Leviathan(2)*
Anglikan bir papaz rahibinin oğlu olan Thomas Hobbes (1588-1679) Güney İngiltere’de doğdu ve Oxford’da eğitim gördü. Birçok genç aristokrata özel ders verirken hem birçok eseri okumaya fırsat buldu hem de ana kıtaya yaptığı seyahatlerde Avrupalıların fikirleriyle, özellikle de Fransız ve İtalyan düşünürlerin eserleriyle karşılaştı. 1640 öncesinde birçok politik risale yazmış olmasına rağmen o yıl başlayan ve çok uzun süren İngiltere Krizi fikirlerine odaklamasını ve acilen yazmasını sağladı. Paris’te sürgünde iken 1651 yılında Leviathan’ı bitirdi; bu eser hükümet otoritesinin kaynağı ve amaçları konusundaki görüşlerini tamamen yansıtıyordu. Çeşitli sebeplerle hem Püriten cumhuriyetçilerin hem de Stuartçı kraliyet yanlılarının tepkisini çeken Hobbes’un eseri yine de politik teorinin en bilinen klasiklerinden biri oldu ve öyle kaldı. Aşağıdaki metinde Thomas Hobbes’un siyasi düzenin temelinde yatan zımni antlaşmalara ilişkin düşüncelerini bulacaksınız. (830. sayfadaki metinle karşılaştırınız.)
İnsanlar doğuştan eşittir, doğa, insanları bedensel ve zihinsel yetenekleri bakımından öyle eşit yaratmıştır ki, bazen bir başkasına göre bedence çok daha güçlü veya daha çabuk düşünebilen birisi bulunsa bile, her şey göz önüne alındığında, iki insan arasındaki fark, bunlardan birinin diğerinde bulunmayan bir üstünlüğe sahip olduğunu iddia etmesine yetecek kadar fazla değildir. Çünkü bedensel güç bakımından en zayıf olan kişi, ya gizli bir düzenle ya da kendisi ile aynı tehlike altında olan başkalarıyla ittifak kurarak, en güçlü kişiyi bile öldürmeye yetecek kadar güçlüdür.
Zihinsel yeteneklere gelince, (...) zihinsel yetenekler konusunda, insanlar arasında kuvvet bakımından olduğundan daha büyük bir eşitlik buluyorum. Çünkü basiret, adil olan zamanın bütün insanlara eşit olarak bahşettiği ve insanların kendilerini eşit ölçüde verdikleri işlerde eşit ölçüde edindikleri deneyimden başka bir şey değildir.... Çünkü insanların doğası öyledir ki, başka birçoklarının daha zeki veya daha güzel sözlü veya bilgili olduklarını kabul etse de, kendileri kadar zeki çok fazla insan bulunduğuna kolay kolay inanmazlar, çünkü kendi zekâlarını iyi tanırlar, başkalarının zekâsını ise uzaktan. Fakat bu, insanların bu alanda eşitsizliğini değil, tersine, eşit olduklarını kanıtlar. Çünkü bir şeyin eşit pay edildiğinin en büyük kanıtı, herkesin kendi payından memnun olmasıdır.
Bu yetenek eşitliğinden amaçlarımıza erişme umudunun eşitliği doğar. Bundan dolayı, iki kişi aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi arzu ederse, birbirlerine düşman olurlar ve esas olarak varlığını korumak ve bazen de sadece zevk almak amacı uğruna, birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya çalışırlar. Bu nedenledir ki, bir istilacının bir başkasının gücünden korkmadığı bir durumda, eğer eker, bier, yapı kurar ve kendisine iyi bir edinirse, başkalarının onu yalnızca emeğinin ürününden değil, canından veya özgürlüğünden de yoksun kılmak için güçlerini birleştirip gelmeleri beklenebilir. Ancak yeni istilacı da başka bir istilacının tehdidi altındadır.
