I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Politika*

Heinrich Von Treitschke

Bir üniversite profesörü olan ve politika ve tarih dersleri veren Heinrich von Treitschke (1834-1896), “Prusya Okulu”nun tarih alanındaki yıldızıydı. Gençliğinde bir liberal olan Treitschke, olgunluk yıllarını Prusya’yı birleşik Almanya yapma ve Bismarck’ın birleşik Almanya’sını Avrupa’nın ve dünyanın lideri haline getirme görevini övmeye adadı. Magnum Opus’u (başyapıt) On Dokuzuncu Yüzyılda Almanya Tarihi (ilk cildi 1879) adlı kitabıdır. Aşağıdaki bölümler 1880’lerde ve 1890’larda Berlin’de politika ve devlet üzerine verdiği derslerden alınmıştır.

Devlet, bağımsız bir varlık olarak yasal biçimde birlik oluşturmuş insanlar topluluğudur. “İnsanlar” derken, kısaca, sürekli yan yana yaşayan birçok aileyi anlamalıyız. Bu tanım devletin ezeli ve gerekli, tarih kadar sürekli ve insanoğlu açısından konuşma kadar zaruri olduğunu ima eder. Ancak tarih bizim için yazının bulunmasıyla başlar; insanoğlunun geçmişe ait bundan önceki bilinçli hatıraları hesaba katılmaz. Bu nedenle, bu sınırın öte yanındaki her şey haklı olarak tarih öncesi olarak kabul edilir. Diğer yandan, biz burada insanı tarihi bir varlık olarak ele almak zorundayız ve söyleyebileceğimiz tek şey, yaratıcı politik zekânın onda doğuştan mevcut olduğu ve onun gibi devletin de başlangıçtan beri mevcut olduğudur. Bunu, doğal koşullar sonucu oluşmuş yapay bir şey olarak göstermek fikri artık hiç itibar görmemektedir. Teşkilatı olmayan bir millete dair hiçbir tarihi bilgiye sahip değiliz. Avrupalılar girdikleri her yerde kaba da olsa bir tür devlet organizasyonu bulmuştur. Devletin ezeli karakterini yansıtan bu durum günümüzde de mevcuttur fakat ancak On Sekizinci yüzyılda keşfedilmiştir. Eichhorn, Niebuhr ve Savigny devletin teşkilatlanmış insanlar topluluğu olduğunu gösteren ilk kişilerdir. O büyük ve basit çağda antik dönem insanları da bu olguya aşinaydı. Onlara göre devlet ilahi olarak belirlenmiş bir düzendi ve kökeni sorgulanamazdı.

***

Eğer insanların içinde politik kapasite mevcutsa ve bu gelişime açıksa, devleti muhakkak bir şer olarak adlandırmak yanlış olacaktır. Devleti doğanın yüce bir gerekliliği olarak ele almamız gerekir. Bir medeniyet kurma olasılığımızın, gücümüzün sınırlarıyla birlikte bize bahşedilen akla da bağlı olması gibi, devlet de tek başına yaşayamamamıza bağlıdır. Aristo daha önce bunu ispatlamıştır. Devlet, yaşamı olanaklı kılmak için ortaya çıkmıştır; iyi bir hayatı mümkün kılabilmek için devam etmiştir, demiştir.

***

Ultramontanlar5 ve Jakobenler ilk varsayım olarak modern devletin kanun çıkarmasının günahkâr insanların işi olduğunu kabul ederler. Bu yüzden Tanrı’nın devlet hayatında ortaya çıkan tarafsız ve görünür iradesine hiçbir şekilde saygı duymazlar.

***

(...) Devleti basitçe bireylerin hayatını ve mallarını güvenceye almak amacıyla kurulmuş bir yapı olarak görürsek bireyin hayatını ve mallarını devlet için feda etmesini nasıl açıklayacağız? Savaşların maddi fayda için yürütüldüğü yanlış bir çıkarımdır. Modern savaşlar ganimet amacıyla yapılmamaktadır. Ulusal onur bir nesilden diğerine geçen yüksek bir ahlaki ideal olarak pozitif anlamda kutsal bir yere konur ve bireyin kendisini bunun için feda etmesi beklenir. Bu ideal tüm bedellerden daha değerlidir ve Pound, Şilin veya Peni olarak ifade edilemez. Kant der ki: “Bir fiyat ödenebiliyorsa eşdeğeriyle ikame etmek mümkündür. Ancak fiyatın üzerinde olan ve bu yüzden eşdeğeri olmayan şey gerçek bir değere sahiptir.” Samimi vatanseverlik politik teşkilatla işbirliği yapma, atalara ait başarıları kökleştirme ve sonraki nesillere aktarma bilincidir. Fichte’nin çok güzel ifade ettiği gibi: “Birey ülkesinde kendi dünyevi ölümsüzlüğünün gerçekleşmesini görür.”

