Bugünlerde Bunları Konuşuyorlar*
Bugün size dünya düşünce gündemini teşkil eden birbirine bağlı üç gelişmeden söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki, 1920’li yıllarda baş veren, günümüzde “İkinci Aydınlanma Çağı” diye adlandırılagelen düşünce devrimi. İkincisi, temellerini “Yuvarlak Masa” “Bilderberg Toplantıları” ve “Roma Kulübü” hareketlerinin teşkil ettiği öne sürülen “Yeni Dünya Düzeni”. Üçüncüsü “Yeni Dünya Düzeni”nin muhalifleri ve kültler.
İkinci Aydınlanma Çağı’nı teşhis edebilmemiz için beş yüz yıl kadar geri gitmemiz, ilk “Aydınlanma Çağı”nı hatırlamamız gerekecek. Malum olduğu üzere Birinci Aydınlanma Çağı, Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bir dizi buluş ya da keşif sonucunda, semavi dinlerin dünya ve kâinat açıklamalarını reddeden, onlara yeni açıklamalar getiren sürecin adıdır.
Birinci Aydınlanma Çağı öncesinde kâinata ilişkin “doğrular” ya vahiy ya da usavurum yoluyla saptanırken, Isaac Newton’un 1687 basımı Principia’sı ile birlikte “doğruların” gözlem sonucu olarak belirlenmesi ilkesi kesin olarak benimsenir, gözlem ve deney bilimsel düşüncenin olmazsa olmazları olarak yerleşir.
Vahiye dayalı düşünce biçimini reddeden Newton, dünyanın çok sayıda olmakla birlikte gözlemlenebilir ve çözümlenebilir verilerden oluştuğunu söyler. Dahası, parçaların gözlemlenmeleri ve çözümlemeleri sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “bütün”e uygulanabileceğini, bu sade ve basit kanunların bütünü kesin olarak açıklayabileceğini savunur.
Günümüzde “Klasik Fizik” olarak adlandırılan Newton Fizik’inin tanımladığı evren ve dünya, belli kurallara göre işleyen, “deterministik,” yani her olayın bir takım sebeplerin kaçınılmaz sonucu olarak tezahür ettiği, başı sonu belli olan bir sistemdir. Kâinat’ta belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur. Yine Klasik Fizik’e göre kesin bir sistem olan Kâinatı oluşturan parçacıklar belirli Fizik kurallarına göre hareket ederler. Parçacıkların birbirleriyle olan ilişkileri “nedensellik” çerçevesinde gelişir. Biz insanlar nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek, Kâinatın nasıl işlediğini kesin olarak öğrenebiliriz. İnsanlığı Kâinatın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.
Bir başka ifadeyle, Klasik Fizik’in dünyası bir ya-ya da dünyasıdır. Doğrusal mantığın kurallarına tabidir. Bir şey ya doğrudur, ya da yanlış. Ya siyahtır ya da beyaz. “Hem doğru hem de yanlış” olamaz, çünkü “doğru” tektir. Örneğin, ışık. Klasik Fizikçiler, ışığın ya cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşması gerektiğini düşünürlerdi. Hem dalga serilerinden hem de cisimcik bölüklerinden oluşan ışık tanımlaması, “saçmalık”tan başka bir şey olamazdı.
Newton’un dünyanın çok sayıda olmakla birlikte gözlemlenebilir ve çözümlenebilir verilerden oluştuğu, gözlem ve çözümleme sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun bütüne uygulanabileceği, bu sade ve basit kanunların bütünü kesin olarak açıklayabileceği şeklindeki dünya görüşü sadece fiziği değil, fiziğin dışındaki diğer tüm bilimleri de etkiledi. Modern dünyayı şekillendiren sosyal bilimler, sanat, edebiyat, hatta müzik Klasik Fizik’in kuralları doğrultusunda şekillendi.
