I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik*

James Fitzjames Stephen

James Fitzjames Stephen (1829-1894), John Stuart Mill’in liberal prensiplerinin etkin bir muhalifi olarak ün kazanmıştır. Bir hukukçu olarak İngiltere Yüksek Mahkemesi yargıçlığına yükselmiş, birkaç yıl süreyle de (1869-1872) Hindistan Genel Valiliği Danışma Konseyi’nin resmi üyeliğinde bulunmuştur. Mill’in Özgürlük Üzerine adlı çalışmasına (bkz s...) eleştiri mahiyetindeki Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik adlı çalışmasını uzun Hindistan yolculuğu sırasında kaleme almış, kitap 1873’te yayımlanmıştır. Stephen’ın insan doğası ve baskıcı güç kullanımına dair görüşlerini, Büyük Britanya’nın Hindistan’daki otokratik yönetimine borçlu olduğu açıktır.

Liberallerin bireysel özgürlükleri en üst düzeye çıkarma ilkesi, toplumsal ihtiyaçlar itibariyle ne ölçüde yeterlidir?

Bu çalışmanın amacı, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarından ziyade, bu deyimin ima ettiği doktrinleri incelemektir. Bu deyim, birden çok cumhuriyetin mottosu olmuştur. Aslında mottodan öte bir şeydir; Hıristiyanlığın kısmen rakibi, kısmen muhalifi ve kısmen de ortağı olan formlarının herhangi birinden daha muğlak ve tam da bu nedenle daha az güçlü olmayan bir dinin akideleri, günümüzün en nüfuz edici hükümlerinden biridir. (...) İnsanlığın bir bütün olarak mukadderatının çeşitli ve fakat muhteşem olduğu ve bunlara insanların üzerindeki baskıların kaldırılması, insanların arasında var olan eşitliğin tanınması ve kardeşlik ya da sevginin hâkim kılınması yoluyla ulaşılabileceği, günümüzün en yaygın inançlarından biridir. Bu doktrinler çoğu zaman bir dinsel inanç gibi ele alınır. Sadece birer hakikat olarak değil, inanlarının kişisel amaçlarına dönük olarak uğruna savaşmaya ve tesisi için her şeyi feda etmeye hazır olduğu hakikatler olarak kabul edilir.

Özgürlük, eşitlik ve kardeşliği, tabii en genel anlamda, bir dini akide olarak görüyorsam, aşağıdaki nedenlerden dolayıdır:

Kölelik, kast ve düşmanlığı desteklemediğim gibi, hürriyet, eşitlik ve kardeşlik kavramlarına iyi anlamlar atfedilebileceğini kabul ediyorum. Bunlara ilişkin olarak iki önerme sunmak isterim.

Birincisi, günümüzde bu kelimeleri en akıllıca kullananların bile -yani diğerleri gibi, sosyal hayata dair unsurların adlarının da zaman, mekân ve şartlara göre değiştiği gerçeğini gözden çıkarmaksızın- onların avantajlarını abartmaya ve dezavantajlarının varlığını inkâr etmeye veya hiç olmadı, küçümsemeye büyük bir eğilimleri olduğudur.

İkincisi, onlara her ne önem atfedilmiş olursa olsun, bu kelimeler bir dinin akidesi olamayacak kadar kötü uyarlanmıştır; ima ettikleri şeyler birer amaç değildir ve birlikte kullanıldıklarında -her ne kadar muğlak da olsa- akıllı bir insanın hevesle ve özveriyle kabul edeceği bir toplumsal hali simgelememektedirler.

