I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Leviathan(1)*

Thomas Hobbes

Leviathan yahut Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti (1651) adlı eserinde İngiliz filozof Thomas Hobbes (1588-1679) matematiksel yöntemi politikaya uygulamıştır. Bu yüzden eser, siyaset biliminin ilk denemelerinden biri sayılır. Ayrıca monarşik mutlakiyet savunması olarak yazılmıştır ve İngiliz İç Savaşları bağlamında okunması gerekir. Hobbes, Long Parlamentosu1 1640 yılında toplandığında Paris’e kaçmış, orada gelecekte II. Charles olacak prensin matematik öğretmeni olmuştur. Hobbes’un argümanları gücü elinde bulunduran her hükümete uygulanabilir olsa da kralcıları devrimcilerden daha çok memnun etmemiştir. (Thomas Hobbes için 850. sayfaya da bakınız.)

Tanrı’nın dünyayı yaratmak ve yönetmek için kullandığı doğa, insan “zanaatı” tarafından, birçok şeyde olduğu gibi, yapay bir hayvan yaratacak kadar taklit edilmiştir. Hayatı sadece, başlangıcı esas parçalardan biri olan, organların hareketi olarak görürsek neden tüm “otomatların” (bir saat gibi yaylar ve çarklarla kendi kendine hareket eden motorlar) yapay bir hayata sahip olduğunu söyleyemeyelim? “Kalp” bir “yay”; “sinirler” birçok “tel” ve “eklemler” zanaatkâr tarafından tüm vücuda hareket vermek amacıyla yapılan birçok “çark”tan başka nedir ki? Ancak “zanaat” ileri gider ve doğanın en akılcı ve en mükemmel işini yani “insan”ı da taklit eder. Zanaatkârlar tarafından yaratılan büyük “Leviathan”, yani Latince’de Civitas, bizim dilimizde ise “Milletler Topluluğu” veya “Devlet” yapay bir insandan başka nedir? Kendini korumak ve savunmak amacıyla doğal olandan daha büyük bir boya ve güce; tüm vücuda hayat ve hareket veren yapay bir “ruh” olarak “egemenliğe”; yapay “eklemler” olarak “hâkimlere” ve diğer adalet ve yürütme “memurlarına”; doğal vücutta aynı görevi yapan “sinirler” gibi her bir organın ve eklemin kendi görevini yerine getirerek egemenlik koltuğuna bağlanmasını sağlayan “ödüllere” ve “cezalara” sahiptir; her bir üyenin “zenginliği” ve “malvarlığı” “gücüdür”; salus popidi, “insanların güvenliği” “işidir”; bilmesi gereken her şeyi öneren “danışmanlar” ise “hafızadır”; “adalet” ve “kanunlar” yapay bir “akıl” ve “irade”; “uyum” “sağlık”; “isyan” “hastalık” ve “iç savaş” “ölümdür”. Son olarak, bu politik vücudun parçalarının ilk yaratılışı, bir araya getirilmesi ve birleştirilmesi anlamına gelen “antlaşmalar” ve “taahhütnameler”; yaratırken Tanrı’nın söylediği “hükmün” veya “insanı yaratalım” (Yaratılış 1:26) sözünün benzeridir. Bu yapay insanın doğasını tanımlamak için önce “maddesini” ve “zanaatkârı” incelemek istiyorum.

İlk olarak, her ikisi de “insan”dır.

İkinci olarak, “nasıl” ve hangi “taahhüt” ile yaratıldığına; “hakları” nedir, “egemen”in adil “gücü” ve “otoritesi” nelerdir ve onu “koruyan” veya “sona erdiren” nedir sorularına cevap arayacağım.

Üçüncü soru ise, “Hıristiyan Devleti” nedir sorusudur.

İnsan Hakkında

İlk sırada tüm insan soyunun genel bir eğilimi vardır; ancak ölünce biten, güç üstüne güç elde etmek için duyulan sürekli ve huzursuz arzu. Bunun sebebi her zaman bir adamın zaten elinde olandan daha fazla keyif elde etme isteği veya ortalama bir güçle tatmin olamaması değil, iyi yaşamayı, mevcut olandan daha fazla güç ve vasıta olmadan garantileyememesidir. (...)

Doğa, insanları vücut ve zihinsel yetenekler açısından o kadar eşit yaratmıştır ki, arada bir diğerlerinden daha güçlü bir vücuda veya daha hızlı bir zihne sahip olanlar ortaya çıksa da tüm insanlar birlikte düşünüldüğünde, bir insan ile diğeri arasındaki fark, bir insanın herhangi bir menfaati, diğerlerinin de onun kadar talep etmesine engel olacak kadar önemli değildir. Vücut gücü söz konusu olduğunda en zayıf olan bile, gizli bir düzenekle veya diğer insanları kendisiyle aynı tehlikede olduklarına ikna edip onlarla birleşerek en güçlüyü öldürebilir. (...)

