I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Herr Eugen Dühring’in Bilimdeki Devrimi*

Friedrich Engels

Çoğunlukla Anti-Dühring olarak bilinen ve 1878 yılında basılan aşağıdaki eserinde Engels “bilimsel sosyalizm”in akidelerini açıklar. Zengin bir Alman pamuk eğirme fabrikası sahibinin oğlu olan Friedrich Engels (1820-1895), Karl Marx’ın yakın arkadaşı ve yoldaşı olarak tanınır. Engels hayatının çoğunu, Manchester yakınlarında bir fabrikaya sahip olan babasının işlerinde çalışarak ve komünizm üzerine kitaplar yazarak İngiltere’de geçirdi.

Modern sosyalizm içeriği bakımından her şeyden önce bir yandan modern toplumda varlıklılar ile varlıksızlar, ücretliler ile burjuvalar arasında egemen olan sınıf karşıtlıklarının, öte yandan da üretimde egemen olan anarşinin bilincine varmanın ürünüdür. Ama teorik biçimi bakımından, başlangıçta On Sekizinci yüzyıl Fransa’sındaki büyük filozoflar tarafından konulan prensiplerin daha gelişmiş ve görünürde daha mantıklı bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Her yeni teori gibi, kökleri ekonomik olguların derinliklerine dalsa da, kendini ilk önce elinde mevcut olan entelektüel malzemelere bağlanmak zorunda kalmıştır.

Fransa’da, gelmekte olan devrim konusunda kafaları aydınlatan büyük adamların kendileri de son derece büyük devrimciler olarak görünüyordu. Ne türden olursa olsun, hiçbir harici otorite tanımıyorlardı. Din, doğa konsepti, toplum, politik sistemler, her şey acımasızca eleştirildi; her şey ya akıl mahkemesi önünde varoluşunu haklı çıkarmak ya da varoluş talebinden vazgeçmek zorunda kaldı. Akıl yürüten zekâ, her şeye uygulanacak tek ve eşsiz ölçü oldu. Bu dönem, Hegel’in dediği gibi, önce insan beyni ile onun düşüncesi tarafından bulunan prensiplerin bütün insan eylem ve topluluklarının temeli olarak kabul edilmesi anlamında, daha sonra da bu prensiplerle çelişmeleri durumunda bulunan gerçekliğin aslında tepeden tırnağa ters çevrilmesi gibi daha geniş bir anlamda, dünyanın kafasının üzerinde durduğu bir dönem oldu. Toplum ve hükümetin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler akıldışı ilan edildi ve sandık odasına atıldı; dünya o zamana değin yalnızca önyargılarla yönetilmişti; geçmişe ilişkin her şey, ancak acıma ve küçümsemeye değerdi. En sonunda gün doğuyordu; bundan böyle ebedi doğruluk, ebedi adalet, doğa üzerine kurulu eşitlik ve insanın devredilmez hakları; boş inançların, adaletsizliğin, ayrıcalığın ve baskının yerini alacaktı.

Bugün bu akıl krallığının burjuvazinin idealize edilmiş krallığından başka bir şey olmadığını; ebedi adaletin burjuva adaletinde gerçekleştiğini; eşitliğin, yasa önünde burjuva eşitliğine dönüştüğünü; burjuva mülkiyetinin insanın temel haklarından biri olarak ilan edildiğini ve akıl devletin, Rousseau’nun toplum sözleşmesinin, dünyaya ancak bir burjuva demokratik cumhuriyeti biçimi altında geldiğini ve ancak o biçimde gelebileceğini biliyoruz. On sekizinci yüzyılın büyük düşünürleri de kendilerinden önce gelenler gibi, çağlarının kendileri için saptadığı sınırların ötesine geçemediler.

***

Bu arada On Sekizinci yüzyıl Fransız felsefesi yanında ve onun arkasından yeni Alman felsefesi doğmuş ve en gelişmiş biçimini Hegel’de bulmuştu. Hegel’in en büyük becerisi, diyalektiği en yüksek düşünce biçimi olarak yeniden adapte etmesi oldu. (...)