Birinci önermenin önemsiz bir genel gözlem olarak gerçeği, büyük olasılıkla tartışılmayacaktır ama ben ona önemsiz bir klişenin ifade ettiğinden çok daha özel bir anlam atfetmekteyim. Bugün bu konu hakkındaki en muteber ve titizlikle detaylandırılmış kuramların sağlam olmadığını ve daha da ileri giderek, Bay John Mill’in son çalışmalarındaki kramların da sağlam olmadığını vurgulamak isterim. (…)

Stephen, buradan itibaren Mill’in Özgürlük Üzerine adlı çalışmasının, “İnsanların, bireysel ya da toplu olarak, içlerinden herhangi birinin davranış özgürlüğüne müdahalesinin tek mazereti nefsi müdafaadır” genel prensibini tefsir ederek, Mill’in sadece yasal müdahalenin değil, toplumsal reddin de uygun olmadığında ısrar etmesinin üstünde durur ve şöyle devam eder:

Makalede, (söz konusu) genel prensibin ilanı ya da savunusundan başka, kanıt denilebilecek neredeyse hiçbir şey yoktur ama bu prensibin kanıta ihtiyacı olduğunu göstermek benim için pek de zor olmayacaktır. Bunu açıklığa kavuşturmak üzere, önce özgürlük sözcüğünün Bay Mill ve benim ilkelerim itibariyle ortak olduğunu düşündüğüm anlamına işaret etmek isterim. Bay Mill’in insan davranışına dair şu ifadeye itiraz edeceğini sanmam: Gönüllü davranışlar güdülerin ürünüdür. Tüm güdüler bir ya da iki kategoride mütalaa edilebilir: Umut ve korku, zevk ve acı. Güdüsü umut olan gönüllü davranışların özgür davranışlar, güdüsü korku olan davranışların ise baskı altında yapılan davranışlar olduğu söylenir. Bir kadın evlenir. Bu herhalde gönüllü bir davranıştır. Kadın evliliğe olağan duygular ve güdülerden kaynaklanan nedenlerle razı olmuşsa, onun özgür olarak hareket ettiği söylenir. Eğer olası müteakip kötülüklere yol açmak istemediği için bir zorunlululuk olarak razı olmuşsa, onun baskı altında olduğu ve özgürce davranmadığı söylenir.

Şayet bu, özgürlüğün gerçek kuramıysa -bunu birçok kişi inkâr etse de Bay Mill’in edeceğini sanmıyorum- bu önermeler özetle şu anlama gelecektir: “Birinin, nefsi müdafaa dışında, bir başkasının davranışlarını korkutarak etkilemeye çalışması haklı görülemez” ya da “İstisnai durumlar dışında, insan davranışının onun korkularına hitap etmek suretiyle yönlendirilmesi, hiçbir toplumun genel anlamda mutluluğunu artırmaz.”

Bu iddiaların aşikâr olduğu söylenemez elbet, hatta bunlar birer paradokstur. Tüm dinler ve vazettikleri ahlak kuralları umuttan ve çok daha yaygın biçimde, korkudan başka neye başvurur ki? Bir yasaklama mekanizması olarak ceza yasaları, dinin öngördüğü müeyyidelerin yanında önemsiz kalır. Çünkü bir insan ülkesinin caydırıcı yasaları nedeniyle suç işlemiyorsa, pek çok insan da çevresi tarafından kınanmamak, yani manevi bir müeyyideye maruz kalmamak ya da ahiret korkusuyla veya bu iki durumun bir bileşkesi olan vicdani nedenlerle suçtan uzak durur. Bunların nefsi müdafaa ile hiçbir ilgisi olmadığı açıktır; dini yaptırım ise doğası gereği bundan bağımsızdır. Her ne şekilde olursa olsun, temel şart kötülüğe mümkün mertebe müsamaha etmemek ve her nerede olursa olsun -belirli şartlar dışında- onu kararlılıkla cezalandırmaktır. Bu doktrinin doğru olduğunu söylemiyorum, ama diyorum ki, hiç kimse onu kanıt olmaksızın ahlaka aykırı ve zararlı olarak niteleyemez, buna hakkı yoktur. Bay Mill bu sonucu çıkarmamaktadır ama bence bu kuram, bu anlayışın ürünüdür, çünkü onun özgürlük kuramına, her insanın yaptığı her işin hesabını kendini önemseyerek ya da önemsemeyerek, bir mahkemede ve yargıç huzurunda vermesi gerektiği anlayışından daha fazla ne karşı çıkabilir, bilmiyorum. Bay Mill’in kuramına göre ahirette, “kendimi mutlu ettim ve kimseyi incitmedim,” demek iyi bir savunma olmalıdır. Bu bir ahiret sorunu değildir kuşkusuz ama Mill’in anlayışına göre ahiret, esasen ahlak dışıdır; herhangi birini başkalarını koruma amacı dışındaki nedenlerle cezalandıran bir Tanrı, ona göre özgürlüğü ayaklar altına alan bir zorba olabilir.

