Apologia Pro Vita Sua*
Kardinal Newman, nam-ı diğer John Henry (1801-1890), On Dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde Katolikliğe geçen en ünlü Anglikan’dır. Londralı zengin bir bankerin oğlu olan Newman, daha on beşindeyken içsel bir dönüşüm geçirerek kendini dine adar. 1822 yılında Oxford’daki Oriel College’ın akademi üyesi olur ve Anglikan ruhbanlığına intisap ettiği 1825’ten itibaren -kilisenin içinde ve dışında- liberalizm ve Viktoryan akılcılıkla mücadele etmeye başlar. Nitekim tepkisini, Anglikan Kilisesi içindeki liberalleri modern çağa uyum sağlamaya hazır oldukları için eleştiren ve bu çerçevede çok sayıda dini risale yayımlayan Tractarian Movement adlı harekete öncülük eder. Newman’ın umudu, bu hareketin, mensubu olduğu Anglikan Kilisesi’nin uzun zamandır ihmal ettiği “Katolik gelenekleri” canlandırarak, liberalizm ve akılcılığa kararlı bir şekilde karşı çıkmasıdır. Ne ki, bu umudu kırılır ve 1845’te Roma Katolik Kilisesi’ne intisap eder. Bir vaiz ve din yazarı olarak sahip olduğu itibardan dolayı, bu dönüşüm, çok sayıda İngiliz Protestan’ı üzerinde şok etkisi yapar ve aradan yirmi yıl geçtikten sonra bile “döneklikle” suçlanır. Bu suçlamayı yöneltenlerden biri de, saygın romancı Charles Kingsley’dir (1819-1875). Kingsley, Newman’ı (diğer Katolik rahiplerle birlikte) hakikate gereğince saygı duymamakla itham edecek kadar ileri gider. Bu ağır itham, John Newman’ın, 1864’te, Apologia pro Vita Sua [Yaşamı Yönetmeye Dair Savunma] adlı büyük ruhsal otobiyografisini yayımlamaya sevk eder. Aşağıda sunulan seçki bu otobiyografiden alınmıştır.
Liberalizme İnancını Kaybetmiş Olanlar Nereye Sığınacaklardır?
Bir Tanrı’nın varlığından başlayarak, ki bu benim için kendi varoluşum kadar kesindir, (bu kesinliği mantık temelinde istediğim gibi açıklayamasam da) dünyaya kendi penceremden bakınca içimi anlatılmaz bir sıkıntıyla dolduran bir manzara görüyorum. Dünya, bu büyük hakikati yalanlıyor âdeta, oysa ben tüm varlığımla onunla doluyum; dolayısıyla, bu durum bende kendi varlığımın inkârı kadar akıl karıştırıcı bir etki uyandırıyor. Bir aynaya bakınca yüzümü görmeyecek olsam ne hissedersem, dünyaya bakıp yaratıcısının yansımasını göremezsem aynı şeyi hissederim. Bence, bu, söz konusu mutlak, birincil gerçeğin en büyük zorluklarından biridir. Vicdanımda ve kalbimde böylesi net bir biçimde konuşan bu ses olmasaydı, dünyanın bu haline bakarak bir ateist, panteist ya da politeist olabilirdim. Yalnızca kendi adıma konuşuyorum; bir Tanrı’nın var olduğunun kanıtlanmasında toplumsal gerçeklerden (ve tarihin akışından) hareketle geliştirilen argümanların gücünü inkâr etmiyorum ama bunlar beni ne ısıtıyor ne de aydınlatıyor; yalnızlığımın kışını alıp götürmüyor ya da içimde tomurcukların açmasını, yaprakların büyümesini sağlamıyor ve manevi varlığımı sevindirmiyor. Dünyanın görüntüsü, peygamberlerin “ağıt, matem ve acı” dolu parşömen tomarından başka bir şey değil.