Herhangi bir kimsenin başkalarına olan güvensizliğinden kurtulması için, kendisi için tehlikeli olabilecek kadar büyük başka bir kuvvet kalmadığını görünceye kadar, cebren veya hileyle, olabildiği kadar çok insanı hâkimiyeti altına almasından başka akla yatkın bir yol yoktur. Bu aslında sadece kendi güvenliğini talep etmesi demektir ve genelde bunu elde eder. (...)
Hepsini korkutmaya yeterli bir güç olmadığı vakit, insanlar arkadaşlıktan zevk almazlar (aksine mutsuz olurlar). Çünkü herkes arkadaşı tarafından kendi kendine biçtiği değer ölçüsünde değer verilmesini ister. Hakir görme ve küçümseme belirtileri gördüğünde ise, doğal olarak (...) şiddet kullanarak bu iftiracıları korkutmaya ve diğerleri için (şiddet yönünden) örnek olmalarını sağlamaya çalışır.
Bu durumda, insan doğasında üç temel kavga nedeni buluruz: Birincisi rekabet, ikincisi güvensizlik, üçüncüsü de şan ve şeref. (...)
Buradan şu açıkça görülür ki, insanlar hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler; ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır. Çünkü savaş, sadece muharebeden veya dövüşme eyleminden ibaret olmayıp, mücadele etme iradesinin yeterince bilindiği bir zaman süresinden oluşur.... Nasıl kötü havanın doğası bir veya iki yağmur sağanağından ibaret olmayıp, birçok günlerin eğiliminden oluşursa, savaşın doğası da çarpışma eyleminden ibaret olmayıp, tersine, bir güvencenin bulunmadığı, çarpışmaya yönelik kesinleşmiş eğilimden oluşur. Bunun dışındaki bütün zamanlarda BARIŞ vardır.
Dolayısıyla, herkesin herkese düşman olduğu bir savaş zamanı nelere yol açıyorsa, insanların kendi güçlerinden ve yaratıcılıklarıyla sağladıkları şeylerden başka güvenceleri olmadan yaşadıkları bir dönem de aynı şeylere yol açar. Böyle bir ortamda, çalışmaya yer yoktur çünkü çalışmanın karşılığı belirsizdir ve dolayısıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur; ne denizcilik, ne deniz yoluyla ithal edilebilecek malların kullanılması, ne rahat yapılar, ne fazla güç gerektiren şeyleri kaldırmak ve taşımak için gereken şeyler, ne yeryüzü hakkında bilgi, ne zaman hesabı; ne sanat, ne yazı, ne de toplum vardır. Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır. İnsan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısadır.7
Yazarların genellikle Jus Naturale dedikleri doğal hak, kendi doğasını yani kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanmak ve, kendi muhakemesi ve aklıyla, bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapma özgürlüğüdür. (...)
(Önceki bölümde ifade edildiği gibi) herkesin herkese karşı savaşı durumu olduğu için ve, bu durumda, herkes kendi aklıyla hareket ettiği ve hayatını düşmanlarına karşı korumak için ona yardımcı olabilecek her şeyi kullanabileceği için, böyle bir durumda herkesin her şeye hakkı vardır; hatta bir başkasının bedenine bile. Dolayısıyla, herkesin her şey üzerindeki bu doğal hakkı devam ettiği sürece, ne kadar güçlü veya akıllı olursa olsun, hiç kimse, doğanın normalde insanların yaşamalarına izin verdiği sürenin sonuna kadar hayatta kalma güvencesine sahip olamaz. Dolayısıyla, herkesin, onu elde etme umudu olduğu ölçüde, barışı sağlamak için çalışması gerektiği; onu sağlayamıyorsa, savaşın bütün yardım ve yararlarını araması ve kullanması gerektiği ilkesine veya aklın bu genel kuralına varılır. Bu kuralın ilk bölümü, birinci ve temel doğa yasasını içerir: Barışı aramak ve izlemek. İkinci bölümü ise doğal hakkın özetini verir: Bütün yolları kullanarak kendimizi korumak.
