Bart Kosko İsimli Bir Devrimci
Bart Kosko adında bir adamla tanıştım. 1993 olmalı, 33 yaşındaydı. Genç adam, “Bir gün bilimin doğru olmadığını öğrendim!” diye başladı,
“Gününü hatırlamıyorum ama dakikasını hatırlıyorum. Yirminci yüzyılın Tanrısı, bundan böyle tanrı değildi! Bir yanlışlık vardı ve bilimle uğraşan herkes bu hatayı yapıyordu. Bir şey ya doğrudur ya da yanlış diyorlardı. Neyin doğru, neyin yanlış olduğundan her zaman emin olamıyorlardı. Emin oldukları tek şey vardı, o da bir şeyin ya doğru ya da yanlış olduğuydu. Çi menin yeşil olup olmadığını, atomların titreşip titreşmediklerini ya da Maine Eyaleti’ndeki göllerin sayılarının tek mi çift mi olduğunu söyleyebiliyorlardı. Bu iddiaları matematik ya da mantıktaki iddiaları gibi kesin iddialardı. Tümüyle doğru ya da tümüyle yanlış. Siyah ya da beyaz. 1 ya da 0.
Oysa söylemleri derece meselesiydi. Olguların hepsi derece meselesiydi. Olgular her zaman bir ölçüde saçaklı (fuzzy) veya müphemdi, asla kesin değil. Siyah-beyaz olan bir söylem vardıysa, o sadece matematikte geçerliydi ve matematik yapay bir kurallar ve simgeler sisteminden ibaretti.
Ne ki, bilim adamları gri ya da bulanık (fuzzy) olguları matematiğin siyah-beyaz verileriymiş gibi ele alıyorlardı. Oysa, dünyaya dair olup da %100 doğru ya da %100 yanlış olduğu isbat edilmiş tek bir olgu yoktu. Yine de, bu böyledir, dediler. Yanlış olan buydu ve bu yanlışlıkla birlikte yeni bir şüphe doğdu. Bilim adamları mantık ve matematikte yanılıyor olabilirlerdi. Ve bu yanılgılarında adeta dini bir tarikatın debdebesi ve yobazlığı ile ısrar etmeyi sürdürüyor olabilirlerdi. Anlaşılan bilim adamlarına gri dünyayı kabul ettirmek, sadece bilimsel yetkinlik değil, siyaset bilgisi de gerektiriyordu. 1921 Bakü doğumlu Lotfi A.Zadeh, sayıları pek az olan bu yetenekteki adamlardan birisiydi.”
Kosko, hayatta en hakiki mürşit bilim değildir, demiyordu. Kosko, mürşit bellediğimiz “siyah-beyaz bilim” yanlış diyordu. Çünkü “Batı zihniyetini şekillendiren, parametrelerini, doğru-yanlış cetvellerini tanzim eden, Eski Yunan. Demokritos’un kâinatı atomlar ve boşluktan ibaret. Eflatun’un dünyası keskin üçgenlerle dolu. Aristo’nun mantığı, siyah-beyaz kurallarla. Aristo’yu izleyen kuşaklar, aklı ve kainatı onun mantığı ve bilimsel eğilimleri doğrultusunda algılamaya devam etti. Çağdaş bilim, matematik, mantık ve kültür, dünyanın siyah-beyaz olduğu ve bu niteliğinin değişmediği esası üzerine kuruldu. Ağızımızdan çıkan her önerme ya doğru ya da yanlış. Her yasa, her yönetmelik, her kural kesin. Dijital bilgisayarın 0-1 ikili sistemi, siyah-beyaz dünya anlayışının zaferi gibi.”
Bir şey ya öyledir ya da değildir. Ya A ya da A değil. Gökyüzü ya mavidir ya da mavi değildir. Hem mavi hem de mavi değil olamaz. ‘Doğru düşünme, sanatı, iki bin yıldır Hazret’ten soruluyor.
Heyhat, sahici dünya Aristo’nun tanımladığı gibi değil!