Dünyayı, çeşitli tarihlerini göz önüne alarak insanoğlunu ve onun başlangıcını, kaderlerini, birbirlerine yabancılaşmasını, çatışmalarını ve sonra davranış tarzını, alışkanlıklarını, hükümetlerini, ibadet şekillerini; girişimlerini, amaçsız yönelişlerini, tesadüfi başarılarını, nicedir benimsediği gerçeklerinin kısır sonuçlarını, bir denetim planın silik ve kırık dökük işaretlerini, büyük bir güç veya hakikati ortaya çıkmasıyla sonuçlanan kör evrimini, temel hedeflere akıl almaz unsurlardan hareketle ilerleyişini, insanın büyüklüğünü ve küçüklüğünü, geniş kapsamlı hedeflerini, kısacık ömrünü, geleceğini örten perdeyi, yaşamın hayal kırıklıklarını, iyinin mağlubiyetini, kötünün başarısını, fiziksel acıyı, zihinsel ıstırabı, günahın yaygınlığı ve yoğunluğunu, putperestliğin yayılmasını, yozlaşmayı, can sıkıcı ve umutsuz, dinsizliği, bir bütün olarak insanlığın durumunu ve Havari’nin ifadesiyle “dünyada umutsuz ve Tanrısız”16 kalmışlığını enine boyuna düşününce, insan dehşete düşüyor ve insanın içinde insanoğlunun asla çözemeyeceği derin bir sırrın var olduğu duygusunu yaratıyor.
İnsanın içine işleyen, aklını şaşırtan bu gerçeğe ne demelidir? Ben bu soruya ya bir yaratıcı yok ya da toplum O’nun huzurundan gerçekten defedildi diye cevap verebilirim. Şayet üzerinde doğanın bahşettiği özellikleri taşıyan, dünyaya hazırlıksız atılmış, nereden geldiğini veya doğduğu yeri veya aile bağlarını açıklamaktan aciz ama sağlam bünyeli ve akıllı bir oğlan çocuğu görsem, onun geçmişiyle ilgili bazı sırlarının olduğuna, bir sebepten dolayı ailesinin utandığı çocuklarından biri olduğuna hükmetmez miyim? Bu varlığın içinde bulunduğu durum ile vaat ettiklerinin ne denli çeliştiğini ancak böyle açıklayabilirim. Dolayısıyla, dünyaya dair söyleyeceklerim şunlardır: Eğer bir Tanrı olacaksa, olduğu için vardır ve insanoğlu çok eski çağlarda korkunç bir belaya bulaşmıştır. Bu, Yaratan’ının amaçlarına uygun değildir. Bu bir gerçektir, dünyanın var olduğu gerçeği kadar doğru bir gerçek! Bu nedenledir ki, ilahiyatta ilk günah olarak adlandırılan öğreti, benim için neredeyse dünyanın ve Tanrı’nın varlığı kadar kesindir.17
Şimdi, diyelim ki, Tanrı’nın kutsal ve sevgi dolu iradesiydi bu anarşik duruma müdahale eden, bu durumda O’nun merhametinin objesine dönük olarak kullanacağı zorunlu ya da doğal yöntem ne olurdu? Dünya böylesine anormal bir durumda olduğuna göre, bu müdahalenin ister istemez eşit derecede olağandışı -ya da mucizevi diyelim- olması bence şaşırtıcı olmaz. Ne var ki, bu konu (mucize), benim şu anda söylemek istediklerimle doğrudan ilgili değil. Bir kanıt olarak mucizeler [bir akıl yürütme ya da] bir argüman içerir ve tabii ki ben, derhal tartışmaya yol açacak bazı yollar düşünmüyor değilim. Aslında burada sormak istediğim, tutkunun ateşli enerjisini şaşırtacak ve dinsel sorular karşınında zihnin aşındırıcı, eritici kuşkuculuğuna karşı durabilecek yüz yüze muhalefet ne/nasıl olmalıdır? Hakikati bulmanın aklın asıl amacı olduğunu ve eğer akıl ona ulaşmazsa, önermenin ya da akıl yürütme sürecinin kusurlu olduğunu inkâr etmeye niyetim yok; ama ben [burada] doğru akıl yürütmeden değil, günahkâr insanın sertleşmiş zihinsel davranışından söz ediyorum. Oysa ben biliyorum ki, en eğitimsiz akıl bile, doğru kullanıldığında, Tanrı’nın varlığına, ruhun ölümsüzlüğüne ve ahirete inanmaya başlar; bunun hem güncel hem tarihsel olarak böyle olduğu görüşündeyim. Bu bakış açısıyla, söz konusu aklın eğiliminin dini konularda basit bir inançsızlıktan öte olmadığı kanısındayım. Ne kadar kutsal olursa olsun, hiçbir gerçek uzun vadede buna karşı duramaz. Nitekim Efendimiz pagan dünyaya geldiğinde, evvel zamanın dini bilgileri dünyanın aklın hüküm sürdüğü ve işe yaradığı bölgelerinden neredeyse silinip gitmişti.