İnsanların barışa ulaşmak için çalışmalarını emreden bu temel doğa yasasından şu ikinci yasa çıkar: Bir insan, başkaları da aynı şekilde düşündüklerinde, barışı ve kendini korumayı istiyorsa, her şey üzerindeki bu hakkını bırakmalı ve başkalarına karşı, ancak kendisine karşı onlara tanıyacağı kadar özgürlükle yetinmelidir. Çünkü herkes her dilediğini yapma hakkını elde tuttuğu sürece bütün insanlar savaş durumundadır. Fakat başka insanlar da, onun gibi, haklarını bırakmazlarsa, o zaman onun da kendi hakkını bırakması için bir neden yoktur. (...) Bu İncil’in yasasıdır: “Başkalarının sana ne yapmalarını istiyorsan, sen de onlara onu yap” (Matta 7:12). (...)
Doğal olarak, özgürlüğü ve başkalarına egemen olmayı seven insanların, devletler halinde yaşarken kendilerini tabi kıldıkları kısıtlamanın nihai nedeni, amacı veya hedefi, kendilerini korumak ve böylece daha mutlu bir hayat sürmektir. (...)
Çünkü adalet, eşitlik, tevazu, merhamet ve özet olarak, bize ne yapılmasını istiyorsak başkalarına da onu yapmak gibi doğa yasaları, bunlara uyulmasını sağlayacak bir gücün korkusu olmaksızın, bizi taraf tutmaya, kibre, öç almaya ve benzer şeylere sürükleyen doğal duygularımıza aykırıdır. Kılıcın zoru olmadıkça anlaşmalar sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez. (...)
Güvendiğimiz için itimat edebileceğimiz çokluk, herhangi bir sayı ile değil, korktuğumuz düşmana kıyasla belirlenir ve düşmanın, savaşın sonucunu belirleme şansı, onu denemeye itecek kadar belirgin ve kesin olmadığında bu çokluk yeterli güçte demektir.
Son derece büyük bir çoğunluk da olsa, bu çoğunluğun üyelerinin eylemleri, kendi bireysel muhakemelerine ve isteklerine göre belirlenmekteyse, bu şekilde, ne ortak bir düşmana ne de birbirine zarar vermelerine karşı savunma veya korunma bekleyemezler. Çünkü güçlerinin en iyi nasıl kullanılacağı ve uygulanacağı konusunda farklı görüşlere sahip oldukları için, birbirlerine yardım etmek bir yana, birbirlerine engel olurlar ve karşılıklı itirazlarla güçlerini hiç düzeyine indirirler; böylece, sadece, birleşmiş az sayıda insan tarafından kolayca egemenlik altına alınmakla kalmazlar; aynı zamanda, ortak bir düşman yoksa, bireysel çıkarları için kendi aralarında savaşırlar. Büyük bir insan topluluğunun, onların hepsini korku içinde tutacak genel bir güç olmadan da adalet ve diğer doğa yasalarına uymayı kabul edeceğini varsayabilirsek, bütün insanların aynı şeyi yapacağını da varsayabiliriz. Bu durumda, uygar bir yönetim veya devlet olmazdı, olması da gerekmezdi; boyun eğdirme olmaksızın barış sağlanırdı çünkü. (...)