Örneğin, Newton’un atomlardan oluşan Kâinat fikri, ekonomide Adam Smith’in çıkarlarını kovalayan bireysel girişimcilerden oluşan, kapitalist/liberal anlayışının mesnedini teşkil eder. Münferit atomların birbirleriyle olan ilişkileri ekonomide bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri olarak algılanır. Gerek fizikte, gerekse ekonomide kullanılan araştırma yöntemi de aynı esasa dayanır: sistemi mümkün olan en küçük parçasına indirmek ve bu parçacıkların davranışına bakarak, bütünün geleceğine dair karar vermek, tahmin yürütmek.
Newton’un dünyasında belirsizlik, bulanıklık yoktur. Bir şey ya öyledir ya da öyle değildir. Ya siyah ya beyazdır, gri yoktur. Bu anlayışı, siyaset bilimine taşıdığımızda iki olgu ile karşılaşırız: toplum mühendisliği ve ideolojilerin keskinliği.
Toplum mühendisliği, otokratik ya da en azından Jakoben/tepeden inmeci yönetimlerle sonuçlanırken, ideolojiler keskinleşir. Örneğin, Newton’un siyah-beyaz dünyasında ya sağcı, ya da solcu olunur. Tıpkı bir fotonun aynı zamanda hem cisimcik hem de dalga olması düşüncesinin saçma olduğu inancı gibi, burada da hem solcu hem de sağcı olduğunu savunan birisi ciddiye alınamaz. Ya da daha güncel bir örnek: hem laik, hem de Müslüman olunabileceği şeklindeki bir iddia ya kabul edilemez bir yozlaşma olarak nitelendirilir ya da marjinal bir tutum olarak kenara itilir.
Newton’un dünya görüşü, edebiyata da yansır. Mesela roman karakterleri de ya iyi ya kötü, ya kahraman ya da korkak olur. Hemen her zaman belirli bir hedefe hizmet etmeleri, iyilik ya da kötülükte tutarlı olmaları gerekir. Karakterleri bu kurala uymayan bir eserin roman olmadığı sonucuna varılır. Mesela müzik. Müzikte notaların do-re-mi gibi kesin/matematiksel sesler şeklinde düzenlenmesi Birinci Aydınlanma Çağının sonuçlarındandır. Türk müziğinin ara tonları, Batı anlayışında yok sayılır.
Özetle, Klasik Fizik’in “doğru tektir” aksiyomunun kabulü, hem o hem de bu, anlayışının reddidir. Gri alanlar, şahsiyetsizlik, yozluk, bozukluk anlamına geldiği için yok sayılırlar.
Klasik Fizik’in “mekanize” dünya görüşünün sarsılmaya başlaması, 1920’lerde filizlenen parçacık ya da kuantum fiziğindeki ilerlemelerin sonucu. “Yeni Fizik” diye bilinen kuantum fiziği, bilim dünyasının “doğru” anlayışını altüst etmekle tehdit eder, çünkü siyah-beyazcı Newton Fizik’inin aksine, “Yeni Fizik”te “kesinlik” yoktur, “tek” doğru yoktur. “Hiçbir şey şey kesin değil, hiçbir şey imkânsız değil.” Yeni Fizik’in temel cümlesidir.
Albert Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla dikkatleri çeken kuantum devrimi, ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunun tespit edilmesiyle birlikte reddedilemez bir oluşum haline gelir. Dahası, ışığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloga girerek belirttiğinin ortaya çıkması işleri daha da karıştırır.
Arşimet’in “Evraka! Evraka!” diye bağırdığı su ve tas deneyini hatırlarsınız. Kuantum Fizik’inin evrekası da ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu saptayan deneydir. Şöyle ki, herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampülün, önüne dalga dedektörü koyulduğunda, ışığın dalga niteliğini açık ettiği, oysa cisimcik dedektörü kullanıldığında cisimcik niteliğini sergilediği saptanır. Bu deneyin telmihi, ışığın biz onu nasıl görmek istiyorsak, kendisini bize öyle gösterdiğidir!