Bir kere, hiçbir şey sabit değil. Her şey, her an değişiyor. İkincisi, dünya siyah-beyaz değil, gri. Kırçıl. Kesin olan hiçbir şey yok. Dünyanın atmosferini molekül molekül tanımlayabilseniz bile, atmosferi yeryüzünden ayıran kesin çizgiyi bulamıyorsunuz. Aynı şekilde, Arz’ın, Mars’ın ya da Ay’ın en ayrıntılı haritaları bile ovaların nerede bitip dağların nerede başladığını söyleyemiyor. İşaret parmağımızı oluşturan moleküllerin hangilerinin bedenimize ait olduğunu, hangilerinin havada yüzdüğünü saptayamıyoruz. Tıptaki onca gelişmeye rağmen, ölü ile diri arasındaki çizgi kesin olarak çizilemiyor.
Hadi, bu sahici dünya, sahici dünya da işlevsel olabilmek için olguları yuvarlamak gerekiyor diyelim. Fazla ince okuyup sık dokursak, tıkanır kalırız, nemize lâzım. İyi de matematik bile kesin değil ki! Modern matematiğin temelinde Giritli yalancının ikileminin yattığını farkeden, Bernard Russell. (1)Şöyle bir şey: Giritli bir yalancı, bütün Giritlilerin yalancı olduklarını söylediğinde, eğer yalan söylemişse, yalan söylememiş, eğer yalan söylememişse, yalan söylemiş oluyor. İyi mi? İşin daha da garibi, matematikçiler olsun, felsefeciler olsun, bu hem yalan hem de doğru olma durumunu, bu saçaklı durumu, sineye çekmekten başka bir şey yapamıyor.
Hasılı, matematik dünyası, tanımlamak için yola çıktığı sahici dünyaya uymuyor. Matematiğin dünyası yapay, diğeri sahici. Matematik temiz, tertipli. Sahici dünya saçaklı.
“Sahici dünya kesin tanım kabul etmiyor,” diyor Kosko, “uyumsuzluk problemi var.” İnsan dili 0-1 modunda çalışıyor ama gerçek, 0 ile 1 arasında bir yerde. Bilimsel bir veriyi veya iddiayı veya olguyu asla %100 kanıtlayamıyoruz. Anlayacağınız, fizik kanunları, “kanun” filan değil. En azından matematiğin 2+2=4’ü gibi kanunlar değil. Bunun böyle olduğunu fizikçiler de biliyor ama matematiğin peşinden gitmeye devam ediyorlar.
Bunca yıl sonra ve onca eğitime rağmen, daha hala sorgu sual etmeden Aristo’dan emir alıyorlar!”
Neden mi böyle yapıyorlar? Birincisi, tembelliklerinden. İkincisi, alışkanlıktan. Son iki bin yıldır, matematiği de, dünyayı da Hazret’in siyah-beyaz mantığı ile açıklayageldiler. Kültürleri, edebiyatları, siyasetleri Aristo mantığının üzerine kuruldu. Mizan-ül akl ve bilimden uzaklaşmak, Doğu mistisizminin “mantıksız ‘saçmalıklarına’ kapılmak demektir” safsatası hâkim oldu. Bilim adamlarına göre Doğulu düşünce biçimi karışık kafalar demek. Yanlış ölçümler, kötü tasarımlar, özensiz gözlemler, bilgisayara yüklenmesi imkânsız veriler demek. Hele bir deneyin, kendinizi anında üniversitenin kapısının dışında bulursunuz.
Ne ki, sahici dünyada “mantıklı düşünce” diye birşey varsa, “o” mantık en iyi ihtimalle fuzzy, saçaklı mantık. Saçaklı mantığın tek bir kuralı var, akla yakınlık. Bir şey akla yakınsa, doğrudur. Saçaklı mantık, Batılı mantığın bittiği yerde başlar.
Şimdi... “Mantık”ın bir “Batılı”sı, bir de “Doğulu”su olduğunu öğrenseniz, üstüne üstlük, Batı mantığında ısrar eden bilim adamlarının yanlış yaptıklarını öğrenseniz, siz ne yapardınız bilemiyorum. Ben bayıldım!