İnsanın doğasında, anlaşmazlığın üç temel sebebi olduğunu görürüz. İlki rekabettir, ikincisi farklar, üçüncüsü ise zaferdir.

İlki insanların kazanç sağlamak için, ikincisi güvenlik için, üçüncüsü ise şöhret için saldırmasına neden olur. İlki diğer adamların, karılarının, çocuklarının ve hayvanlarının efendisi olmak için; ikincisi onları korumak için; üçüncüsü ise bir kelime, bir gülüş, farklı bir görüş veya doğrudan kendi kişiliğini veya akrabalarını, arkadaşlarını, milletini, mesleğini veya adını küçük düşürecek ıvır zıvır için şiddet kullanır.

Bu noktada insanların, onların tümünü korku dolu bir saygı içinde tutan genel bir güç olmadan yaşadığı zamanlarda savaş denen bir durumda olduklarını söylemek gerekir, hem de öyle bir savaş ki, her bir kişi için tüm diğer kişilere karşı...

Bu yüzden, her bir kişinin her bir diğer kişi için düşman olduğu savaş zamanların sonucu neyse, herkesin kendi gücünden başka güvencesi olmadığı ve kendi icatlarıyla donandıkları zamanların da sonucu aynıdır. Bu koşullarda üretime yer yoktur, çünkü bunun getireceği fayda kesin değildir ve bu yüzden yeryüzünde bir kültür de yoktur;... sanat da, belge de, toplum da. Ve en kötüsü, vahşice öldürülmeye dair sürekli bir korku ve tehlike mevcuttur; insanın hayatı yalnız, fakir, çirkin, vahşice ve kısadır. (…)

Her bir kişinin diğer tüm kişilere karşı savaşının bir sonucu da hiçbir şeyin adaletsiz olmamasıdır. Doğru ve yanlış, adil ve adil olmayan gibi nosyonlara yer yoktur. Genel bir güç mevcut değilse kanun yoktur; kanun yoksa adaletsizlik de yoktur. Güç ve hile savaş döneminde en temel iki erdemdir. Adalet ve adaletsizlik ne vücudun ne de zihnin yeteneklerinden biri değildir. Öyle olsalardı dünya üzerinde tek başına olan bir insanda duyularının ve tutkularının yanı sıra bunlar da mevcut olurdu. Bunlar yalnız olan değil, bir topluma ait olan kişinin nitelikleridir. Aynı koşullar altında ayrıca töre de, hâkimiyet de, “benim” “senin” ayrımı da olmaz; elde edebildiği her şey, onu elde tutabildiği sürece insana aittir. İnsan sadece doğanın içine bırakıldığında böylesi yanlış koşullar içindedir; ancak kısmen tutkuları, kısmen de aklı sayesinde bu koşullardan kurtulma olanağı vardır.

İnsanların barışa eğilim göstermesine sebep olan tutkular ölüm korkusu, rahat bir hayat sürmek için gerekli olan şeylere duyulan arzu ve çalışarak bunları elde etme ümididir. İnsanların üzerinde anlaştıkları uygun barış maddelerini öneren ise akıldır. Bu maddeler aslında doğa kanunları olarak adlandırılır. (...)

Yazarların yaygın olarak jus naturale olarak adlandırdıkları “doğa hakları”, her insanın kendi doğasını, yani kendi hayatını korumak amacıyla kendi gücünü kendi iradesinin istediği gibi kullanabilme özgürlüğüdür; bunun sonucunda da insanın kendi aklı ve hükümleri ışığında bu amaç için en uygun vasıta olarak gördüğü her şeyi yapabilmesidir.

Burada “özgürlük” kelimenin doğru anlamıyla, yani harici engellerin yokluğu olarak anlaşılmalıdır. Bu engeller bir insanın yapabileceği şeyleri yapma gücünün bir kısmını elinden alsa da elinde kalan güçle kendi hükümleri ve aklının kendisine dikte ettiği şeyleri yapmasını engelleyemezler.