Deneyin sonucu öylesine garipsenir ki, kuantum Fizikçisi Erwin Schrödinger, ışığın bu hem dalga hem de cisimcik olma niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan, benim de bir romanıma ismini veren kuantum deneyini tertipler. Schrödinger bu deney ile ışığın tetikleyeceği bir tabancanın namlusunun karşısına yerleştirilen bir kutuya konan bir kedinin ölü ya da diri olmasının, ışığın dalga ya da cisimcik gibi hareket etmesine bağlı olduğunu göstermeyi amaçlar. Işık, cisimcik gibi hareket ederse kedi ölecek, dalga gibi hareket ederse yaşamaya devam edecektir. Işığın ne zaman nasıl hareket edeceği asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri olduğu için, deney bizi kedinin ölümle/yaşamın üst üste bindiği, süperpoze, bir durumda olduğu şeklinde garip ve tekinsiz bir gerçeklikle karşı karşıya getirir. Böylece aynı anda ölü ve diri olmak gibi bildiğimiz hayatta imkânsız olan bir keyfiyetin kuantum dünyasında bir gerçeklik olduğu vurgulanır.
Öyle ya da böyle, “Yeni Fizik”in önümüzdeki bin yılın dünya görüşünü şekillendireceğine kesin gözüyle bakılıyor. Tıpkı Klasik Fizik’in “Birinci Aydınlanma Çağını” başlatıp, günümüze hâkim olan “mekanize” dünya görüşünü şekillendirdiği gibi, “İkinci Aydınlanma Çağı”nın da insanın kendisine, kendi bedenine, topluma, Kâinatı oluşturan canlı cansız tüm varlıklara hatta “canlılık ve ölülük” durumlarına bakışını radikal bir biçimde değiştireceği öngörülüyor.
Öte yandan, “İkinci Aydınlanma Çağı”nın önde gelen iki telmihinden birisi “Kaos Paradigması,” diğeri “Fuzzy,” puslu veya saçaklı mantık. Kaos Teorisi, Klasik Fizik’in açıklamaya muktedir olmadığı için göz ardı etmeyi sürdürdüğü “türbülans”a/karmaşaya anlam kazandıran, “dinamik sistemler” denilen fenomenlerin işleyişini açıklayan teori. Klasik Fizik’in, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik ilişkilerinin işlemediği durumlar. Deniz dalgaları, girdaplar, borsa hareketleri gibi nedenleri kesin olarak saptanamayan, doğrusal olmayan sistemler. İnsan toplumlarının da dinamik sistemler olmasının dünyamız için telmihi daha önemli, çünkü Kaos paradigmasının toplum mühendisliği girişimlerini tümüyle anlamsız kılması gibi bir sonuca götürüyor.
İnsan toplumları gibi dinamik sistemlerin başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişikliğin beklenmedik sonuçlar doğurabildiği gözlemleniyor. Kelebek etkisi diyorlar: şu anda Beylerbeyi’nde kanat çırpan bir kelebeğin, bir süre sonra burada Diyarbakır’da fırtınaya sebep olabilmesi gibi bir durum söz konusu olabiliyor. Böylece, ne kadar iyi düzenlendiği, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal olayın bütün bir dünyayı sarsacak kelebek etkisi yaratabileceği ortaya çıkıyor. Diğer bir deyişle, “ateş olsa cirmi kadar yer yakar” deyişinin hiç de gerçekçi bir deyiş olmadığı, tersine, “bir mıhın bir nal kurtardığı, bir nalın bir at kurtardığı, bir atın bir atlı kurtardığı, bir atlının bir muharebe kurtardığı, bir muharebenin bir ülke kurtardığı” ispat ediliyor.
Öte yandan, Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” şeklinde özetlediği olgu, dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusu. Bunun böyle olduğu az önce naklettiğim tekerleme de görüldüğü gibi hep bilinir, ancak küsurat işlevsellik adına göz ardı edilirdi. Oysa göz ardı edilen küsuratın, küçücük farkın dinamik sistemlerde ülke kaybına varıncaya kadar fırtınalar yaratabildiği ortaya çıkınca, ihmal edilmemesi gereği ortaya çıktı. Olgular, veriler “fuzzy” veya “puslu”dur, ölçümler fuzzy veya “puslu”dur, hatta ölü ile diri arasındaki fark bile fuzzy ya da “puslu”dur. Nesneler arası ilişki fizikçilerin öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. Hatta “hiçbir şey kesin değildir, ama her şey mümkündür.”
