Hıristiyanlığın Özü*
Ludwig Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü [Philosophie und Christentum] (1841) adlı eseri neredeyse Strauss’un İsa’nın Yaşamı adlı eseri kadar ses getirmişti. Hegel’den etkilenmiş olsa da -Hegel’in derslerini izlemek üzere Berlin’e gitti ve Hegel’in etkisiyle felsefe için teolojiden vazgeçti- Feuerbach (1804-1872) yine de “teolojinin son sığınağı, son rasyonel dayanağı” diyerek Hegelci felsefeye saldırdı. Tanrı’yı insanın arzularının ve ihtiyaçlarının bir yansıması olarak psikoloji temelinde açıkladı ve daha sonra Marx ve Freud tarafından yapılan din eleştirilerini öngördü ve etkiledi.
Bu eserin sebep olduğu gürültü beni şaşırtmadı ve bu yüzden de konumumda bir değişiklik olmadı. Tam tersine, tüm sakinliğimle, yeniden çalışmalarımı hem tarihsel hem de felsefi açıdan en ağır incelemelere tabi tuttum... Bu eserin, Hıristiyan dininin iyi bir tercümesi veya daha net ifade edersek ampirik veya tarihsel-felsefi analizi, yarattığı muammanın bir çözümü olmaktan öte bir iddiası yok. Giriş kısmında önceden belirttiğim gibi, a priori, düşünüp çıkarsanmış önermeleri, spekülasyon ürünleri içermiyor; giriş kısmında var olan şeyler dinin analiz edilmesiyle ortaya çıktı; giriş kısmındakiler, çalışmanın tüm temel fikirleri gibi, insan doğasının görünümlerinin, özellikle de dini bilincin genellemelerinden oluşuyor – düşüncelere dönüştürülmüş olgular, örneğin genel terimlerle açıklanmış ve kolayca anlaşılması sağlanmış... Zihin alanında çalışan bir doğa felsefecisinden başka bir şey değilim; bir doğa felsefecisi de araçları, maddi vasıtaları olmadan hiçbir şey yapamaz. Durum böyleyken, sadece pratik açıdan doğrulanmış, yani örneğin in concreto [somut olarak] belirli bir nesneye ama evrensel anlama sahip bir nesneye uygulanmış yeni bir felsefenin prensiplerinden başka bir şey içermeyen bu eseri yazdım; çalışmada bu prensibin gösterildiği, geliştirildiği ve derinlemesine yürütüldüğü nesne din idi. Bu felsefe insanın gerçek doğasının tümüne karşılık geldiği için temelde bugüne kadar yaygın olarak görülenlerden farklıdır ama aynı sebeple bir süper-insan, yani insan karşıtı, doğa karşıtı bir din ve spekülasyonlar düşüncesi tarafından sakatlanmış ve sapkınlaşmış zihinler için akla karşıttır. (...)
(...) Bu yüzden ilk bölümde teolojinin gerçek anlamının antropoloji olduğunu, ilahi ve insani doğanın fiilleri arasında bir ayrım yapılamayacağını ve bunun sonucunda ilahi ve insani nesneler arasında bir ayrım olmadığını göstereceğim. (...)
Din insan zihninin bir rüyasıdır. (...)
(...) Hiçbir sınır olmadan şu önerme buna uygulanabilir: Herhangi bir öznenin nesnesi, öznenin doğasının nesnel biçimde ele alınmasından başka bir şey değildir. Bir insanın düşünceleri ve mizacı nasılsa Tanrısı da öyledir; insanın ne kadar değeri varsa Tanrısının değeri de o kadardır. Tanrı bilinci aslında kendilik bilincidir, Tanrı bilgisi kendilik bilgisidir. Tanrısına göre insanı bilirsin ve insana göre Tanrısını; bu ikisi özdeştir. Tanrı insan için neyse, kalbi ve ruhu da odur; tam tersinden düşünürsek Tanrı içsel doğanın kendini gösteriş biçimidir, insanın kendini ifade etmesidir – din, insanın gizli hazinesinin heybetli biçimde açılmasıdır, gizli düşüncelerinin ortaya serilmesidir, aşk sırlarının açıkça itiraf edilmesidir.
