasına neden oldu. Günahımın kefaretini ödemek için uzaklaştırıldım ve sürüldüm; belimin gevşekliğinden çok vicdanımın kurbanı oldum. Rezilliğim nedeniyle kınandığımda bir suçun gerektirdiği cezadan kaçmanın yolunun daha büyük bir suç olduğunu fark ettim.
Bu türden birkaç örnek, düşünme yeteneği olan bir kişiye çok şey öğretebiliyor. Üzücü deneyimler sonunda adalet, dürüstlük ve diğer ahlaki sorumluluklar konusundaki fikirlerimin pratikle çeliştiğini gördüğümde, edindiğim fikirlerin çoğundan vazgeçmeye başladım, sonunda elimde kalan birkaç tanesi kendi kendilerine hayatta kalamayınca onların temelindeki delilleri de sorgulamaya başladım. Bu yüzden, ne düşüneceğimi bilemez halde sizin ruh halinize kadar düştüm, şu farkla ki, inançsızlığım daha olgun bir çağın gecikmiş bir meyvesi olduğundan ondan kurtulmak çok daha zordu. (...)
Zaman içinde çok daha büyük kötülükler yaşadım; yine de hayatımın hiçbir dönemi bence o tereddüt ve kaygı dolu dönem kadar kabul edilemez değildi. Sürekli olarak bir şüpheden, bir tereddütten diğerine koşuyordum; uzun ve acılı tefekkürler neticesinde hem varlığım hem de görevim hakkında elde ettiğim tek şey kararsızlık, muğlaklık ve çelişkilerdi. (...)
Bir insan prensip olarak nasıl içtenlikle şüpheci olabilir, anlayamıyorum. Böylesi filozoflar ya gerçekte mevcut değiller ya da dünyadaki en sefil insanlar. Kesin olarak bilmemizin önemli olduğu şeyler konusunda şüphe etmek insan zihnini çok fazla karıştırabilir, çünkü insan zihni çok uzun süre kararsız kalamaz ve bunun yerine bir yolu diğerine tercih ediverir, bir konuda hiçbir şeye inanmamaktansa aldatılmayı yeğler.1 (...)
Bu durumda filozoflara müracaat ettim. Kitaplarını karıştırdım ve fikirlerini inceledim. Onları boş, dogmatik ve zorbaca buldum – sözde kuşkuculuklarına rağmen. Hiçbir konuda cahil değillerdi ama hiçbir şeyi de ispatlayamıyorlardı; ancak birbirleriyle alay ediyorlardı; sadece bu sonuncusunu yapmakta hemfikirdiler ve sanırım haklıydılar. Rakiplerine saldırdıklarında zafer kazanabilmeyi istiyorlardı ama etkin bir savunma yapmalarını sağlayabilecek bir şeyleri yoktu. Sebeplerini araştırdığında sadece rakiplerinin fikirlerini çürütmeyi hesapladıkları görülüyordu: Oylama yapsalar herkes sadece kendi oyunu alırdı. Üzerinde anlaştıkları tek şey tartışmaktı ve bunların peşinden gitmek kesinlikle kafamdaki muğlaklığı yok etmeyecekti.
Anladım ki insanların anlayışındaki zayıflık, hislerindeki o olağanüstü çeşitliliğin birincil sebebiydi ve ikinci sebep de gururdu. Bu çok kapsamlı makineyi ölçebilecek standartlarımız yok; çeşitli ilişkilerini hesaplayamıyoruz; ne ilk sebebi ne de nihai sonucu biliyoruz; kendimizden bile habersiziz; ne kendi doğamızı ne de hareket prensiplerimizi biliyoruz; hayır, insan denen varlığın basit mi, karmaşık mı olduğunu bile tam olarak bilemiyoruz. Etrafımız her yönden anlaşılmaz gizemlerle çevrilmiş; bu gizemler aklın sınırlarının ötesine uzanıyor; bunları kavrayabilecek bir anlayışa sahip olduğumuzu hayal ediyoruz ama bu sadece bir hayal. Bu hayal dünyasında herkes kendisine göre bir yol öneriyor ama kimse bu yolun kendisini hedefine götürüp götürmeyeceğini bilemiyor. (...)
Böylece gerçeklik sevgisi tüm felsefemi kapsar hale geldi; araştırma yöntemim ise tartışmanın boş kurnazlıklarını içermeyen sağduyu idi; bu prensiplere göre sahip olduğum tüm bilgileri yeniden gözden geçirdim, içtenlikle düşündüğümde kalbimin reddetmediği şeyleri kabullenmeye ve bunlarla bağlantılı görünen şeyleri de doğru kabul etmeye karar verdim; diğer her şeyi şüpheliydi, ne kabul edecek ne de reddedecektim, pratikte bir fayda getirmeyecek noktaları netleştirmek için kendimi zora sokmamaya kararlıydım.2 (...)
Bu nedenle, dünyanın bilge ve güçlü bir İrade tarafından yönetildiğine inanıyorum. Bunu görüyorum, daha doğrusu, hissediyorum ve bunu bilmek benim için çok önemli. Ama bu dünya ebedi mi, yoksa yaratıldı mı? Dünyadaki şeyler bağımsız ve kendi başına varolan bir prensibe mi bağlı, yoksa iki veya daha fazla prensip mi var ve bunların özü nedir? Bunlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum, bilmem gerektiğini de düşünmüyorum. Böylesi bir bilgi benim için ilgi çekici hale geldiğinde onu elde etmek için çabalayabilirim; ama bundan başka beni tedirgin eden, pratikte işe yaramayan ve benim anlama gücümü aşan tüm boş çalışmalardan vazgeçtim.