Fuzzy ya da çokdeğişkenli mantık, hem-hem de şeklinde ifade edilen gerçekliğin mantığıdır. A’nın hem A, hem de A olmadığı durumu tasvir eder. Aristo mantığının siyah beyaz kesinliğini, bilgisayarların 0/1 sistemini reddeder.
Peki, bir şeyin hem o hem de bu olduğu şeklinde muğlak bir tanım hesaba gelir mi? Evet, geliyor. 1970’li yıllarda, California Üniversitesi Elektrik Fakültesi Dekanı Lütfi Askerzade ki aslen Azeridir, fuzzy mantık elektrik devreleri düzenledi. Fuzzy mantık 1990’ların başlarında Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi olarak ortaya çıktı. “Saçaklı İhtilal” denilen bu gelişmenin ve izleyen yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatının bayraktarlığını Japonya yaptı. Japon mühendisleri bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce alet edevatın ve sistemlerin makine zekâ quotient (IQ) arttırmak için saçaklı mantığı kullandılar. Japon hükümeti iki büyük araştırma laboratuarı kurdu. Saçaklılık üzerine konferanslar tertip ediyorlar. İnsanlar metrolarda saçaklı mantığın ne menem bir şey olduğunu anlatan popüler bilim kitapları okuyorlar. Japon televizyonu Saçaklı Mühendislik belgesellerini en iyi saatte (prime-time) yayınlıyor. Japon parlamentosunda siyasiler saçaklı mantığın anlamı tartışılıyor. Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. Küresel bilgisayar pazarı yaklaşık iki yüz milyar lira. Fuzzy Japonlar daha şimdiden bu pazarın yüzde birine hâkimler. Ve yarış daha yeni başlıyor, denmesine karşın Körfez krizinde fuzzy füzelerin deneme mahiyetinde kullanıldıklarından söz ediliyor. Dahası, Güney Asya’yı perişan eden ekonomik krizde bu ülkelerin fuzzy bilgisayar imalatında çok başarılı olmalarını engellemek isteyen Bill Gates’in parmağı olduğu söyleniyor. Bill Gates’in kişisel serveti bir yana kendisinin Bilderberg üyesi olduğunu ayrıca hatırlatmalıyım. Bilderberg’in ne olduğunu birazdan açıklayacağım.
Özetle, Schrödinger’in kedisinde sembolleşen Yeni Fizik ve onun türevleri Kaos Pradigması ve fuzzy, saçaklı mantık, kaos teorisi - bütün bu gelişmeler bizi siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından kurtarıyor. Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığını idrak noktasına getiriyor.
Peki, yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım ya da ölçü yoksa insanlar nasıl düşünürler? Nasıl karar verirler? Bunun cevabı da, düşünce biçimimizin bundan böyle bütünü kapsayacak şekilde değişeceği. “Holistik” denen, “bütüncü” yani “küresel” dünya görüşünün hâkimiyetinin gerçekleşeceği. “Holistik” düşünce, ne kadar bölünürse bölünsün, maddenin temel olarak nitelendirebileceğimiz bir parçasının olmadığını, hiçbir parçanın diğerlerinden daha temel olmadığını, bütünün birbirileriyle örülü olayların devingen ağı olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Kuantum mekaniğinin Potinbağı Hipoteziyle örtüşen bu düşünce şeklinde, ‘madde’yi, yeryüzündeki yaşamın bütünü olarak yorumlamamız halinde sadece insan ırklarının değil, milletlerin değil, tüm canlı türlerinin birbirlerinin yaşamlarıyla örülü birlikteliklerini gözetmek durumundayız. Hiçbir ulusun yaşam biçiminin diğerininkinden daha temel, dolayısıyla daha vazgeçilmez, dolayısıyla daha üstün olmadığını teslim etmek durumdayız.