Söz konusu prensibin uygulamaya konması, insanların ahlak olarak kabul ettiği her şeyi altüst edebilir. Bay Mill tarafından ifade edilen prensibe uygun düşecek yegane ahlaki sistem, şu şekilde özetlenebilir: “Bırakın insanlar komşusuna zarar vermeden kendini mutlu etsin” ve bundan fazlasını hedefleyen, yani toplumun yararını gözeten her ahlaki sistem, ilkesel olarak yanlıştır. Bu anlayış, mevcut tüm ahlaki sistemleri mahkûm etmektir. Pozitif ahlak, cezası toplum tarafından kınanmak olan muğlak ve tefsire açık bir ilke ve kurallar bütününden başka bir şey değildir. (…) Ahlak, temel amaçlarından birinin herkese -olmaması halinde sadece birkaç kişinin uyacağı- belirli bir tutum ve duygu standardı dayatmak olduğu yasaklayıcı bir sistem olmalıdır. Böyle bir sistemin etkileri, neredeyse her durumda nefsi müdafaanın amacı olarak tanımlanabilecek her şeyin ötesine uzanacaktır.

Bay Mill’in sistemi, sadece ilahiyatın ahlaka dair tüm düzenlemelerine ve pozitif ahlakın bilinen her sistemine değil, insan doğasına da aykırıdır ve bunların hepsi tarafından ihlal edilir. İnsanların genelde iyi olarak kabul ettikleri neredeyse hiçbir alışkanlık yoktur ki, acı ve emekle elde edilmemiş olsun. İnsan yaşamı öyle bir haldedir ki, neredeyse her davranışımız içinde bulunduğumuz şartlar nedeniyle baskılanmalı, sınırlandırılmalıdır. O halde özgürlük, Bay Mill’in tanımladığı şekliyle, neden bu kadar değerlidir? Mill’in davranışlarını onaylamadığı -hadi hoşlanmadığı diyelim- kamuoyunu denetlemek üzere, yaşamımızın her anında mevcut şartları dikkate alarak harekete geçenler ve yasama organları, başka ne yapmaktadır o halde?

Cinayet veya hırsızlığı cezalandıran yasalar, çok daha sert bir biçimde tezahür edebilecek kişisel intikamın yerini alırlar. Eğer kendini tutamamayı, açgözlülüğü veya sarhoşluğu cezalandıran yasalar olsaydı, aynı şey onlar için de söylenebilirdi. Bay Mill, açıkça, “başkalarının istenmeyen bir biçimde yargılanmasının kesinlikle olumsuz şartların ürünü olduğunu” itiraf etmektedir. İlkesel olarak, bu olumsuz şartlar ile organize ve tanımlı şartların varlığını kanıtlayan benzerleri arasındaki ayırım nedir? Bu organizasyon, tanım ve süreçtir ki Bay Mill’in icazet verdiği baskılar ile karşı çıktığı baskılar arasındaki farkı yaratır. Ayırımın neye bağlı olduğunu anlayamıyorum. Alışkanlığa bağlı sarhoşluğu para cezasıyla, hapisle ya da medeni haklardan mahrum bırakmak suretiyle cezalandırmanın neresi yanlış ve “başkalarının istenmeyen bir biçimde yargılanmasının kesinlikle olumsuz şartların ürünü” olmasıyla ne ilgisi var, anlayamıyorum. Denilebilir ki, bu sonuçlar onların arzu edilir olduğunu düşündüğümüz için değil, doğanın sıradan düzeninin bir ürünü olduğu için ortaya çıkar. Bu cevap şu soruyu akla getirir: Bu durumda Doğa bir dost olarak mı, yoksa bir düşman olarak mı kabul edilecektir? Bu soruya her mantıklı insan şöyle cevap verecektir: Kendimizi başkaları tarafından kınanma korkusuyla baskılamamız doğal yapımızın gereğidir ve bu gerçek asla ihmal edilemez. Eğer bu doğruysa, neden sınırı Bay Mill’in koyduğu yere çekelim? Bir ceza unsuru olarak başkaları tarafından kınanmayı neden küçümseyelim? Sonuç olarak hangi “olumsuz şart”, “başkalarının olumsuz biçimde yargılamasından ayrılamaz? Şayet toplumun çoğunluğu Bay Mill’in teorisini bütünüyle benimserse, söz konusu “olumsuz şartları” büyük ölçüde azaltmak zor olmaz. Komşumuzun kendine has özelliklerinin, istenmeyen hükümlerin sayısının ve istenmeyen sonuçlara yol açmasının bize bir şey ifade etmediğini, bunların sayısını istediğimiz kadar azaltabileceğimizi ve özgürlük alanını aynı oranda genişletilebileceğimizi, istediğin gibi vazet ve uygula. Mantıklı bir insan bunu ister mi? Ahlaksızlık, savurganlık, gösteriş ya da benzeri davranışlara göz yumulmasını ya da bunların cezasız kalmasını kim ister?

