Hükümete Dair İki Risale*
John Locke On Yedinci yüzyılın ortalarında İngiltere’de bir iç savaş yaşanırken Püriten bir ailede büyüdü ve Büyük İhtilal 1688 yılında II. James’i tahtından edene kadar birkaç yıl gönüllü sürgün hayatı yaşadı. Bu yüzden sadece aldığı eğitimin değil, kendi deneyimlerinin de neticesinde Locke, politik sorunlarla derinlemesine ilgileniyordu. Hükümete Dair İki Risale adlı kitabı 1690’da basıldı. Stuart monarşisinin Kralı olan II. James’in 1688’deki kovulmasının ve güya sözleşmeye dayalı bir şekilde Mary’nin ve III. William’ın (Hollandalı William) öncesindeki ve hemen sonrasındaki olayların yankısı sürerken, Locke’un İkinci Risalesi, Hobbes’in eserindekinden daha geniş kapsamlıdır.
Politik gücü doğru olarak anlayabilmek ve aslını görebilmek için tüm insanların içinde bulunduğu doğal durumu gözden geçirmemiz gerekir, yani doğa kanunu sınırları içinde, başka bir kişinin iznini almadan ve ona bağlı olmadan, eylemlerini düzenleyen ve mülklerini ve insanları uygun gördükleri biçimde kullanmalarını sağlayan mükemmel özgürlük durumunu incelemeliyiz.
Bu aynı zamanda tüm güç ve yargılama hakkının karşılıklı olduğu, aynı türde ve derecede yaratıklar oldukları için hiçbirinin diğerinden üstün olmadığı, herkesin doğa tarafından bahşedilen aynı avantajlarla ve doğduğu ve aynı yetenekleri kullandığı, bu yüzden de aralarında itaat ve tabiyet ilişkisi olmaksızın birbiriyle eşit olmasını gerektiren bir eşitlik durumudur; ancak hepsine hükmeden bir lort veya efendi kendi iradesini ilan ederek birini diğerinin üzerine yerleştirebilir, açık ve bariz bir atamayla birini himaye ederek ona hükmetme ve egemenlik hakkı verebilir. (...)
Ancak bu bir özgürlük durumu olsa da bir izin durumu değildir; bu durumdaki bir insan kendi emrindeki insanları ve kendi mülklerini kullanma konusunda kontrol edilemez bir özgürlüğe sahip olsa da onları korumaktan daha asil bir amaç var olmadığı sürece, kendi kendini veya kendi mülkiyetindeki herhangi bir yaratığı yok etme özgürlüğüne sahip değildir. Doğanın durumu herkes için bağlayıcı olan bir doğa yasası ile yönetilir ve bu yasanın kendisi olan akıl, kendisine danışan tüm insanlara eşit ve özgür oldukları için hiç kimsenin diğerinin hayatına, sağlığına, özgürlüğüne ve mülklerine zarar vermemesini öğütler; çünkü insanlar her şeye gücü yeten ve sonsuz bilgeliğe sahip tek bir Yaratıcının eserleridir; egemen efendinin tüm hizmetkârları bu dünyaya O’nun emriyle ve O’nun işleri için gönderilmiştir; eseri oldukları efendinin malıdırlar ve başka kimsenin değil, ancak O’nun istediği zamana kadar ölmemeleri gerekir.10 Benzer yeteneklerle donatılan ve doğada tek bir topluluğa ait olan bizler için, sanki birbirimizin faydalanması için yaratılmışız veya bazılarımız diğerlerinden daha aşağı yaratıklarmış gibi, birbirimizi yok etmemize izin verecek bir itaat biçimi düşünülemez. Herkesin kendisini koruması ve görevini kasten terk etmemesi gerektiği gibi, aynı mantıkla, kendi korunması söz konusu olmadığında, eğer bir suçlunun cezalandırılması söz konusu değilse, insanlığın geri kalanını korumak için elinden geleni yapması gerekir; başkalarının yaşamlarını, özgürlüklerini, sağlıklarını, organlarını veya mallarını koruma amacıyla çabalamalı, insanların canının alınmasına veya onlara zarar verilmesine engel olmalıdır.