İnsanları yabancıların saldırılarından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek ve, böylece kendi emekleriyle ve yeryüzünün meyveleriyle kendilerini besleyebilmelerini ve mutluluk içinde yaşayabilmelerini sağlayacak böylesi bir genel gücü kurmanın tek yolu, bütün kudret ve güçlerini, tek bir kişiye veya hepsinin iradesini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmeleridir. Yani kendi kişiliklerini taşıyacak tek bir kişi veya bir heyet tayin etmeleri ve herkesin bu kişi veya heyetin ortak barış ve güvenlikle ilgili işlerde yapacağı veya yaptıracağı şeyleri yerine getiren olmayı kabul etmesi ve kendi iradesini o kişi veya heyetin iradesine ve muhakemesini de onun muhakemesine tabi kılmasıdır. Bu onaylamak veya rıza göstermekten öte bir şeydir; herkes herkese, senin de hakkını ona bırakman ve onu bütün eylemlerinde aynı şekilde yetkili kılman şartıyla, kendimi yönetme hakkını bu kişiye veya heyete bırakıyorum demiş gibi, herkesin herkesle yaptığı bir anlaşma yoluyla, hepsinin bir ve aynı kişilikte gerçekten bir araya gelmeleridir. Bu gerçekleştiğinde, tek bir kişilik halinde birleşmiş olan topluluk bir DEVLET, Latince CIVITAS haline gelir. İşte o LEVIATHAN’ın veya (daha saygılı konuşursak) Ölümsüz Tanrı’nın altında barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz o Ölümlü Tanrı’nın doğuşu böylece gerçekleşir. (...)
Bu birliği kişileştirene EGEMEN denir ve onun egemenlik gücüne sahip olduğu söylenir; onun dışında kalan herkes ise onun TEBAASIDIR. (...)
Bir insan topluluğu, kendi arasında anlaşma yaparak, hepsinin birden kişiliğini temsil etmek, yani onların temsilcisi olmak hakkını hangi kişiye veya heyete verileceği konusunda çoğunlukla anlaştığı vakit, bir devlet kurulmuştur denir; onun lehine oy verenler gibi aleyhinde oy verenler de barış içinde birlikte yaşamak ve başkalarına karşı korunmak amacıyla o kişi veya heyetin bütün eylemlerini ve kararlarını, bunlar kendi eylem ve kararlarıymış gibi yetkili kılacaktır.
Bir devletin bu şekilde kurulmasından, halkın rızasıyla kendisine egemenliğin devredildiği kişi veya heyetin bütün hakları ve yetkileri doğar.
İlkin, sözleşme yaptıkları için, daha önceki bir sözleşme gereği olarak buna aykırı herhangi bir şeyle bağlı olmadıkları anlaşılmalıdır. Ayrıca, bunun bir sonucu olarak, bir devlet kurmuş bulunan ve böylece egemenin eylem ve kararlarını sözleşme gereği benimsemekle yükümlü olanlar, egemenin izni olmaksızın, herhangi bir konuda başka bir egemene tabi olmak için kendi aralarında yasal olarak sözleşme yapamazlar. Dolayısıyla, bir monarkın tebaası, onun izni olmaksızın, monarşiyi terk edip dağınık bir topluluğun kargaşasına geri dönemezler veya kişiliklerini taşıyan kimseden onu alıp başka bir kimseye veya heyete devredemezler, çünkü herkes herkese karşı, halen egemenleri olanın yapacağı veya yapılmasını uygun bulacağı her şeyi kabul etmek ve böyle her şeyin hayali gerçekleştiricisi olmakla yükümlüdür. Öyle ki, herhangi bir kişi itiraz ettiğinde bütün diğerleri o kişiyle anlaşmalarını bozar ve bu adaletsizliktir. Ayrıca, herkes egemenliği kendilerini temsil eden o kişiye verdiğinden, onu alaşağı ederlerse, onun olanı da ondan almış olurlar ve bu da yine adaletsizliktir. Ayrıca, egemenini alaşağı etmeye teşebbüs eden birisi, bu teşebbüs nedeniyle öldürülür veya cezalandırılırsa, devletin kurulmasıyla egemenin bütün yapacaklarının gerçekleştiricisi olduğu için, cezalandırmanın gerçekleştiricisi de kendisidir. Bir kimsenin kendi yetkisiyle cezalandırılabileceği herhangi bir şey yapması adaletsizlik olduğu için, bu nedenle o da haksızdır. Bazı kişiler, egemenlerine itaat etmeme nedeni olarak, insanlarla değil, Tanrı ile yapılmış yeni bir sözleşme iddiasında bulunmuşlardır. Fakat bu da haksızdır, çünkü Tanrı’nın kişiliğini temsil eden birinin aracılığı olmaksızın Tanrı ile sözleşme yapılamaz. Tanrı’nın kişiliği ise sadece Tanrı’nın altında egemenliğe sahip olan Tanrı’nın vekili tarafından temsil edilir. Tanrı’yla sözleşme yapıldığı iddiası iddia sahiplerinin kendi vicdanlarında bile o kadar açık bir yalandır ki, bu sadece haksız bir kimsenin hareketi değil, aynı zamanda aşağılık ve alçakça bir karakterin de sonucudur.
