Bir Agnostiğin Savunması*
Edebiyatçı ve filozof olan Sör Leslie Stephen (1832-1904) Cambridge’de rahiplik okulunda matematik dersi ve ara sıra vaazlar veren bir öğretim üyesiydi. Ancak 1862’de Mill’in, Comte’un ve Spencer’ın fikirlerini okuyup kabullendikten sonra Hıristiyanlık inancından vazgeçti ve “felsefi radikalizm” okuluyla ilişkiye geçti. Londra edebiyat dünyasına girebilmek için Cambridge’den vazgeçti ve birçok farklı dergide yazılar yazdı, dinsel Ortodoksluk karşısında “agnostiklerin” sözcüsü oldu. Bir Agnostiğin Savunması ilk olarak Fortnightly Review dergisinde, 1876 yılında yayınlandı.
İlk defa Profesör Huxley tarafından 1869 yılında kullanılan agnostik kelimesi genel kabul gördü. Bazen, Bay Herbert Spencer’ın bize söylediği kadarıyla, Hamilton ve Mansel’in doktrininden geliştirmiş olduğu felsefi teorisini ifade etmek için kullanıyor bu kelime. Bu teori hakkında bir fikir belirtmeyeceğim. Ben kelimeyi daha muğlak bir anlamda alıyorum ve kullanımının tartışmaların kibarlaştırılması konusunda bir ilerlemeyi gösterdiğine inanmaktan mutluyum. Eskiden entelektüel bir tartışmada rakip için kullanılan teolojik terim ateist idi – bu dünyadaki kazığın ve sonraki dünyada cehennem ateşlerinin tadını hâlâ biraz taşıyan ve ayrıca kısmen önemli bir yanlışlığı ima eden bir kelime. Dogmatik ateizm -Tanrı kelimesiyle ne ifade edilirse edilsin, Tanrı yoktur düşüncesi- en azından az rastlanan bir fikirdir. Diğer yandan agnostisizm zaten yaygın ve gün geçtikçe yayılan bir akide biçiminin gayet kesin biçimde takdir edilişini ima eder gözükmektedir. Agnostik, insan zekâsının alanının sınırları olduğunu -kimse bunu inkâr etmemektedir- ileri süren kişidir. Ayrıca birçok teoloğun açıkça ifade ettiği gibi, bu sınırların en azından Lewes’ın “metampirik”19 bilgi dediği şeyi kapsamadığını da ileri sürer. Daha da ileri giderek, teologların aksine, teolojinin de bu yasak alana girdiğini iddia eder. Esas mesele bu son iddiadan ortaya çıkmaktadır ve rakipler için bir lakap icat etme iddiasında olmasam da bu makalenin amacı açısından rakip ekolü gnostikler olarak tanımlamayı göze alabilirim.
Bir gnostik aklımızın bir anlamda deneyimin dar sınırlarının ötesine geçebileceğine inanır. Doğrulanamayacak ve deneyler ya da gözlemlerle doğrulanması gerekli olmayan gerçeklere ulaşabileceğimizi düşünür. Ayrıca, içerdiği gerçeklerle insanoğlunun en yüksek çıkarları için gerekli olan ve evrendeki karanlık bilmeceyi çözmemize bir anlamda yardım edecek bir bilgiye inanır. Herkesin kabul edeceği gibi tam bir çözüm bizim gücümüzü aşar. Ancak önemsiz bir kısmını oluşturduğumuz büyük düzeni uygun biçimde düşünebilmek için bir çerçeve oluşturmaya çalıştığımızda ortaya çıkan ve bizi rahatsız ederek şaşırtan şüphelere bazı cevaplar verilebilir. Şu veya bu düzenlemenin neden öyle olduğunu söyleyemeyiz; söyleyebileceğimiz şey, muğlak da olsa bazı cevapların var olduğu ve ancak onları bulduğumuzda tatmin olacağımızdır. Evrenin o yüce uyumu içindeki sarsıcı uyumsuzluklar yüzünden acıyı, ahmaklığı ve çaresizliği gördüğümüzde, her dürüst ve ciddi düşünürün zaman zaman yaşadığı gibi durumun gücümüzü aştığını görürüz; ancak bazen her şeyin iyi olacağına dair bir fısıltı duyabiliriz ve en güvenilir kaynaktan geliyormuş gibi ona güvenebilir, uyumsuzlukların ardında bir rüya değil, bir gerçeklik olduğunu kesin biçimde görmemizi engelleyen tek şeyin duyuların geçici engelleri olduğunu bilebiliriz. Bu bilgi teolojinin merkezi dogmasında vücut bulmuştur. Uyumun adı Tanrı’dır ve Tanrı bilinebilir. Bunu dürüstçe kabul edebilse kim bu inancı kabul ederek mutlu olmaz? Kötülüğün geçici, iyiliğin ebedi olduğunu; şüphelerimizin yok olmaya mahkûm sınırlar yüzünden mevcut olduğunu ve dünyanın aslında bize ne kadar karanlık gelirse gelsin, sevginin ve bilgeliğin vücut bulmuş hali olduğunu güven içinde söylemekten kim mutlu olmaz? Ama şu meşhur bilgi aldatıcı ise en kutsal sorumluluklar yüzünden olguları görmeye zorunlu değil miyiz? Kısa yolumuz hangi hipotezi seçersek seçelim karanlık. Her ignis fatuus’un20 izinden, daha sağlam bir zemine mi, yoksa ümitsiz bataklıklara mı götürdüğünü düşünmeden yol almaya gücümüz yetmez. Rüyalar bir an için gerçeklerden daha keyifli olabilir ama mutluluk yaşamlarımızı gerçeklere uydurarak kazanılmalıdır. Varoluşun yükünü hisseden ve iyi niyetli tesellilerden dolayı acı çekenlerden hangisi bu tesellilerin en acı aşağılamalar olduğunu inkâr edebilir? Acı kötü değildir; ölüm bir ayrılık değildir; hastalık gizlenmiş bir nimettir. Karamsar olduğunu kabul edenlerin en kasvetli kurguları bile acı çekenlere bu nazik klişeler kadar işkence etmiş midir acaba? Dilimizde, kutsal bir dirilişe dair kesin ve emin bir umutla yapılan cenaze törenindeki konuşmadan daha keskin bir hiciv var mıdır? Samimi umutlardan vazgeçmek acı olabilir ama faydalıdır. Gerçeklerin gözüne baka baka onlara karşı gelmek için gösterilen bu düzensiz çabaları bastırmak biraz rahatlatıcı olabilir, yatıştırma amacıyla kullanılmaları acı verse bile.
* Leslie Stephen, Bir Agnostiğin Savunması, s. 1-4, 1893, G. P. Putnam’s Sons.