Peki, “Yeni Dünya Düzeni” olarak revaç verilen oluşum, İkinci Aydınlanma Çağının çocuğu “bütüncü” yani –tekrar ediyorum- hiçbir ulusun yaşam biçiminin diğerininkinden daha temel, dolayısıyla daha vazgeçilmez, dolayısıyla daha üstün olmadığını şeklindeki dünya görüşü ile çakışıyor mu? “Yeni Dünya Düzeni,” İkinci Aydınlanma Çağının uzantısı mı diye sorarsanız, orada şöyle bir durmak gerektiğini söylemek durumunda kalıyoruz. Çünkü her ne kadar “küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” eşanlamlı oluşumlar olarak sunuluyor, küresel köyden bahsediliyorsa da günümüz pratiğinin İkinci Aydınlama Çağının bulgularına uymadığına dair işaretlerin ihmal edilemeyecek kadar çok olduğunu teslim etmek zorunda kalınıyor. Kimin tarafından? Dünya entelijensiyası tarafından.
“Yeni Dünya Düzeni”nin İkinci Aydınlanma Çağının yol verdiği holistik düşünceye ters düştüğünün işaretlerinden birincisi, Dünya Devletinin temellerinin daha 1877 yılında John D. Rockefeller, John P. Morgan, Andrew Carnegie, Mayer A. Rothschild, ve Cecil Rhodes beşlisi tarafından atıldığı şeklindeki yaygın iddia. John D. Rockefeller malum, petrol imparatoru, Standard Oil Trost’ün sahibi, 1890’lı yıllarda Birleşik Devletler petrol endüstrisinin yüzde yetmiş beşi kendisine ait. Ayrıca demir madenleri, ormanları, imalat sanayinde ve ulaşım sektöründe büyük iştirakleri var. Yaklaşık 150 yıllık bir Rockefeller Hanedanından bahsediliyor, servetlerinin 1-2 trilyon dolar olduğu hesap ediliyor. John P. Morgan uluslararası banker ve gezegenimizin ilk milyar dolarlık (1901 yılı itibariyle) endüstrisinin, U.S. Steel’in sahibi, “Amerika’yı Amerikan yapan adam” diye bilinen kişi. Andrew Carnegie 1890’da İngiltere toplamından daha fazla çelik üreten Carnegie Çelik’in sahibi, ayrıca kömür ve demir madenleri, şilepleri ve demiryolları var. Mayer Rothschild ünlü Rothschild Hanedanının kurucusu banker – Rockefeller’den iki misli zengin, 2000li yılların başındaki servetlerinin 3 trilyon dolar olduğundan bahsediliyor. Ve Cecil Rhodes, ünlü Elmas İmparatoru. Güney Afrika elmas tarlalarını işleten, Güney Afrika’yı İngiltere adına fetheden adam. Rhodesia adını onun soyadından alıyor. Ayrıca apartheid/ırk ayrımının mucidi.
Bu beş adamın akıl hocaları Oxford Üniversitesi profesörlerinden John Ruskin. 1877’de “Yuvarlak Masa” adındaki gizli cemiyeti kuruyorlar. Amaçları İngilizce konuşan dünyayı oligarşik federasyon halinde birleştirmek. Büyük Britanya İmparatorluğunu siyasi, ekonomik ve kültürel olarak yeniden yapılandırmak suretiyle, oligarşik dünya federasyonuna giden yolu açmak. Otuz yıl sonra, 1908 yılına gelindiğinde, ‘Yuvarlak Masa’yı çokuluslu, Anglo-sever bir yarı açık cemiyet olarak görüyoruz. ‘Yuvarlak Masa’ cemiyetinin iki uzantısının ‘Bilderberg Grubu’ ve ‘Roma Kulübü’ olduğu söyleniyor.
Bilderberg Grubu, 1954’de Avrupalı Rothschild Hanedanı öncülüğünde kuruluyor, Amerikalı rakibi, Rockefeller Hanedanı tarafından destekleniyor, ev sahipliğini eski SS-Nazi Hollanda Kralı yapıyor. Bilderbeg adı da buradan geliyor – kralın sahip olduğu otelin adı bu. 1954’den itibaren toplantılar her yıl dünyanın değişik bir şehrinde yapılıyor. Gündem gizli, katılanlar gizli, meğerki patron olsunlar gazeteciler Bilderberg toplantılarına alınmıyorlar, A.B.D. ve Avrupa Devletlerinin gizli teşkilatları toplantıların yapıldıkları otellere gazetecileri sokmamak için olağanüstü önlemler alıyorlar. Katılanlar içerde konuşulanları anlatmamaya yeminli. Kapıda biriken gazetecilerle katılanlar arasında köşe kapmaca oynanıyor, içeriye sızmayı başarabilen bir iki muhabir feci şekilde tartaklanıyor ve tutuklanıyor. Buna rağmen, üyelerin bir kısmının fotoğrafları çekiliyor, bugün bu fotoğraflar bir takım internet sitelerinde “ARANIYOR” başlığı altında yayınlanıyor. Aranıyor olmalarından kasıt, bu resimlerin sahiplerinin adını bilen internet kullanıcılarının kim olduklarını söylemeleri ricası.