Bu, öncelikle hukuki anlamda, ikinci olarak da politik-ahlaki anlamda devletin bir kişiliğe sahip olmasını gerektirir.

***

Devleti bir kişi olarak görürsek devletin gerekli ve akılcı çeşitliliği ortaya çıkar. Nasıl bireyin yaşamındaki ego, ego-dışının varlığını gerektirirse, devlet için de durum aynıdır. Devlet güç demektir, eşit derecede bağımsız güçlere karşı kendisini ortaya koymak için kesinlikle güç gerekir. Savaş ve adaletin idaresi en barbar devletlerde bile asıl görevlerdir. Ancak bu görevler ancak yan yana var olan çok sayıda devlet varsa düşünülebilir. Bu nedenle, evrensel bir imparatorluk fikri berbattır – insanlıkla eşit kapsamda bir devlet ideali hiç de ideal sayılmaz. Tek bir devlet söz konusu olduğunda kültürün tüm sınırlarına asla ulaşılamaz; tek başına hiçbir insan aristokrasi ile demokrasinin erdemlerini birleştiremez. Tüm bireyler gibi tüm devletler de çeşitli kısıtlamalara sahiptir ama tam da bu sınırlı niteliklerin bolluğu insanoğlunun dehasını sergilemesine olanak sağlar. İlahi nurun parıltıları görünür, sayısız boyut tarafından kırılarak ayrı ayrı insanlara ulaşır, her biri farklı bir resim ve bütüne dair farklı bir fikir gösterir. Her insan ilahi aklın belirli bazı özelliklerinin en mükemmel haliyle bu ışınlarda gösterildiğine inanma hakkına sahiptir. (...)

Tarihin bu özellikleri erkeksidir; duygusal veya dişi bir doğaya sahip olanlar için uygun değildir. Cesur kişilerin var olmaya, evrilmeye ve bir geleceğe sahip olmaya hakkı vardır; zayıf ve korkak olanlar silinecektir ve bu silinme adil bir durumdur. Tarihin büyüklüğü milletlerin sürekli çatışmasındadır ve bu düşmanlıkların bastırılmasını arzulamak açıkçası aptalcadır. İnsanoğlu onu böyle olsun diye oluşturmuştur. Diadochi Krallıkları6 ve Doğu’nun Helenleştirilmiş milletleri, İskender’in dünya imparatorluğuna verilmiş doğal bir tepkidir. Millet fikrinin bizim yüzyılımızda büyük ve küçük ülkeler tarafından oluşturulmuş aşırı tek taraflılığı ise Napolyon’un dünya imparatorluğuna duyulan doğal nefretten başka bir şey değildir. Avrupa hayatının çoklu halini evrensel bir egemenliğin kuru tekdüzeliğine dönüştürme yönündeki mutsuz çaba, millet fikrinin tek başına baskın politik fikir olmasına neden olmuştur. Kozmopolitlik fikrinden vazgeçilmiştir.

Bu örnekler açıkça gösteriyor ki, uluslararası çelişkileri çözme yönünde bir umut yoktur. Bireyler gibi milletlerin medeniyetleri de uzmanlaşmaya eğilimlidir. Kişilerin karakterlerindeki kurnazlıklar kültürün artışıyla orantılı olarak ortaya çıkar ve kurnazlık arttıkça milletler arasındaki fark daha kesin olarak tanımlanır. Farklı ülkeler arasındaki iletişim olanaklarının artmasına rağmen özgün uzmanlıkların geçişmesi söz konusu değildir; aksine, ulusal karakterler arasındaki hassas farklar bugün orta çağdakinden çok daha belirgindir. (...)