İkinci olarak, hepsinin birden kişiliğini taşıma hakkı, egemenin onlardan herhangi biriyle değil, onların birbiriyle yaptıkları anlaşma ile egemen tayin ettikleri kişiye verilmiş olduğundan egemen açısından herhangi bir sözleşme ihlali imkânsızdır; bu nedenle onun tebaasından hiç kimse, vazgeçme mazeretini ileri sürerek tebaalıktan çıkamaz.8 Egemen tayin edilen kimsenin tebaasıyla önceden bir anlaşma yapmadığı aşikârdır, çünkü ya bütün topluluk ile, anlaşmanın bir tarafı olarak anlaşma yapması gerekir ya da herkesle ayrı birer anlaşma yapması. Bütün topluluk ile bir taraf olarak anlaşma yapması imkânsızdır, çünkü onlar henüz tek bir kişilik değildirler. Topluluktaki bütün insanlarla ayrı ayrı anlaşma yaptığında ise, egemenliği ele geçirdikten sonra bu anlaşmalar hükümsüzdür. Çünkü herhangi bir kişinin anlaşmanın bozulması olduğunu iddia ettiği bir eylem, hepsinin kişiliği adına ve her birinin hakkına dayanarak yapılmış olduğundan, hem o kimsenin hem de bütün diğerlerinin eylemidir. Ayrıca, onlardan herhangi biri egemenin kuruluşta yaptığı anlaşmayı ihlal ettiğini iddia ederse veya tebaasından biri veya sadece egemenin kendisi böyle bir ihlal olmadığını ileri sürerse, bu durumda anlaşmazlığı çözüme bağlayacak bir yargıç yoktur. Dolayısıyla iş yine kılıca düşer; herkes kuruluştaki amaçlarına aykırı olarak kendini kendi gücüyle koruma hakkını tekrar kazanır.
Bu nedenle, anlaşma yoluyla egemenlik vermek boşunadır. Bir monarkın iktidarını anlaşmadan, yani şarta bağlı olarak aldığı düşüncesi kelimelerden ibaret olan anlaşmanın, devletin kılıcından, yani egemenliğe sahip olan ve eylemleri herkesçe kabul edilen ve onda birleşmiş herkesin gücüyle yapılan o kişi veya heyetin serbest ellerinden başka, insanları zorlayıcı, denetleyici, sınırlayıcı veya koruyucu bir gücü olmadığı gerçeğinin, bu basit gerçeğin anlaşılmamasından doğar.
Fakat bir heyet egemen olarak tayin edildiğinde hiç kimse kuruluşta böyle bir anlaşma yapıldığını düşünmez, çünkü örneğin Roma Meclisi’nin Romalılar ile egemenliği şu veya bu şartlarda elde tutulması için bir anlaşma yaptığını ve bu anlaşma ifa edilmediği takdirde, Romalıların Roma Meclisi’ni yasal biçimde alaşağı edebileceklerini söyleyecek kadar aptal kimse bulunamaz. (...)