Doğayı veya insanlığın tarihini kendi entelektüel etkinliğimiz dahilinde düşündüğümüzde bize görünen ilk şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde, olduğu biçimde kalmadığı, her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yok olduğu sonsuz ve karşılıklı ilişkiler ve etkileşimler yumağı tablosudur. Dünya düşüncesinin bu ilkel, naif ama özünde doğru biçimi, antik Yunan filozoflarının düşünme biçimidir ve onu açıkça ilk formüle eden de Heraklitus olmuştur: Her şey hem kendisidir, hem de değildir, çünkü her şey akar, her şey sürekli değişir, oluş ve yok oluş durumundadır. Ama bu görüş biçimi fenomenlerin bir bütün olarak sunduğu tablonun genel karakterini ne denli doğru bir biçimde kavrarsa kavrasın, gene de bu genel tabloyu meydana getiren ayrıntıları açıklamaya yetmez ve onları açıklayamadığımız sürece genel tablo üzerinde net bir fikir sahibi olamayız. Bu ayrıntıları anlayabilmek için onları doğal ya da tarihsel bağlantılarından ayırmak ve doğaları, özel sebep ve sonuçları vb. içinde incelemek zorundayız. Bu en başta, doğa bilimi ile tarihsel araştırmanın görevidir... Doğanın tekil parçalarına bölünerek analiz edilmesi, çeşitli doğal süreç ve nesnelerin belirli sınıflara ayrılması, organik cisimlerin iç yapılışlarının anatomik yönlerinin kendi çeşitliliği içinde irdelenmesi; bunlar doğaya ilişkin bilgimizde son dört yüzyılın bize getirdiği büyük ilerlemelerin temel koşullarıydı. Ama bu inceleme yöntemi bize, doğal nesne ve süreçleri tek başlarına, şeylerin dahil olduğu büyük ve karşılıklı bağlantılar sistemi dışında; bunun sonucu olarak hareketleri içinde değil, hareketsizlikleri içinde; özsel bakımdan değişken öğeler olarak değil, değişmez sabitler olarak; yaşamları içinde değil, ölümleri içinde inceleme alışkanlığını da getirdi. Bacon ile Locke’ın yaptığı gibi, bu görüş biçimi doğa biliminden felsefeye geçtiği zaman, son yüzyıla özgü sınırları, yani metafizik düşünce biçimini meydana getirdi.

***

Doğa, diyalektiğin denenmesidir ve modern doğa bilimi bu denemeler için her gün artan zengin malzemeler sağladığını, böylece doğal süreçlerin son tahlilde metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlediğini ispat etmiştir. (...)

Evrenin tam bir ifadesi, onun ve insanlığın evrimi ve bu evrimin insanların zihnine yansıması ancak oluş ve yok oluşun, ilerleyen ve gerileyen değişikliklerin genel etki ve tepkilerini sürekli olarak göz önünde tutarak, diyalektik yoldan olanaklıdır. Modern Alman felsefesi de başlangıçtan itibaren bunu kendine dayanak noktası haline getirdi. Kant, mesleğine Newton’un sabit Güneş sistemini ve sürekli dönen bir nebula bulutundan oluştuğu tarihsel bir süreç biçime dönüştürerek başladı. Ve o bundan, daha o zamandan, doğmuş olduğuna göre Güneş sisteminin birgün zorunlu olarak ölmesi gerektiği sonucunu çıkardı. Bu görüş, yarım yüzyıl sonra Laplace tarafından matematiksel bir zemine oturtulmuş ve bundan da elli yıl sonra spektroskop, evrende çeşitli yoğunluk derecelerinde bulunan akkor durumundaki gaz kütlelerinin varlığını ispatlamıştır.

Bu yeni Alman felsefesi, ilk kez bütün doğa, tarih ve ruh dünyasını sürekli bir hareket, sürekli bir değişim, sürekli bir dönüşüm ve gelişim içine girmiş bir süreç biçiminde kavrayan ve bu hareket ile bu gelişimin arasındaki bağlantılarını göstermeye girişen ve büyük başarısı da bu olan Hegel sisteminde zirveye ulaştı. Bu açıdan insanlık tarihi, artık olgunluğa varmış felsefi akıl mahkemesi önünde hepsinin aynı biçimde hüküm giymesi ve mümkün olduğunca çabuk unutulması gereken anlamsız zorbalıkların kaotik bir karışımı olarak değil, insanlığın gelişim sürecinin kendisi olarak görünüyordu. Artık düşüncenin görevi bu sürecin tüm dolambaçları arasından yavaş yavaş ilerleyişini izlemek ve ondaki bütün geçici olduğu belli fenomenlerdeki iç tutarsızlıkları bulmaktı.