Ancak, eğer ahlaksızlığın dizginlenmesi toplumu ölümcül etkilerden koruyacak başlıca tedbirse, neden (ahlaksızlığı) kötü addedelim? Toplumsal ve yasal cezalandırma arasına, neden bu kadar belirgin bir çizgi çizelim? Bay Mill, belirli bir ayrımın var olduğunu her konuşmasında çok açık bir biçimde vurguluyor. Ne ki, makalesinde bunu kanıtlayan hiçbir şey olmadığı gibi, kanıtlama teşebbüsü de yok. Eğer doktrinini kanıtlanabilmiş olsaydı, doğru olduğuna hükmederdik. Kanıtlanmadı, çünkü doğru değildir.

Bence, bu önermelerden her biri, nefsi müdafaa dışında, en önemli ve en sık rastlanan baskı durumları itibariyle yerleşik olabilir. En önemlileri şunlardır:

1. Dinleri tesis etmek ve sürdürmek amacıyla yapılan baskı.

2. Ahlakı tesis etmek ve pratik anlamda sürdürmek amacıyla yapılan baskı.

3. Hükümet veya kamu kurumlarının mevcut düzeninde değişiklikler yapmak amacıyla yapılan baskı.

Bunlardan hiçbiri nefsi müdafaa yapanlar ya da baskı altındakiler haricindekilere zarar vermeyi engelleme olarak tanımlanamaz. Her biri, güç kullananın “iyi bir amaç için” yaptığı bir baskı olayıdır, dolayısıyla kınanmalıdır. Bunlardan birincisiyle ikincisi, Bay Mill’in ilkeleri uyarınca da kınanıyordur. Aslında, kendisinin de ifade ettiği gibi, söz konusu ilke çok daha ileri gidebilir. Vergi mükellefinin ödemeye razı olmadığı tüm vergileri, örneğin toplanan paranın askeri veya polisiye veya adli amaçla kullanılmaması halinde kınayabilirdi, zira sadece bu amaçlar nefsi müdafaa olarak tanımlanabilirdi. Birini istemediği halde İngiliz Müzesi’ne yardımda bulunmaya zorlamak, Bay Mill’in ilkelerine göre, dinsel zulüm kadar açık bir ihlaldir. Ne var ki, bu noktaya dikkat etmemekte ya da üzerinde durmamaktadır, ama ben Mill’in ilkelerinin bugüne kadar açıklama lüzumunu hissettiklerinin ötesinde sınırlamalar ima ettiğini söylemekle yetineceğim.