Üçüncü olarak çoğunluk, kabul eden oylarla bir egemen ilan ettiği için ona karşı oy vermiş olan da diğerlerine uymalı, yani egemenin yapacağı bütün eylemleri kabul etmeye veya kabul etmediğinde diğerleri tarafından haklı olarak yok edilmeye razı olmalıdır. Çünkü toplanmış olanların birliğine gönüllü olarak girmiş ise, orada iradesini gerektiği biçimde açıklamış ve dolayısıyla, çoğunluğun karar vereceği şeye uyacağına örtük biçimde söz vermiş demektir ve dolayısıyla, bu karara uymayı reddeder veya onların kararlarından herhangi birine karşı gelirse, anlaşmasına aykırı ve bu nedenle de adaletsiz davranıyor demektir. (...) O kişi birlikten olsun olmasın ve onun rızası istensin veya istenmesin, ya onların kararlarına boyun eğmeli ya da daha önce içinde bulunduğu savaş durumunda bırakılmalıdır; ki bu durumda iken herhangi bir kişi tarafından adaletsizlik olmaksızın yok edilebilir.
Dördüncü olarak, her bir tebaa, kurulmuş olan egemenin bütün eylemleri ve kararlarının sahibi olduğu için egemenin yaptığı hiçbir şey tebaasına yapılmış bir haksızlık olamaz ve ayrıca egemen, uyruklarından herhangi biri tarafından adaletsiz olmakla suçlanamaz, çünkü bir başkasından aldığı yetkiyle herhangi bir şey yapan bir kimse, yetkisine dayanarak hareket ettiği kişiye bu şeyle haksızlık etmiş olmaz. (...) Egemen güce sahip olanların insafsızlık edebilecekleri doğrudur, fakat onlar, kelimenin dar anlamıyla, adaletsizlik veya haksızlık etmezler.
Beşincisi olarak ve son söylenen şeyin bir sonucu olarak, egemen güce sahip olan hiç kimse, tebaası tarafından adil biçimde öldürülemez veya başka bir biçimde cezalandırılamaz. Her bir tebaa egemenin eylemlerinin sahibi olduğuna göre, kendisi tarafından yapılmış eylemler için bir başkasını cezalandırmış olur.
Bu kuruluşun amacı, herkesin huzuru ve savunulması olduğu ve bu amaca ulaşmaya hakkı olanın ona ulaşmaya yarayan vasıtaları kullanmaya da hakkı olduğu için, hem huzur ve savunma araçları hem de huzur ve savunma önündeki engeller ve sorunlar hakkında karar verme hakkı ve hem önceden yurtiçinde uyumsuzluğu ve yurtdışında düşmanlığı önleyerek barış ve güvenliğin korunması için hem de barış ve güvenlik kaybolduğu vakit bunların yeniden oluşturulması için yapılmasını gerekli göreceği her şeyi yapmak hakkı, egemenliği elinde bulunduran kişiye veya heyete aittir. (...)
Altıncı olarak, hangi görüş ve düşüncelerin barışa aykırı, hangilerinin ise uygun olduğuna ve dolayısıyla, hangi durumlarda, nereye kadar ve hangi insanların topluluklar karşısında konuşmalarına izin verileceğine ve yayınlanmadan önce kitaplardaki düşünceleri kimin inceleyeceğine karar verilmesi de egemenliğin bir parçasıdır.9 Çünkü insanların eylemleri onların düşüncelerinden doğar, ve barış ve uyumu sağlamak için insanların eylemlerinin iyi yönetilmesi, düşüncelerinin iyi yönetilmesine bağlıdır. Düşünceler konusunda, doğruluktan başka hiçbir şeyin dikkate alınmaması gerekirse de; bu, düşüncelerin barış içinde yönlendirilmesi ile çelişmez. Çünkü, barışa aykırı bir düşünce ne kadar doğru olabilir ise, barış ve uyum da doğal hukuka o kadar aykırı olabilir, daha fazla değil. (...) Çünkü bir düşünceyi savunmak veya kabul ettirmek için silaha sarılmayı göze alacak kadar kötü yönetilen insanlar hâlâ savaş halindedirler. (...) Dolayısıyla barış için gerekli bir şey olarak, yani nifak ve iç savaşı önlemek amacıyla görüşler ve düşünceler hakkında karar vermek veya bu konularda karar verecek yargıçları atamak yetkisi, egemen gücü elinde tutana aittir.