Hegel’in bu sorunu çözmemiş olmasının burada pek önemi yok. Onun çağ açan başarısı, bu sorunu ortaya koymuş olmasıdır. Bu sorun hiç kimsenin, hiçbir zaman tek başına çözemeyeceği sorunlardandır. Hegel, Saint-Simon ile birlikte çağının en ansiklopedik kafası olmasına karşın, gene de öncelikle kendi öz bilgilerinin doğal olarak kısıtlı olması, sonra da çağının bilgi ve fikirlerinin aynı biçimde kısıtlı genişlik ve derinliği ile sınırlıydı. Ama bir üçüncü bir faktör daha vardı. Hegel idealistti, yani kafasındaki fikirleri, gerçek şey ve süreçlerin az çok soyut görüntüleri olarak görecek yerde, tersine, nesneler ile nesnelerin gelişmesini, dünya varolmadan önce bilinmeyen bir yerde varolan “idea”ların gerçekleşmiş yalın görüntüleri olarak görüyordu. Bu düşünce biçimi her şeyi baş aşağı bir konuma getiriyordu ve dünyadaki şeylerin gerçek bağlantılarını tamamen tersine çeviriyordu. Hegel, birçok özel ilişkiyi büyük bir doğruluk ve içgörü ile kavramış olsa da, yukarıdaki nedenlerle ayrıntı bazında çoğu kez kabaca tamir ediyor, yapay çözümler üretiyor, girift hale getiriyor, tek kelimeyle hata yapıyordu. Hegelci sistem devasa bir başarısızlık olmuştu, buna rağmen türünün son örneğiydi. (...)

Alman idealizminin tamamen hatalı olduğu anlaşıldığında ister istemez materyalizme dönmek gerekiyordu, ama dikkat edelim, on sekizinci yüzyılın metafizik ve salt mekanik materyalizmine değil. Modern materyalizm önceki bütün tarihi o basit ve naif devrimci hislerle reddetmek yerine, tarihi insanlığın evrim süreci olarak görür ve görevi de bu sürecin hareket yasalarını bulmaktır. On sekizinci yüzyıl Fransızlarında olduğu gibi Hegel’de de egemen olan düşünce, doğayı hep aynı kalan ve Newton’a göre ölümsüz göksel cisimlerle, Linnaeus’a göre ise değişmez organik varlıklarla dolu dar çevrimler biçiminde hareket eden bir bütün olarak kabul etmekti. Modern materyalizm bu düşüncenin tersine, doğa biliminin yeni gelişmelerini de kucaklar; bu gelişmelere göre doğanın da zaman içinde kendine göre bir tarihi vardır; göksel cisimler de uygun koşullar içinde yaşamaya yetenekli canlı varlıklar gibi doğarlar ve ölürler ve bu yinelenen çevrimsel hareketleri sonsuz büyüklükte boyutlar içinde gerçekleştirirler. (...)