Bir “doğa kanunu”, lex naturalis, akıl tarafından bulunmuş, insanın kendi hayatı için yıkıcı olan veya hayatını koruma vasıtalarını elinden alacak şeyleri yapmasını ve hayatını en iyi biçimde koruyacağını düşündüğü şeyleri unutmasını engelleyen bir emir veya genel kuraldır. Bu konuda jus ve lex, “hak” ve “kanun” kelimelerini kullansalar da bu ikisi birbirinden ayrılmalıdır, çünkü “hak” bir şeyi yapma veya ondan sakınma özgürlüğüdür, oysa “kanun” bunlardan biri için belirleyici ve bağlayıcıdır. Bu nedenle, hak ve kanun, zorunluluk ve özgürlük kadar birbirinden ayrıdır ve uyumsuzdur. (…)

Hakların karşılıklı aktarımına ise insanlar “sözleşme” adını verirler.

Devlet Hakkında

Hem özgürlüğü hem de diğerleri üzerinde hâkimiyet sahibi olmayı seven insanoğlunun, devletlerde gördüğümüz üzere, kendilerine kısıtlama getirmesinin nihai sebebi, amacı yahut tasarısı yine kendilerini koruma ve böylece daha iyi bir yaşam sürme yönündeki sağduyularıdır; yani onları korku dolu bir saygıyla bir arada tutacak, emirlere uyma performanslarına ve doğa kanunlarını gözlemelerine bağlı olarak cezalandırma korkusuyla birbirlerine bağlayacak görünür bir güç yokken insanların doğal tutkularının sonucu olan (...) sefil savaş şartlarından kendilerini kurtarmaktır.

“Devlet”in, “kalabalık” bir grup insan hemfikir olduğunda ve “herkes herkesle anlaşarak” herhangi bir “insana” veya “bir grup insana” büyük oranda herkesi “temsil” etme “hakkı” verdiğinde, yani “temsilci” olarak kabul ettiğinde “kurulduğu” söylenir; hem “lehte” hem de “aleyhte” oy veren herkes, barış içinde yaşamak ve diğer insanlara karşı korunmak için bu insana veya gruba tüm eylemlerinde ve hükümlerinde, bu eylem ve hükümler kendilerininmiş gibi “yetki” vermelidir.

Bir araya gelen insanlar tarafından kendisine egemenlik gücü tevdi edilen insan veya insanların tüm “hakları” ve “yetenekleri” bu devlet kurumundan kaynaklanır.

İlk olarak, aralarında bir anlaşma olduğuna göre, bundan sonra önceki anlaşmalar nedeniyle bu anlaşmaya aykırı hiçbir şey yapmaya yükümlü değildirler. Buna bağlı olarak, zaten bir devlet kurmuş olduklarından ve bir anlaşmaya bağlı olarak hükümdarın hükümlerini ve eylemlerini sahiplenmeleri gerektiğinden, hükümdarın izni olmadan başka kimseye itaat edemezler ve kendi aralarında yasal biçimde yeni bir anlaşma yapamazlar. (...) Bazıları hükümdarlarına itaatsizliklerinin sebebi olarak insanlarla değil, Tanrı’yla yeni bir anlaşma yapmış gibi davranırlarsa bu da haksız bir eğilim olur; çünkü Tanrı’yı yeryüzünde temsil eden kişinin, yani Tanrı’nın himayesinde O’nun egemenliğini yürüten ve O’nun yardımcısı olan kişinin aracılığı olmadan Tanrı ile anlaşma yapılamaz. Ama zaten Tanrı ile anlaşma yaptığını iddia edenler bariz biçimde kendi vicdanlarına bile yalan söylemektedir. Bu sadece haksız değil, aynı zamanda değersiz ve insanlık dışı bir eğilimdir.

İkinci olarak, egemen kılınan kişiye herkesi temsil etme yükünün yüklenmesi onların ortak anlaşmasıyla ortaya çıksa da şahsen hükümdarla insanlar arasında değildir; hükümdar tarafından bu anlaşmanın ihlal edilmesi imkânsızdır ve bu yüzden tebaasından hiç kimse bir bahaneyle veya müsadere ile tebaa olmaktan kurtulamaz. (…)

Dördüncü olarak, her bir tebaa bu kurumda kurulan egemenliğin tüm fiillerinin ve hükümlerinin sebebi olduğuna göre, hükümdarın yaptığı hiçbir şey tebaasına zarar veremez veya hiçbiri tarafından adaletsizlikle suçlanamaz. Başkasından aldığı otorite ile bir şey yapan kişi otoritesi ile hareket ettiği kişiye zarar veremez ama bu devlet kurumunda her bir insan hükümdarın bütün yaptıklarının müsebbibidir. (...) Egemenlik gücüne sahip olanların haksızlık yapması mümkündür ama bu gerçek anlamda bir adaletsizlik veya kötülük olmaz.