Benzer bir biçimde, günümüzde, Katolik Kilisesi dışında işler eskisinden çok daha büyük bir hızla, şu ya da bu şekilde ateizme meyletmektedir. Bugün, Avrupa nasıl bir sahne sunmakta, nasıl bir beklenti oluşturmaktadır? Ve sadece Avrupa değil, dünyanın her yerinde, Avrupa aklının etkisi altındaki her hükümet ve her medeniyet! Bizi en çok bu ilgilendirdiği için, bu gösterinin bize özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya’nın akıl sahibi, eğitimli insanları tarafından sunuluyor olması, din açısından ne kadar da üzücüdür! Nitekim, Katolik Kilisesi’ne yabancı ve fakat ülkesini ve insanlığı seven dindar insanlar, insanoğlunun inatçı ve ateşli doğasını dizginlemek, onu itaate zorlamak için çeşitli yollara başvurmuşlardı. İnsanlığın kendi çıkarı için bir tür dine ihtiyacı olduğu genel kabul görmüştü ama görünmeyen şeylerin sele karşı bir bariyer oluşturmasını sağlayacak somut ve sağlam bir temsili güç yoktu ki! Üç yüz yıl önce dinin madden, yasal ve sosyal olarak tesisi, Katolik Kilisesi’nden bağımsız ülkelerde genel olarak bu amaca dönük en iyi çare olarak benimsenmiş ve uzun süre başarılı olmuştu ama şimdi bu kuruluşlarda oluşan çatlaklar, düşmanın içeri sızmasına yol açıyor. Otuz yıl önce eğitime güveniliyordu; on yıl önce ticari girişimlerin ve güzel sanatların etkisiyle savaşların sonsuza dek biteceğine dair bir ümit vardı; ancak, dünyanın herhangi bir yerinde herhangi birinin dünyayı ileriye doğru hareket etmekten alıkoyacak bir dayanak oluşturmaya cesaret edebileceğini bana kim söyleyebilir?
Bu anarşik dünyada dini hakikatleri koruyup sürdürebilmek adına, tecrübenin kurumlara ve eğitime dair vardığı yargıyı, ilahi de olsa, Kutsal Yazılar’a bile teşmil edilmelidir. Tecrübeyle sabittir ki, İncil amaca cevap vermez, buna niyetlenmemiştir bile. Dolayısıyla, bu ancak bireyin dönüşümünün tesadüfi aracı olabilir ama bir kitap, nerden baksanız, insanoğlunun çılgın aklına karşı duramaz ve bugün kendi yapısı ve içeriği itibariyle dini kurumları çok başarılı bir şekilde etkileyen söz konusu evrensel çözücünün gücüne tanıklık etmektedir.
Diyelim ki, Yaratan, kendi iradesiyle insan ilişkilerine müdahale etmekte ve insanoğlunun şüpheciliğine karşı Kendisi’ne dair kanıt olacak nitelikte, kesin ve net bir bilginin muhafaza edilmesini için önlem almaktadır; böyle bir durumda -başka bir yol olmadığını söylemeden edemeyeceğim- dünyaya dini konularda yanılmazlık bahşettiği bir güç tanıtmayı uygun görürse, bunda zihni şaşırtacak bir şey yoktur. Böyle bir önlem, mevcut zorluğa karşı koymanın doğrudan, aktif, acil ve birincil yoludur ve ihtiyaca uygun olur. Bu görüşü Katolik Kilisesi’nin (de) benimsemiş olduğunu görünce, kabul etmekle kalmayıp, akla uygun bulduğumu söylemek; Kilise’nin yanılmazlığının dinin dünya üzerinde muhafazası için özgür düşüncenin dizginlenmesini ise -ki, bize bahşedilmiş olan en büyük armağandır- onu intiharına yol açacak olan taşkınlığından kurtarmak üzere, Tanrı tarafından birer önlem olarak bahşedildiğini ifade etmek durumundayım.
* John Henry Newman, Apologia pro Vita Sua, Oxford University Press, 1913.