Ama doğa konseptindeki bu devrim, ancak araştırmaların sağladığı ve buna uygun düşen pozitif bilgi malzemeleri ölçüsünde gerçekleşebilirken, tarih konseptine belirgin bir değişim getiren tarihsel olgular çok önce ortaya çıkmıştı. 1831’de Lyon’da ilk işçi ayaklanması olmuştu; 1838’den 1842’ye, ilk ulusal işçi hareketi, İngiliz Çartist13 hareketi, en yüksek noktasına varıyordu. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşı bir yandan büyük ölçekli sanayideki gelişme, bir yandan da burjuvazi tarafından yeni ele geçirilmiş bulunan siyasal egemenlik ile orantılı olarak, Avrupa’nın en ileri ülkelerinin tarihinde birinci plana geçiyordu. Burjuva iktisadının sermaye ile emek çıkarları arasındaki özdeşlik üzerindeki, serbest rekabet sonucu ortaya çıkacak evrensel uyum ve evrensel refah üzerine öğretileri, olgular tarafından gitgide daha sert bir biçimde yalanlanıyordu. Bütün bu olguları ve bütün eksikliklerine karşın bu olguların teorik dışavurumu olan Fransız ve İngiliz sosyalizmini yalanlamak artık olanaklı değildi. Ama tarihin henüz yeri doldurulmamış eski idealist anlayışı, maddi çıkarlara dayanan sınıf savaşlarını, hatta genel olarak maddi çıkarları tanımıyordu; üretim ve bütün ekonomik ilişkiler ona yalnızca, “uygarlık tarihi”nin ikincil öğeleri olarak, alt düzey şeyler olarak görünüyorlardı. Yeni olgular, bütün geçmiş tarihi yeni bir incelemeden geçmeye zorladılar ve bütün geçmiş tarihin bir sınıflar savaşı tarihi olduğu, birbiriyle savaşan bu toplumsal sınıfların her zaman üretim ve değişim ilişkilerinin, kısacası çağlarındaki ekonomik ilişkilerin ürünleri oldukları; buna göre, toplumun ekonomik yapısının her kez, son tahlilde hukuksal ve siyasal kurumların tüm üst yapısını olduğu gibi, her tarihsel dönemin dini, felsefi ve öteki konseptlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturduğu görüldü. Böylece idealizm, son sığınağından, tarih felsefesinden de kovulmuş; tarihin materyalist bir anlayışı ortaya çıkmış ve şimdiye kadar yapıldığı gibi, insanların varlığını bilinçleri aracıyla açıklamak yerine, insanların bilincini varlıkları aracıyla açıklamak için yol bulunmuş oluyordu.

Ama Fransız materyalizminin doğa anlayışı, diyalektik ve modern doğa bilimi ile ne denli bağdaşmaz idiyse, daha önceki sosyalizm de bu materyalist anlayışla o denli bağdaşmaz idi. Daha önceki sosyalizm var olan kapitalist üretim biçimi ile bu üretim biçiminin sonuçlarını eleştiriyordu, ama onu ne açıklayabiliyor, dolayısıyla ne de üstesinden gelebiliyordu; kötü diye reddetmekten başka bir şey yapamıyordu. Ama yapılması gereken şey, kapitalist üretim biçimini bir yandan tarihsel bağlantısı ve zorunlu olarak sonlu bir tarihsel dönem içinde göstererek yıkılma zorunluluğu işe birlikte düşünmek, diğer yandan da hâlâ gizli olan temel karakterini açıklamaktı çünkü eleştirenler şimdiye kadar sadece sürecin kendisine değil kötü sonuçlarına saldırabiliyordu. Artı değerin bulunması, işte bu işi yaptı. Ödenmemiş emeğe sahip çıkmanın, kapitalist üretim biçiminin ve işçinin böylece sömürülmesinin temel biçimi olduğu; kapitalistler işçinin emek gücünü bu gücün pazarda meta olarak sahip olduğu değer üzerinden satın aldığı zaman bile, ondan gene de onun için ödemiş olduğundan daha çok değer elde ettiği ve bu artı değerin son tahlilde varlıklı sınıflar elinde birikmiş, durmadan büyüyen sermaye yığınının çıktığı değer toplamını oluşturduğu kanıtlandı. Böylece hem kapitalist üretim hem de sermaye üretimi süreçleri açıklanmış oluyordu.

Bu iki büyük keşfi, yani materyalist tarih konsepti ile kapitalist üretimin gizeminin artı-değer aracılığıyla açıklanmasını, Marx’a borçluyuz. Bu keşifler sayesinde sosyalizm, şimdi bütün ayrıntıları ve ilişkileriyle birlikte geliştirilmesi gereken bir bilim durumuna geldi.

* Friedrich Engels, Herr Eugen Dühring’in Bilimdeki Devrimi, çev. Emile Burns, New York, International Publishers Co., Inc., s. 23-24, 26-34.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.