***

“İlgilenmemiz gereken tüm uluslar içinde, insanlığın özgür ve eşit tartışma yoluyla geliştiği döneme uzun zaman önce vardığı” savının doğru olduğu, iki bildik hususa atıfla değerlendirilebilir:

1. İnsanı ilgilendiren tüm konularda -din, ahlak, yönetim- insanlığın genel olarak cahil olduğu ve bunun, en iyi ihtimalle, yeni yeni cehalet olarak algılandığı bir gerçektir. Böyle bir bilgiyi özgür tartışma ne kadar uzağa taşıyabilecektir? İnsanoğlu, insanoğlu gibi davranacağına göre, umulabilecek olanın en iyisi, bazı klişelere rağmen kısmen doğru olan şeylerdir, bir bakıma popülarize etmektir. Şüphesiz, tartışmanın etkisi büyüktür. İnsanlar teorilere öylesine açtırlar ki, isteklerini en anlaşılır hale sokan şeylere, acınası veya ürkütücü olarak tanımlanabilecek bir bağlılık geliştirir. Tartışmanın kışkırttığı büyük hareketlerin gerçeği nasıl ele aldıklarına baksanıza! Sayısız dini ve siyasi akide tartışarak, öğüt vererek, jest yaparak ve savaşarak dünyanın bir ucundan diğerine hızla yayıldı. İçlerinde en kötüsünün bile ulaşabildiği tanınma ve sadakat düzeyini, bilime layık görülen takdirle kıyaslayın. Milyonlarca kadın, erkek ve çocuk Muhammet’e, tüm yaşamlarını onun yasalarına göre düzenleyecek kadar inanmaktadır. Adam Smith’i anlayan kaç kişi vardır? Şayet herhangi bir soyut tartışma için insanoğlunun kapasitesini sınayacak olsak, insanoğluna dair en küçük bilginin nasıl da sistematik bir yapıya dönüştürüldüğünü düşünmeliyiz. Kaç kişi siyaset, ekonomi ya da hukuk biliminin temel prensiplerine vâkıf veya bunları ne ölçüde anlıyor? Kaç kişi zengin olma arzusunun denetimsiz bir biçimde eyleme geçirilmesinin sonuçlarını hesaplamak amacıyla yapılan temel varsayımlar ile bu varsayımların toplumun ihtiyacına cevap verecek nitelikte olup olmadığı arasındaki ayrımı anlayabiliyor? (...)

2. İnsanlar öyledir ki, iyi ve kötü olmasına bakarak hangi kuramı seçersek seçelim, dünyada yapmamaları gerekeni bile bile yapan, yapmaları gerekeni yapmayan bir yığın kötü insan, buna daima kayıtsız kalacaktır. Bencil, şehvetli, havai, tembel, tamamen sıradan ve küçücük alışkanlıklara kendini kaptırmış olan bu kadın ve erkeklerin oranına bakıp özgür tartışmanın en özgürünün bile onları geliştirebilmesinin ne kadar uzak bir ihtimal olduğunu görün. Bu insanları pratik anlamda etkilemenin tek yolu, muhtemelen zor ya da baskı kullanmaktır. Bunlardan birinin veya her ikisinin birden kullanılmaya değer olup olmadığını şimdi sorgulamıyor, bu insanlara bahşedilecek özgürlüğün onları zerre kadar geliştirmeyeceğini söylemekle yetiniyorum. Bu, durgun bataklığın suyuna, “Tamamen özgür olduğun halde, neden denize akmazsın? Bir millik mesafede tek bir baraj yok. Seni içine çekecek bir su pompası, katetmek zorunda olduğun hiçbir kanal, seni belirli bir yöne zorlayacak hiçbir kıyı ve tepe, hiçbir baraj ve hiçbir bent kapağı yok, ama sen yine de öylece durmuş kokuşuyor ve sıtma, kurbağa ve sivrisinek üreterek bir esir gibi davranıyorsun,” demek kadar akıllıca olurdu. Oysa nasıl olduğunu bilseydi, su, “Eğer değirmenleri döndürmemi ve tekneleri taşımamı istiyorsan, kanallar kazmalı ve akışıma uygun bir sistem kurmalısın,” diye cevap verirdi.

* James Fitzjames Stephen, Liberty, Equality, Fraternity, Henry Holt and Company, 1873.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.