Ayrıca, “bağımsız bir varlık olarak yasal biçimde bir birlik oluşturmuş insanlar topluluğu” olan devlet tanımımızı incelersek tanımı şöyle özetleyebiliriz: “Devlet, saldırı ve savunma amaçlı halk gücüdür.” Bu, her şeyden önce, kendi iradesini hâkim kılan güç anlamına gelir. Hegel’in yücelttiği gibi insanların bütünlüğü değildir. Devlet bütün milleti kapsamaz ama devlet insanların hayatını korur ve kucaklar, her açıdan harici yönlerini düzenler. Esas işi fikir sormak değildir, itaat talep eder; isteyerek veya istemeyerek yasalarına uyulması gerekir. (...)

Devlet bir sanat akademisi değildir. İnsanoğlunun idealist özlemlerini gerçekleştirmek için kendi gücünü ihmal ederse, kendi doğasını reddetmiş olur ve silinir gider. Gerçekte bu devlet için Kutsal Ruh’a karşı günah işlemekle eşdeğerdir, çünkü biz Almanların İngilizler karşısında sıkça yaptığımız gibi, duygusal sebeplerle yabancı bir güce tabi olmak bir devlet için ölümcül bir hatadır.

Devleti bağımsız bir güç olarak tanımladık. Bu anlamlı bağımsızlık teorisi, ilk olarak devletin yasal açıdan kendi üzerinde herhangi bir güce tahammül edemeyeceği kadar mutlak bir ahlaki üstünlüğü, ikinci olarak düşmanca etkilere karşı korunmak için gerekli olan çeşitli maddi kaynakları gerektiren geçici bir özgürlüğü belirtir. Yasal egemenlik, yani devletin diğer tüm dünyevi güçler karşısında tam bağımsızlığı, devletin doğasında öylesine köklüdür ki, onun temel standart veya ölçüt olduğu söylenebilir. (...)

Egemenlik nosyonu katı değil, tüm politik konseptler gibi esnek ve göreceli olmalıdır. Her devlet anlaşma yaparken kendi faydası adına gücünü bazı yönlerden kısıtlayabilir. Birbirleriyle anlaşmalar yapan devletler böylece kendi mutlak otoritelerini kısmen kısıtlamış olurlar. Ama hükümranlık devam eder, çünkü her anlaşma diğer devletin üzerinde gönüllü olarak taşıdığı bir engeldir ve tüm uluslararası anlaşmalar “rebus sic stantibus” [şartlar böyle devam ettikçe] ifadesiyle başlar. Hiçbir devlet geleceğine bir diğerinin ipotek koymasına izin vermez. Hiçbir hakemi kabul etmez ve bu imalı çekinceyi içeren tüm anlaşmaları geri çeker. Bu durum, uluslararası yasa mevcut olduğu sürece şu aksiyom tarafından desteklenir; anlaşma yapan iki taraf arasında bir savaş ilan edildiği anda tüm anlaşmalar gücünü kaybeder. Ayrıca, her egemen devletin canının istediği zaman savaş açma hakkı vardır ve bunun sonucunda anlaşmalarını tanımama hakkına sahiptir. Tarihin ilerleyişi bu anlaşmaların sürekli olarak değiştirilmesine bağlıdır; her devlet elindeki anlaşmaların etkin değerinin başka bir güç tarafından bir savaş ilanıyla yok edilebileceğine dikkat etmelidir; eskiyen anlaşmalar iptal edilmeli ve şartlara daha uygun olan yenileri yapılmalıdır.

Bir devletin gücünü sınırlayan uluslararası anlaşmaların mutlak olmadığı, gönüllü biçimde kendini kısıtlamak olduğu açıktır. Bu nedenle, sürekli bir Uluslararası Tahkim Mahkemesi kurmak, her olayda böylesi bir mahkemenin kararlarını ikincil -veya üçüncül- derecede önemli görecek olan devletlerin doğasına aykırıdır. Bir milletin varlığı tehlikedeyse tarafsızlığına güvenilebilecek hiçbir dış güç yoktur.