Tüm insanların birbirlerinin haklarına tecavüze etmesi ve birbirlerine zarar vermesi engellenmeli ve tüm insanlar için barış ve korunma isteyen doğa yasası gözetilmelidir; bu durumda doğa yasasının uygulanması herkesin elindedir; bu yüzden herkes, kendisi yasayı ihlal etmediği sürece yasayı ihlal edeni cezalandırma hakkına sahiptir. Çünkü doğa yasası, bu dünyada insanları ilgilendiren tüm diğer yasalar gibi, doğa durumundaki hiç kimse yasayı gerçekleştirecek ve bu sırada masumları koruyacak ve suçluları engelleyecek güce sahip değilse, anlamsız hale gelir ve eğer doğa durumundaki bir kişi, yaptığı bir kötülükten dolayı bir diğerini cezalandırabiliyorsa, herkes cezalandırabilir. Çünkü mükemmel eşitlik durumunda, yani kimsenin diğerine üstünlüğü ve diğeri üzerinde yargı hakkı olmadığında, bu yasayı gerçekleştirmek için bir kişinin yapacağı şeyi diğer herkes de yapabilir.
(Bu bölüm Tanrı’nın Âdem’e ve ondan sonraki nesillere dünyayı “hediye” etmesine ilişkin bir İncil atfıyla başlar ama az sonra mülkiyetin kaynağının doğa yasası olduğuna dair ispatları anlatır.)
Dünya ve tüm aşağı yaratıklar tüm insanlar için olduğu halde, yine de her insan kendi “kişiliği” dahilinde bir “mülkiyete” sahiptir. Bu hak kendisinden başka hiç kimseye ait değildir. Vücudunun “çalışması” ve elinin “işleri”, diyebiliriz ki, haklı biçimde onundur. Doğanın ona sunduğu şeyleri alan ve kendi emeğini de ekleyerek ondan kendine ait bir şey oluşturan insan bu şeyi kendi mülkiyetine geçirmiş olur. Artık doğa tarafından yerleştirildiği ve herkese açık durumda olmayan bu şey üzerinde diğer insanların da sahip olduğu hak, çalışmanın eklediği başka şeyler sayesinde artık ortadan kalkar. Bu “çalışma” çalışanın sorgulanamaz mülkiyeti olduğuna göre, bu çalışmanın eklendiği şey üzerinde sadece onun hakkı olabilir, en azından diğer insanlar için de yeterli ve iyi şeyler kalıyorsa. (...)
Açıktır ki doğadaki şeyler herkesindir, ancak kendi kendisinin efendisi ve kendi kişiliğinin ve kişiliğin eylemlerinin ve çalışmalarının sahibi olan insan kendi içinde büyük bir mülkiyet zeminine sahiptir ve buluşlar ve zanaatlar hayatı kolaylaştırdığında kendi varlığını desteklemek ve rahatlatmak için uyguladığı şeylerin büyük kısmı tamamen kendisine aittir, bu şeyler diğerleriyle ortaklaşa sahip olduğu şeyler olmaktan çıkarlar.
Bu yüzden, başlangıçta, bir kişi ortak olan bir şey üzerinde çalıştığında, o şey insanlığın kullanabileceğinden fazla ise ve uzun süre böyle kalmışsa, çalışma bir mülkiyet hakkı doğurur. (...)
İnsanoğlu doğduğunda, ispatlandığı üzere mükemmel bir özgürlüğe ve doğa yasasının sağladığı hakları ve ayrıcalıkları diğer insanlar kadar veya dünyadaki insan sayısı kadar kontrol edilmeden kullanma hakkına sahiptir; ancak sadece onun mülkiyetindeki şeyleri – yani yaşamını, özgürlüğünü ve durumunu, diğer insanların saldırılarından ve teşebbüslerinden korumak için değil, yasa ihlal edildiğinde hüküm vermek ve suçun hak ettiğine inandığı cezayla, hatta gerçekleştirilen suçun iğrençliği gerektiriyorsa ölümle cezalandırmak için doğa tarafından bir güç belirlenmesi gerekir. Ancak hiçbir politik toplum kendi içinde mülkiyeti koruma gücüne sahip olmadan var olmayacağından ve sadece orada topluma karşı işlenen suçlar cezalandırılabileceğinden, politik toplum, bütün üyelerinin kendi doğal güçlerinden vazgeçip, tüm güçlerini, toplumu oluşturan yasayı korumak için temyize başvurma hakkı hariç her durumda topluluğa devrettiği bir toplumdur. (...)