Ama din -Tanrı bilinci- insanın kendilik bilinci olarak adlandırıldığında bu durum dindar insanın bu kimlikten doğrudan haberdar olduğu biçiminde anlaşılmamalıdır, çünkü tam tersine, bundan bihaber olmak dinin özgün yapısının temellerinden biridir. Bu yanlış anlamaya engel olmak için belki şöyle ifade etmek gerekir; Din, insanın en erken ve aynı zamanda en dolaylı kendilik bilgisi biçimidir. Bu nedenle, her yerde, hem ırkların hem de bireylerin tarihinde din felsefeden önce gelmiştir. İnsan kendi doğasını kendi içinde bulmadan önce kendi dışında görür. Kendi doğasını ilk aşamada başka bir varlığın doğası olarak düşünür. Din insanlığın çocuksu halidir ama çocuk kendi doğasını -insan- kendi dışında görür; çocuklukta bir insan başka bir insan biçimiyle kendi kendisinin nesnesidir. Bu nedenle, dinin tarihsel gelişimi şöyledir: Erken bir din tarafından nesnel olarak kabul edilen şey şimdi özneldir; yani önceden Tanrı olarak tefekkür edilen ve tapılan şey şimdi insani bir şey olarak algılanmaktadır. Önce din olan şey daha sonraki dönemde putperestlik haline gelir; insanın kendi doğasına hayran olduğu görülür. İnsan kendisini nesnelleştirir ama kendi doğasının nesnesini tanıyamaz; sonraki bir din ileri doğru bir adım atar; dindeki her ilerleme bu yüzden kendilik bilgisinde derinleşme anlamına gelir.
Din, en azından Hıristiyanlık, insanın kendisiyle kurduğu ilişkidir, veya daha doğru bir ifadeyle, kendi doğasıyla kurduğu bir ilişkidir (örneğin kendi öznel doğasıyla) ama bu ilişkiyi kendi doğasından farklı bir doğa olarak görür. İlahi varlık insan varlığından başka bir şey değildir, veya daha doğrusu, bireyin sınırlarından bağımsız, saflaştırılmış, nesnelleştirilmiş, örneğin üzerinde düşünülmüş ve başkasıymış gibi saygı gösterilmiş insan doğasıdır, ayrı bir varlıktır. İlahi doğanın tüm nitelikleri bu nedenle insan doğasının özellikleridir. (...)
Öznenin ve yüklemin kimlikleri, insan kültürünün ilerlemeci gelişimiyle özdeş olan dinin ilerlemeci gelişimi tarafından ispat edilmiştir. İnsan sadece doğa durumunda olduğu sürece Tanrısı da sadece bazı doğa güçlerinin kişiselleşmesi olan bir Doğa Tanrısı olacaktır. İnsanlar evlerde yaşamaya başladığında Tanrılarına da tapınaklar inşa edecektir. Tapınak sadece insanın güzel binalara verdiği değerin dışa vurumudur. Din onuruna yapılan tapınaklar aslında mimari onuruna yapılmış tapınaklardır. İnsanın vahşi ve yabani bir durumdan kültürlü bir duruma gelmesiyle, insana neyin uygun olup neyin uygun olmadığını ayrımsamasıyla, aynı zamanda Tanrı için neyin uygun olup neyin olmadığı arasında da ayrım yapılır. Tanrı görkem ve en yüksek itibar düşüncesidir; dini duygu da üstün uygunluk duygusudur. Daha sonra gelen daha kültürlü Yunan sanatçıları Tanrı heykellerinde itibar düşüncelerini, ruhsal yüceliği, soğukkanlı bir duruşu ve sükûneti vücuda getirmişlerdir. Ancak neden bu nitelikler Tanrı’yı ifade eden görsel özelliklere eklenmişti? Çünkü bu nitelikler Yunanlılar tarafından kendi içlerinde tanrısal olarak görülüyordu. Bu sanatçılar neden tüm iğrenç ve adi tutkuları eserlerinden uzak tutuyordu? Çünkü bu nitelikler uygunsuz, değersiz, insani olmayan ve buna bağlı olarak tanrısal olmayan nitelikler olarak algılanıyordu. Homeros’un Tanrıları yiyor içiyordu; bu durum yemenin ve içmenin ilahi zevkler olduğuna işaret ediyordu. Fiziksel güç de Homeros’un Tanrılarının bir özelliğiydi; Zeus en güçlü Tanrı’ydı. Neden? Çünkü fiziksel güç kendi içinde ve kendi başına yüce, ilahi bir şey olarak görülüyordu. Antik Cermenlere göre en yüksek erdemler savaşçının erdemleriydi; bu nedenle, en üstün Tanrıları Savaş Tanrısı Odin idi – savaş ise “Asıl veya en eski yasa”ydı. (...)
(...) Tanrı, tüm doğal sınırlamalardan kurtarılmış, saf ve mutlak öznellikti; o, bireylerin olmak istediği ve olacakları her şeydi. Bu yüzden Tanrı’ya inanmak insanların sonsuzluğa ve kendi doğalarının gerçeğine inanmasıydı; İlahi Varlık da mutlak özgürlüğe ve sınırsızlığa sahip öznel insandı.
En temel görevimiz artık yerine getirilmiş oldu. Tanrı’nın dünyaüstü, doğaüstü ve insanüstü doğasını, temel öğeleri olan insan doğasının öğelerine indirgedik. Analiz sürecimiz bizi yine başladığımız noktaya getirdi. Dinin başlangıcı, ortası ve sonu İNSANDIR.
* Ludwig Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü, çev. Marian Evans, Londra, Trubner & Co., 1881, s. vii-ix, xi, xiii, 12-14, 20-21, 184.