Beşincisi ve son söylediğimizin neticesi olarak egemenlik gücüne sahip hiçbir insanın öldürülmesi veya tebaası tarafından cezalandırılması adil olmaz. Tebaanın her üyesi hükümdarın fiillerinin müsebbibi olduğuna göre, kimse kendisi tarafından gerçekleştirilen bir hareket için başkasını suçlayamaz.

Bu kurumun amacı herkes için barış ve savunma sağlamak olduğuna ve bu amaca hakkı olan insanın her vasıtayı kullanmaya da hakkı olduğuna göre, barışı ve savunmayı sağlayacak vasıtalar ve bunlara ilişkin engeller ve karışıklıklar konusunda hüküm verme hakkı egemenliğe sahip kişi veya kişilerdedir. Bu kişi veya kişiler hem önceden memleketteki uyuşmazlıkları ve ülke dışından gelecek düşmanlıkları engellemek hem de barış ve güvenlik kaybolduğunda bunları geri getirmek için, yani barışı ve güvenliği sağlamak için neyi gerekli görüyorlarsa yapabilirler.

Bu yüzden altıncı olarak, hangi fikirlerin ve doktrinlerin barış sağlayacağına ve hangilerinin barışı bozacağına, buna bağlı olarak, kalabalıklara konuşmak ve basılmadan önce kitapların doktrinlerini incelemek için hangi durumlarda, kimlere ne kadar güvenilebileceğine dair hüküm vermek de egemenliğin bir parçasıdır. Çünkü barış ve uyum elde edilmek istendiğinde, insanların hareketleri fikirlerine ve fikirlerin doğru yönetilmesi de insan hareketlerinin doğru yönetilmesine bağlıdır. Doktrin söz konusu olduğunda doğrular dışında hiçbir şey dikkate alınmasa da barış söz konusu olduğunda bunun zıddı doğru olabilir. Çünkü barışı bozacak doktrinler, barış ve uyumun doğa yasasına aykırı olmasından daha doğru olamaz.

Yedinci olarak, insanların tebaanın diğer üyelerinin tecavüzüne uğramadan hangi iyi şeylerden keyif alabileceğine ve hangi fiilleri gerçekleştirebileceğine dair kuralların belirlenmesi de egemenliğin bir parçasıdır; bu insanların “töre” dediği şeydir. (...)

Sekizinci olarak, yargılama hakkı da egemenliğin bir parçasıdır. (...)

Dokuzuncu olarak, diğer milletlerle ve devletlerle savaşma ve barış yapma hakkı da egemenliğin bir parçasıdır; yani bir amaç için büyük güçleri toplamanın, silahlandırmanın ve ücretlerini ödemenin ne zaman kamu yararına olduğuna hüküm vermek ve bunların masraflarını karşılamak için tebaadan zorla vergi toplamak. (...)

Bunlar egemenliğin özünü oluşturan haklardır ve hangi insanda veya insan grubunda egemenlik gücü olduğunu gösteren işaretlerdir. Bunlar paylaşılamaz ve ayrılamaz.

Yukarıda sayılan haklardan herhangi birini düşündüğümüzde görürüz ki, biri olmadan diğerlerinin hepsine sahip olmanın, tüm devletlerin uğruna kurulduğu amaç olan barışı ve adaleti korumak üzerinde hiçbir etkisi yoktur. “Kendi içinde bölünen bir krallık ayakta kalamaz” sözü bu bölünme için söylenmiştir. Böylesi bir bölünme olmadan bir krallık asla birbirine düşman ordulara bölünmez. Başlangıçta İngiltere’nin büyük bölümünde bu güçleri kral, lordlar ve avam kamarası arasında bölme fikri olmasaydı, insanlar asla bölünmez ve bir iç savaşın içine düşmezlerdi; önce politika konusunda anlaşamayanlar, sonra Anglikan Kilisesi karşıtları arasında din özgürlüğü konusundaki tartışmalar neticesinde insanlar egemenlik hakkı konusunda öyle eğitildiler ki, bugün İngiltere’de bu hakların ayrılamaz olduğunu göremeyen az kişi mevcuttur ve barış geri geldiğinde daha genel bir bilgilenme olacaktır. (...)

Bu, egemenliğe ayrılmaz bir biçimde bağlı olan bölünemez büyük otorite sayesinde, bazılarının, egemen kralların tebaasındaki kişilerin her birinden daha büyük bir güç-singulis majores- olmasına rağmen, hep beraber bütün tebaası karşısında, daha güçsüz -universis minores- olduğu yönündeki fikrinin dayanakları azalmıştır. “Hep beraber” derken, kolektif birliği tek bir kişi olarak görmüyorlarsa, “hep beraber” ile “her biri” aynı şeyi ifade etmektedir ve bu konuşma yine absürddür. Ama eğer “hep beraber” ifadesiyle, onları egemenliği üstlenen tek bir kişi olarak görüyorlarsa, hepsinin gücü, zaten egemen olan kişinin gücüyle aynıdır ve bu konuşma yine absürddür; egemenlik, bir grup insana verilmişse, bu absürdlüğü daha iyi görebilirler, ancak monarşide göremezler ama egemenlik gücü, kimde olursa olsun hep aynıdır. (...)