Bilderbergcilerin amaçlarının dünyayı sıkıca koordine edilmiş küçük, seçkin bir uluslarötesi bankerler ve sanayicilerden oluşmuş, entelijensiya destekli oligarşinin eline teslim etmek olduğu söyleniyor. Avrupa Birliği’nin Avrupa kıtası için yaptığını dünya için yapmak ve bir Dünya Devleti kurmak istiyorlar. David Rockefeller’in farklı zamanlarda farklı yerlerde bu arada 1999 yılı Şubat’ında Newsweek İnternational dergisine verdiği bir mülâkatta “hükümetlerin yerini alacak birileri olmalı ve bana öyle görünüyor ki, bunu da en iyi şirketler yaparlar...” demekten çekinmemiş olmasına işaret ediliyor ve yaygın söylemin aksine karşı çıkılmadığı takdirde önümüzdeki asırlarda dünyanın yeni feodal lordların boyunduruğu altına gireceğine uyarıyorlar.
Muhalifler, Yeni Dünya Düzeninin anlamının, dünyanın siyasi ve yasal hüviyetini tümüyle değiştirmek, ulus-devletlerin tarihi rollerini ortadan kaldırmak, kontrolu uluslarötesi tröstlere devretmek suretiyle millet kavramını ortadan kaldırarak, idareyi İngilizce konuşan anglo-sever bir oligarşiye teslim etmek olduğuna eminler. İddiaları, Birleşmiş Milletler Teşkilatının bundan böyle Birleşmiş Tröstler Teşkilatı olarak isim değiştireceğini şeklinde. Bilderberg toplantılarına katılanların isimlerinin saklı tutulması, görüşmelerin basına kapalı olması, dünya ekonomisine ve siyasetine dair kararların kapalı kapılar ardında alınmasını ülkelerinin anayasalarının en galiz ihlâli şeklinde algılıyorlar. Ulusal politikacılarının, özgür iradeleriyle seçtikleri vekillerinin etkisizleştirilmesine tepki gösteriyorlar. Amerikan başkanlarından, Dünya Bankası guvernorlarına, diğer ülkelerin başbakanlarına varıncaya kadar dünyanın kaderini etkileyen eşhasın kapılar ardında saptanmasına karşı çıkıyorlar. Dünya basın devlerinin Bilderbergcilerle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle muhalefetlerini internet üzerinden yapıyorlar. Seattle’da olduğu gibi zaman zaman da gösterilerine de şahit oluyoruz.
Roma Kulübü, Bilderberg’e göre daha yeni bir örgütlenme. 1968’de kuruluyorlar. Kendilerine “özel think tank” nitelemesini yakıştırıyorlar. “İnsan ırkının sesi ve zekâsı, insanlığın yolunu aydınlatan bir deniz feneri, tüm dünyaya umut saçacak olan ışık...” diye tanımlıyor SGI Başkanı Japon İkeda. SGI, ise dünya Budist liginin kısaltılmışı.
Yeni feodal lordların ne denli güçlü olduklarını, ulusların kimliklerini kaybetmemek için ne denli direnebileceklerini kuşkusuz zaman gösterecek. Ancak Yeni Dünya Düzeni muhaliflerinin iddia ettikleri gibi “yeni bir toplumsal mühendislik projesi” ise ki öyle görünüyor, o zaman işlerinin zor olduğunu kabul etmemiz lâzım. Bir yandan “İkinci Aydınlanma Çağı”nın reddettiği “tek doğru” anlayışı, öte yandan finans oligarşisi bir arada yaşayamayacak oluşumlar gibi görünüyorlar.