***

“Otarşi” testini uyguladığımızda, Avrupa’nın şu andaki yapısında uluslararası sistemimizin gitgide daha fazla aristokratik karmaşa getirmesi nedeniyle, daha büyük devletlerin büyüklükleriyle orantılı olarak etkilerini sürekli artırdıklarını algılayabiliriz. Piedmont veya Savoy7 gibi devletlerin bağlanması veya çekilmesinin gerçekten de bir koalisyonun kaderini tayin edebileceği zaman çok da uzak değildir. Bugün böyle bir şey mümkün değildir. Yedi Yıl Savaşlarından8 bu yana beş büyük gücün (Avusturya, Britanya, Fransa, Prusya, Rusya) egemenliği ister istemez gelişmiştir. Büyük Avrupa sorunları bu daire içinde karara bağlanmıştır. İtalya bu daireye kabul edilmenin eşiğindedir ama doğrudan çıkarları söz konusu olmadıkça ne Belçika, ne İsveç ne de İsviçre’nin sesi duyulur.

Avrupa’nın yönetim biçiminin tüm gelişimi açık biçimde ikinci derecedeki güçleri arka plana itmektedir. (...)

Yani yakından incelediğimizde, devlet güç demekse, sadece kendi fikirlerini gerçekleştirmeye gücü olanların devlet sayılabileceği ve küçük devletlerin varlıklarında sezdiğimiz gülünç ve inkâr edilemez öğenin sebebi açık biçimde görülür. Zayıflık kendi başına gülünç değildir, güçlüymüş gibi davranıldığında gülünç olur.

***

Devletin amacını gözden geçirdiğimizde, hem okumuş hem de cahillerimizin içine boşu boşuna dert olan şu eski şiddetli tartışma konusuyla hemen yüz yüze geliriz; devleti, vatandaşların uğruna gayret ettiği kişisel amaçları gerçekleştirmek için bir vasıta olarak mı görmeliyiz, yoksa o vatandaşlar devletin büyük milli amaçları için birer vasıta mıdır? Antik dünyanın politik görünümü ağırlıkla ikinci alternatifi tercih ediyordu; ilki, devletin modern sosyal konsepti tarafından ortaya konmuştu ve On Sekizinci yüzyıldakiler, devletin vatandaşlarının amaçlarını gerçekleştirmede bir araç olarak kabul edilmesi teorisini kendilerinin keşfettiğine inanmıştı.

Ama Falstaff’ın da söyleyebileceği gibi, bu “sorulmaması gereken bir sorudur”, çünkü düşünülmeye başlandığı andan itibaren devletin ve üyelerinin haklarının ve sorumluluklarının karşılıklı olduğu evrensel olarak kabul edilmiştir. Bu noktada iki ayrı fikir mevcut olamaz. Ancak karşılıklı sorumluluklar ve haklarla birbirine bağlı olan taraflar bir amacın vasıtaları konusunda anlaşamazlar, çünkü vasıtalar sadece bir amaca hizmet edebilir ve bunlar arasında bir karşılıklılık olamaz. Hıristiyan bakış açısı devlet hakkındaki antik anlayışı yıkmıştır ve bir Hıristiyan, vicdan adını verdiğimiz ölümsüz ve sürekli şeyi kendine ait ve özgün bir tasarruf olarak saklamazsa hata yapmış olur.

En büyük kitaplarından biri olan Metafiziğin ve Etiğin Temelleri adlı eserinde Kant, mantığı kullanarak, hiçbir insanın bir araç olarak kullanılamayacağı prensibini geliştirmiştir; böylece insana ilahi biçimde bahşedilmiş itibarı da tanımıştır. Bunun tersi biçimde, devleti sadece vatandaşların amaçları için bir vasıta olarak görmek sübjektif bakış açısına çok fazla değer vermektir. Devletin büyüklüğü tam da geçmişi bugünle ve gelecekle birleştirmesinde yatar; bu nedenle, hiçbir birey devlete kendi amaçları için yardımcı olacak bir uşakmış gibi bakamaz; kendisini ahlaki görevleri ve fiziksel gereklilikler nedeniyle devlete tabi görmelidir. Devlet de yardım ve koruma sağlayarak vatandaşlarının hayatlarıyla meşgul olma sorumluluğuyla davranmalıdır.