Ancak tebaanın iğrenç hevesleri ve elinde sınırsız güç bulunduran diğer başıbozuk tutkuları yüzünden çok sefil koşullarda olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Üstelik bu insanlar genelde bir monarkın tebaasıdır ve bu yüzden bunun monarşinin hatası olduğunu düşünürler; demokratik veya başka bir egemen konsey tarafından yürütülen bir hükümetin tebaası olarak yaşayanlar bu biçimin tüm rahatsızlıklarını devlete yükler; onları koruyacak kadar mükemmel olan tüm hükümet biçimlerinde güç hep aynıdır, bir insanın durumunun her zaman için diğerlerinden biraz daha kötü olabileceği düşünülmez; bir iç savaşa eşlik eden ve nadiren akla gelen sefaletle veya korkunç felaketlere kıyasla herhangi bir hükümet biçiminde genel olarak insanların başına gelebilecek en büyük sorun efendisiz insanların ahlaksız halidir, kanunlara tabi değillerdir ve yağmacılık ve intikam hisleriyle hareket etmelerini engelleyen zorlayıcı bir güç ortada yoktur. (...)

Hıristiyan Devleti Hakkında

Ben kiliseyi “emriyle toplandıkları ve otoritesi olmadan toplanmaması gereken tek bir egemenin kişiliğinde birleşmiş, Hıristiyanlık dinini icra eden bir grup insan” olarak tanımlarım. Bütün devletlerde sivil egemenliğin izni olmadan gerçekleşmesi yasak olan toplantı, toplanmasını yasaklamış olan herhangi bir devlette yapıldığı takdirde kanunsuz bir toplantı olacaktır.

Ayrıca dünya üzerinde tüm Hıristiyanların itaat etmek zorunda olduğu tek bir evrensel kilise de yoktur, çünkü dünya üzerindeki tüm diğer devletleri kendisine tabi kılacak bir güç yoktur. Farklı hükümdarların ve devletlerin egemenliğinde yaşayan Hıristiyanlar vardır ama her biri içinde yaşadığı devletin bir üyesidir ve bunun sonucunda başka bir kişinin emirlerine tabi olması mümkün değildir. Bu yüzden emretmeye, hüküm vermeye, günah çıkarmaya veya başka bir fiili yerine getirmeye muktedir olan bir kilise Hıristiyan insanlardan oluşan bir sivil devlet gibidir; tebaası “insanlar”dan oluşursa “sivil devlet” adını alır; tebaası “Hıristiyanlar”dan oluşursa “kilise” olarak adlandırılır. “Dünyevi” ve “ruhani” hükümdarlıklar insanların çift görmesi ve kendi “meşru hükümdarlarını” şaşırması için ortaya konmuş iki kelimedir. İnançlı kişilerin vücutlarının dirilişten sonra sadece ruhani değil, ölümsüz olacağı doğrudur ama bu hayatta kaba ve ayartılabilir vücutlardır sadece. Bu nedenle, bu hayatta devletin ve dinin hükümeti değil dünyevi hükümet mevcuttur; hem devletin hem de dinin yöneticisinin öğretilmesini yasakladığı herhangi bir doktrinin bir tebaaya öğretilmesi de yasal değildir. Yöneten tek olmalıdır; aksi takdirde “kilise” ile “devlet”, “ruhçular” ile “dünyacılar”, “adaletin kılıcı” ile “inancın kalkanı” ve hatta her Hıristiyan insanın göğsünde “Hıristiyan” ile “insan” arasında bölünme ve iç savaş çıkacaktır. Kilisenin öğretmenlerine de sivil devletin öğretmenlerine de papaz denir. Ancak papazlar arasında ast-üst ilişkisi olmazsa, yani bir başpapaz olmazsa insanlara çelişkili doktrinler öğretilir, bunlardan biri veya her ikisi de yanlış olabilir. Başpapazın doğa kanununa göre kim olması gerektiği zaten açıklanmıştır; yönetim sivil devlette olmalıdır. (...)

* Thomas Hobbes, Leviathan, Londra, George Routledge and Sons, 1887, s. II, 52-53, 63-67, 82, 84-89, 211-212.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.