Bu yüzden devlet, hem toplumun üyelerine karşı gerçekleştirilen yasa ihlallerini çeşitli uygun gördüğü şekilde cezalandıracak (yani yasa koyabilecek) hem de toplumun bir üyesi olmayanların toplum üyelerine verdiği zararlara karşı savaşacak (yani savaş ve barış kararı verebilecek) bir güce sahip olmalıdır; tüm bunların amacı da mümkün olduğunca tüm toplum üyelerinin mülkiyet haklarını korumaktır. Ancak topluma dahil olarak her kişi doğa yasasına karşı işlenen suçların cezalandırılması için güçlerinden vazgeçmiş olsa da (...) kendi gücü üzerindeki hakkını, devletin adaleti sağlamak için yürüteceği işlerde kullanmak üzere devlete verse de (...) bunlar aslında onun kendisi veya vekilleri tarafından alınan kendi kararlarıdır. Sivil toplumun yasama ve yürütme güçlerinin, yani devlet içinde işlenen suçların nasıl cezalandırılacağı konusunda mevcut yasalara göre hüküm vermenin ve ayrıca durumun güncel şartları uyarınca suçların hangilerinin affedileceğine dair hüküm vermenin ve gerekiyorsa bu ikisi için tüm toplum üyelerinin verdiği güçleri kullanmanın kaynağı işte budur.
Dolayısıyla, doğa yasasının kendilerine verdiği yürütme gücünü terk ederek bir topluluk halinde birleşen insanlar, sayıları kaç olursa olsun, politik veya sivil bir toplum oluşturmuş olurlar. Bunu yapmanın yolu, doğal durumunda olan herhangi bir sayıdaki insanın, tek bir üstün hükümetin yetkisi altında tek bir kişi, tek bir politik varlık olmak için bir araya gelmesi veya bu topluluğa katılan bir kişinin varolan hükümete katılmayı kabul etmesidir. Böylece artık tek vücut olmuş topluma, gerçekleştirilmesi için (kendi iradesi kadarıyla) kendi desteğinin gerektiği yasama, yani toplumun iyiliği için yasalar yapma yetkisi vermiş olur. Bu da insanları doğal durumdan devlet durumuna geçirmek demektir; dünya üzerinde, devletin tüm üyelerine karşı işlenecek suçları düzeltecek ve tüm ihtilafları çözecek yetkiye sahip bir yargıcı yine o devlet tarafından tayin etmek demektir. Başvuracakları böylesi bir karar yetkisine sahip olmayan insanlar, nasıl bir araya gelmiş olurlarsa olsunlar hâlâ doğal durumlarındadırlar.
Bu yüzden açıktır ki dünyada bazı kişiler tarafından tek hükümet biçimi sayılan mutlak monarşi sivil toplum ile çelişmektedir, bu yüzden hiçbir biçimde sivil bir hükümet elde edilemez. Sivil toplumun amacı, zorunlu olarak herkesin kendi kendisinin yargıcı olduğu doğal durumun getirdiği rahatsızlıkları engellemek ve çözmek olduğundan, sivil toplum zarar gören tüm toplum üyelerinin veya ihtilaf halindekilerin başvurabileceği ve kararlarına bütün toplumun itaat edeceği, kabul edilmiş bir otorite öngörür. Bir insanın başvurabileceği ve fark gözetmeyen böylesi bir otorite yoksa bu kişiler hâlâ doğal durumda demektir. Kendi egemenliği altındaki kişilere kıyasla her mutlak hükümdar işte bu durumdadır.
* John Locke, Sivil Hükümete Dair Risale, editör Charles L. Sherman, New York: Appleton-Century-Crofts, 1937, s. 5-7, 19, 29, 56-58.