Yedinci olarak, her bir tebaaya, diğer tebaa tarafından engellenmeden, yararlanabileceği şeyleri ve yapabileceği eylemleri gösteren kurallar koyma yetkisinin tümü, egemenliğin bir parçasıdır. Ve bu (...) insanların mülkiyet dediği şeydir. Çünkü egemen gücün kuruluşundan önce, daha önce de gösterildiği gibi, bütün insanlar, bütün şeyler üzerinde hak sahibiydi ve bu zorunlu olarak savaşa neden oluyordu. Dolayısıyla barış için gerekli olan ve egemen güce bağlı olan bu mülkiyet o gücün eylemidir. (...)
Sekizinci olarak, yargılama hakkı, yani toplumsal veya doğal hukuk ile ve olgularla ilgili olarak ortaya çıkabilecek bütün anlaşmazlıkları dinleyip çözüme bağlama hakkı da egemenliğin bir parçasıdır. Çünkü anlaşmazlıklar çözüme bağlanmazsa, bir tebaa başka bir tebaa tarafından verilen cezalara karşı korunamaz; “benim” ve “senin” hakkındaki yasalar boşunadır ve herkes kendini korumanın doğal ve gerekli isteğinden hareketle, kendini kendi gücüyle koruma hakkına sahip olmaya devam eder ki bu, savaş durumu olup devletlerin kuruluş amacına aykırıdır.
Dokuzuncu olarak, diğer milletler ve devletlerle savaş ve barış yapma hakkı, yani bunun ne zaman kamu çıkarına olduğuna ve bu amaçla hangi büyüklükte orduların toplanacağına, silahlandırılacağına ve bunlara ödeme yapılacağına karar vermek ve bunların masraflarını karşılamak için vergi salma hakkı da egemenliğin bir parçasıdır. (...) Dolayısıyla, bir orduya kim komutan yapılırsa yapılsın, egemen gücü elde bulunduran daima başkomutandır.
Onuncu olarak, hem barışta hem de savaşta bütün danışmanların, bakanların, yargıçların ve memurların seçilmesi de egemenliğin bir parçasıdır. Egemen genel barış ve savunma amacıyla yükümlü olduğuna göre, bu görev için uygun göreceği araçları kullanma yetkisine sahip demektir. (...)
On birinci olarak, önceden yaptığı yasaya göre veya böyle bir yasa yoksa, insanları devlete hizmet etmeye özendirmek veya devlete zarar vermekten caydırmak için uygun bulacağı şekilde, mal mülk ve şerefle ödüllendirmek veya bedensel veya maddi cezalarla veya küçük düşürerek cezalandırma yetkisi de egemene aittir.
Son olarak, durmaksızın aralarında yarışma, kavga, hizipleşme ve sonunda savaşa yol açan ve birbirlerini yok etmeye ve ortak bir düşmana karşı güçlerin azalmasına neden olan, insanların doğal olarak kendilerine vermeye eğilimli oldukları değer, başkalarından bekledikleri saygı ve başkalarına ne kadar az değer verdikleri dikkate alındığında (...) şeref yasalarının olması ve devletin ihsanına layık olan veya olabilecek kişilerin değeri için genel bir ölçünün olması (...) ve bu yasaları uygulamaya koymak için şu veya bu kişinin elinde bir kuvvet olması gerekir. (...) Bu nedenle, şeref unvanları vermek ve herkesin hangi paye ve soyluluk derecesine sahip olacağını ve kamusal veya özel buluşmalarda birbirlerine hangi saygı işaretlerini göstereceklerini belirlemek de egemene aittir.
Egemenliğin özü işte bu haklardan oluşur.
* Thomas Hobbes, Leviathan, 1. Kitap, Bölüm 13-14; 2. Kitap, Bölüm 17-18.