Nitekim daha bugünden Birleşik Amerika’da iki buçuk milyon muhalif kültün varlığından bahsediliyor.
Kült, bizim için yeni bir kavram. ‘Kült’ü yakın bir tarihte, karizmatik bir liderin önderliğinde ortaya çıkan, militan, ideolojik/dini örgütlenmeler olarak tanımlıyorlar. Kültlerin ortak özellikleri, üyelerini psikolojik baskı uygulayarak devşirmeleri ve kendilerine bağlı tutmaları, topluluğun seçkinci totaliter bir yapısı olması, liderinin kerametinin kendinden menkul, dogmatik, mesihi, sorgulanamaz ve karizmatik olması, amaçların araçları caiz kıldığı inancıyla para toplamada ya da üye devşirmede her yolun mübâh sayılması, üyelerin örgüt fonlarından yararlanamıyor olmaları. Londra’daki Kült Enformasyon Merkezi CIC’nin kriterlerine uygun ilk kült örnekleri geçen yüzyılda, Jonestown’da, dokuzyüz onüç müridini siyanürlü portakal suyu ile intihara sevkeden vaiz Jim Jones kültü. San Diego, California’daki Cennet’in Kapısı kültü. Waco, Texas’daki Cennet’in Elçiliği Kilisesi vaizi John Joe Gray’in ‘Branch Davidians’ı. Bu üçüncüsü devasa bir cephaneliği de olan büyük bir çiftliğe kapanmışlar, elektrik dahil, tüm ihtiyaçlarını kendileri karşılıyorlardı. Devletten bütünüyle bağımsızdılar, hiçbir müdahale kabul etmiyorlardı. Başkanlarının bir polis memuruna saldırması sonucu çıkan olaylarda, Birleşik Devletler Savunma Bakanlığı, Hazine Bakanlığı ve FBI’ya bağlı özel timlere üç hafta direnmişler, sonunda kadın, erkek ve çocuklardan oluşan seksen kişi yanarak ölmüşlerdi.
Kültlerin Amerika’da olduğu gibi Avrupa ve Japonya’da da gözardı edilemeyecek sayılara ulaşmış olmaları, bir yandan Kaos Paradigmasını, öte yandan olası bir kelebek etkisinin sonuçlarını düşündürüyor. Bugün bir kilisede, ya da Neo-Pagan dedikleri putperest tapınağında ya da Kızıl dergâhta meydana gelen ya da gelmeyen bir olayın dünyada ne gibi bir fırtınaya neden olabileceğinin kestirilemeyeceğinin bilgisi, yepyeni askeri savunma stratejilerinin geliştirilmesini de dayatıyor. İki kutuplu dünya için düşünülmüş stratejilerin Kaos Çağı’nda işe yaramayacağı, kültlerin ya da “rogue states” denilen “bozguncu” ulusların - bunlara verilen ilk örnek Irak - Yeni Dünya Düzenini tehdit eden savaşlar çıkarmaları halinde ortaya çıkacak kelebek etkisinin Kaos teorisinin matematiksel modeli doğrultusunda çığ gibi büyüyebileceğinin bilinci içinde, silâhlı kuvvetlerinin, diplomatlarının, BM, NATO gibi kurumların görevleri yeniden tanımlanıyor, yeni stratejiler geliştiriliyor.
Bana göre en ilginç olanı da savaşı meşru kılan ihlâller listesinin uluslarararası hukuk düzenini, uluslararası kurumların inanırlılıklarını, insan haklarını, uluslararası ticareti, ekolojiyi ve çevreyi, egemenlik haklarını, ABD’nin güvenliğini, ABD’nin Yeni Dünya Düzeni içindeki konumunu korumak gibi, kurulduğu iddia edilen Dünya Devletini destekler mahiyette tezahür ediyor olmaları.
Umarım, sizlere bir büyük düşünce turu attırırken, dünya gündemi hakkında biraz da olsa fikir verebilmiş, dünya düşünürlerinin nelerle uğraştıklarının ipuçlarını sunabilmişimdir.
* Dicle Üniversitesi konferansı, 2003, Diyarbakır.