***

Devletin diğer temel işlevi savaşın idaresidir. Bu prensibin uzun süredir unutulmuş olması, sivil ellerde hükümet etme biliminin nasıl kadınsı hale geldiğinin bir kanıtıdır. Yüzyılımızda bu duygusallık bulutu Clausewitz tarafından dağıtılmıştır ama onun yerine tek yönlü bir materyalizm yeşermiştir; Manchester Okulu’nun çıkardığı bu modaya uyanlar, insanı kaderi ucuza alıp pahalıya satmak olan iki ayaklı bir yaratık olarak görmektedirler. Bu fikrin savaşla pek uyuşmadığı açıktır ve ancak son savaştan sonra devlet ve onun askeri gücü hakkında daha sağlam bir teori ortaya çıkmıştır.

Savaş olmadan devlet olmaz. Bildiğimiz her şey savaşlarla ortaya çıkmıştır ve toplum üyelerinin silahlı güçler tarafından korunması devletin birincil ve esas görevidir. Bu yüzden savaşlar birden çok devlet var olduğu sürece tarihin sonuna kadar devam edecektir. İnsan düşüncesinin ve insan doğasının kanunları diğer alternatifleri engeller, zaten başka alternatif de arzu edilmemelidir. Ebedi bir barışa körcesine tapanlar devleti izole etme yanlışına düşerler veya evrensel bir barış hayal edenler akılla çelişirler.

Özü gereği egemen olması gerektiğini kabul ettiğimiz devletin üzerinde bir mahkeme kabul edilemeyeceği gibi, dünya üzerinden savaş fikrini silmek de imkânsızdır. Bugünlerde İngiltere’yi barışa hazır bir örnek olarak göstermek çok modadır. Ama İngiltere sürekli savaş halindedir; yakın tarihinde bir yerlerde savaşmadığı tek bir an bile bulmak neredeyse imkânsızdır. Medeniyetin barbarlık ve anlamsızlık karşısındaki büyük sıçrayışları kılıçla gerçekleşmiştir. Savaş, medeni milletler arasında da, kendi iddialarının geçerliliğini kanıtlamak için bir tür hukuk mücadelesi biçimidir. Milletlerin bu korkunç davalarında ortaya konan argümanlar sivil davalardakilerin asla olamayacağı kadar zorlayıcıdır. Küçük devletleri birçok defa Prusya’nın tek başına Almanya’nın lideri olması gerektiğine teorik olarak ikna etmeye çalıştık ama nihai kanıtı Bohemya ve Main kıyılarındaki savaş alanlarında gösterdik.

Ayrıca savaş milletler arasında hem birleştirici hem de bölünmeye neden olan bir öğedir; sadece onları düşmanlıkla bir araya getirmez, savaş sayesinde birbirlerinin özgün niteliklerini öğrenmeyi ve bu niteliklere saygı duymayı da öğrenirler. (...)

Savaşın yüceliği küçük insanları büyük devlet fikri içinde tamamen yok etmesidir ve bu durum hemşerilerin birbirleri için kendilerini feda etmelerinin görkemini gözler önüne serer. Savaşta saman buğdaydan ayıklanır. 1870 yılını yaşayanlar, Niebuhr’un 1813’teki hislerini mutlaka anlayacaktır; Niebuhr, tüm diğer nazik ve sıradan yurttaşlarla ortak bir bağla bağlanmış olmanın mutluluğunu yaşayan hiç kimsenin o ortak hissin gücüyle, sevgisiyle ve dostluğuyla nasıl yüce bir hisse kapıldığını unutamayacağını söylemiştir.

Materyalistlerin reddettiği politik idealizmi besleyen savaştır. İnsanoğlu kahramanlarını hafızasından silse, medeniyet için ne büyük bir felaket olur. Bir milletin kahramanları, o milletin gençlerinin ruhlarını sevindirir ve onlara ilham verir; kelimeleri trampet gibi patlayan yazarlarsa ergenliğimizin ve erkekliğimizin ilk yıllarının idolleridir. Tüm bunlara cevaben bir heyecan duymayan kişi, ülkesi için askerlik yapacak değere sahip değildir.

* Heinrich von Treitschke, Politika, çeviren Blanche Dugdale ve Torben de Bille, cilt I, s. 3-4, 10, 12-15, 19-24, 26, 28-29, 33-34, 60-61, 64-67, Constable & Company Limited.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.