Ancak hatırlayacaksınız, duygularımı size dikte etmek istemiyorum, sadece size oldukları gibi anlatıyorum. Madde ebedi midir, yoksa yaratılmış mıdır; pasif bir prensibi var mıdır, yok mudur? Kesin olan tek şey tüm evrenin bir tasarım olduğudur ve bu tasarım, tatmin edici biçimde zeki bir failin varlığına işaret eder. Çünkü bu sistemin düzenlenmemiş veya tek ve aynı amaca, yani şeylerin oluşturulmuş mevcut düzenini korumaya yönelik olmayan bir parçasını göremedim. İradesi fiile dönüşen, eylem prensipleri kendinden kaynaklanan bu Varlık; istediğinde herhangi bir kelimeyle evrenin tüm parçalarını harekete geçirebilen ve her şeyi yöneten bu Varlığa ben TANRI diyorum.
Bu terime, şeylerin düzenine bakarak elde ettiğim zekâ, güç ve irade fikirlerini ekliyorum; bunlara da bu birliğin zorunlu sonucu olan iyiliği ekliyorum. Ancak bu nitelikleri izafe ettiğim o Varlığın özünü anlayacak kadar bilge değilim. O, hem duyularımdan hem de aklımdan eşit uzaklıkta duruyor. Onu ne kadar düşünürsem, o kadar aklım karışıyor. Var olduğunu ve varlığının kendi yarattıklarından tamamen bağımsız olduğunu kesin olarak biliyorum. Ayrıca kendi varlığımın da buna bağlı olduğunu ve bildiğim tüm varlıkların da aynı durumda olduğunu biliyorum. Onun tüm işlerinde ilahlığını hissediyorum, onu içimde hissediyorum ve onu çevremdeki bütün nesnelerde görüyorum; Ancak onun ne olduğuna dair tefekkür etmeyeceğim, nerede olduğunu ve ne hayal ettiğini sorgulamayacağım; artık şaşkınlaşmış aklım kendi zayıflığını anladı.
Bu yüzden bundan sonra asla, O’nun benimle olan ilişkisinin gerektirdiğinin ötesinde, Tanrı’nın doğası hakkında tartışmayacağım. Böylesi sorgulamalar bilge birinin titremeden ve böylesi yüce bir konuda çok ilerlemenin kendi yetersizliğini tamamen ortaya çıkarmadan asla girişemeyeceği kadar küstahçadır. Çünkü Tanrı hakkında hiçbir fikre sahip olmamak, değersiz ve haksız düşüncelere sahip olmaktan çok daha iyidir. (...)
Size şunu da itiraf edeyim, Kutsal Kitap’a karşı büyük hayranlık duyuyorum, çünkü İncil’in saflığı kalbime hitap ediyor. Filozofların o gösterişli laflarla dolu eserlerini dikkatle inceleyelim. Kutsal Kitap’la karşılaştırıldığında ne kadar vasat, ne kadar aşağılıklar! Bu kadar basit ve bu kadar yüce bir kitabın sadece insanların eseri olması mümkün mü? Bu kitapta tarihi anlatılan kutsal şahsiyetin sadece bir insan olması mümkün mü? Heyecanlı veya tutkulu bir tarikatçının tavrı üstlendiğini görüyor muyuz? Tavırları ne kadar saf, ne kadar tatlı! Kurtarırken ne duygulu ve ne lütufkâr! Özdeyişleri ne kadar yüce! Söylevlerindeki bilgelik ne kadar derin! Cevapları nasıl akıl dolu, nasıl ince, nasıl doğru! Tutkularını nasıl da kontrol ediyor! Zayıflık göstermeden ve gösteriş yapmadan böyle yaşayacak ve böyle ölecek insan nerede, böylesi filozof nerede? (...)
Bu nedenle, genç dostum, kendi ağzımla sana kendi itikadımın hikâyesini anlattım, üstün varlık kalbimdeki hikâyenin de aynı olduğunu görecektir. Bu inanç açıklamasını yaptığım ilk kişi sizsiniz, muhtemelen son kişi de siz olacaksınız.
Kendi içimde daha pozitif olsaydım, daha pozitif ve dogmatik bir hava yaratırdım ama ben cahil biriyim ve hata yapmaya açığım. Hiçbir şeyi saklamadan kalbimi size açtım. Emin olduğum şeyleri size olduğu gibi anlattım. Şüphelerimin de şüphe olduğunu ilan ettim; fikirlerimin de fikir olduğunu; her ikisi için de sebeplerimi dürüstçe açıkladım. Daha ne yapabilirim? Artık sizin bir karar vermeniz gerekiyor. Kendinize karşı dürüst olun. İnsanların sizi sevmesi veya sizden nefret etmesi, size hayran veya düşman olmaları çok da önemli değil. Sadece gerçekleri söyleyin, sadece doğru olanı yapın, çünkü neticede en önemli şey görevimizi inançlı biçimde yerine getirmektir. Sadece gerçek olduğuna inandığınız duygularımı alın ve geri kalanların tümünü reddedin; sonunda hangi dini seçerseniz seçin, o dinin gerçek görevlerinin insanların oluşturduğu kurumlardan bağımsız olduğunu hatırlayın -dünya üzerinde hiçbir dinin sizi ahlakın kutsal sorumluluklarından muaf tutamayacağını bilin- dürüst bir kalbin Tanrı’nın tapınağı olduğunu unutmayın -ve her ülkede ve her mezhepte Tanrı’yı her şeyden çok sevmenizin ve komşunuzu kendiniz gibi sevmenin yasanın özü ve özeti olduğunu hatırlayın- ve dinsel görevlerin amacı olduğunu.
* Jean Jacques Rousseau, Savoylu Bir Papaz Vekilinin İnancını Açıklaması, New York, Peter Eckler, 1889, s. 13-16, 17-18, 20, 35-36, 101-102, 108.