Bayıldım, çünkü bir şey “ya doğrudur ya da doğru değildir,” “ya siyahtır ya da siyah değildir” şeklindeki Aristo mantığı oldum olası zor gelmiştir bana. Doğru-yanlış, siyah-beyaz türünden kesinlik iddialarından nefret ederim. Dediğim dedik pozitivistlerden de. Gönlüm, hem davalıya hem davacıya hem de her ikisinin de haklı olamayacağını söyleyen mahkeme kâtibine hak veren Nasrettin Hoca’dan yanadır. Hayatın böyle bir şey olduğunu düşünürüm çünkü. Ne pür beyaz vardır, ne de pür siyah. Ne tam doğru, ne de tam yanlış. Kimse bütünüyle haklı ya da haksız değildir. Haklılık-haksızlık, doğruluk-yanlışlık, siyah-beyaz derece meseleleridir. Dünyaya dair hiçbir veri yoktur ki, kesin olsun. Nitekim, Einstein bile demiş: “Matematik kanunları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarında da gerçeği yansıtmazlar.” Yine de...
Kosko, dolduruşa gelmekten çekindiğimin farkında.
“Aristo’nun yanlışlık yaptığına, söylediklerinin o günlerin popüler kültürünü yansıtan bir kapris olduğuna karar verirsek ne olacak?” diye soruyor, “Ya siyah-beyaz mantığın kabulü apaçık bir mantık zorunluluğu değil de o günlere özgü bir zevk, bir kapris ya da kültürel şartlanma ürünüyse ne yaparız? Aristo felsefesini fizik teorilerimizde reddediyorsak, akıl yürütürken ya da bilgisayarlarımızı tasarlarken neden kullanmak zorundayız? Aristo’nun koyduğu sınırların dışındaki neler var? Çokdeğişkenli ya da “fuzzy” mantıktan ne haber? Doğu ülkelerinin yüksek teknolojisine sızan saçaklılığı nasıl açıklayacağız? Saçaklı mantığın yeri neresi? Doğulu inanç sistemlerinin neresine oturuyor?”
“Doğu” derken, bizden (Yakın Doğu’dan) bahsetmediğini farkediyorum. “Uzak Doğu” demek istiyor. “Eski Yunan, ABD ve Avrupa için neyse, Çin ve Hindistan da Japonya için o. Her iki ülkenin kültürleri de diğer başka ülkelerden türetilmiş. Biri Aristo’nun, diğeri Buda’nın kişiliklerinde cismanileşiyor. Buda, Hindistan doğumlu. Çin’e hiç gitmemiş ama söylemi gitmiş. Taoizmin süzgecinden geçmiş, Zen Budizm’e dönüşmüş. Japon düşüncesini, kültürünü, tarihini, iş pratiğini belirleyen Zen Budizm. Teknolojinin ve işdünyasının dünya lideri, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya. Arkadan Çin geliyor. Anlayacağın, devler, kültürlerini tokuşturuyor.”
Temkini elden bırakmıyorum. Kolay değil, insanın bir ömür boyu doğru bellediği, hatta “biricik” bellediği parametrelerin bir çırpıda ters dönebildiğini görmesi. Kim bu, Bart Kosko?
Bir elektrik mühendisi Bart Kosko. Daha doğrusu, University of California’nın (USC) Elektrik Mühendisliği Fakültesi’nde profesör - ki, o üniversitenin o fakültesi, “Mekke”sidir diye söylenir elektriğin. Akademik camiada sinir şebekeleri (neural networks) ve yapay zekâ (machine intelligence) araştırmalarıyla ünlü. Sinir şebekeleri dedikleri, çevreden aldığı bilgileri, dilerseniz haberleri, düzenleyen ve nakleden elektrik yüklü sinir hücrelerinin (nöronlar) parkuru. Biyolojik nöronlar, beynin asli unsurları. Biyolojik nöronların vasıflarını programlama suretiyle taklit edip yapay şebekeler oluşturmakta Kosko. Yapay şebekeler, beynin ve sinir sisteminin işleyişini çözümlemeye yarıyor. Ayrıca, yapay zekâ meselelerini çözüyor ki, bu da daha akıllı makinalar demek.
Biraz daha araştırınca, Kosko’nun elektrik mühendisliğinden başka felsefe, ekonomi, matematik ve hukuk okuduğunu öğreniyorum. Bunların bazılarında yüksek lisans yapmış, bazılarında doktora. Los Angeles’de kayıtlı avukat. İlk ödülünü on sekiz yaşında kazanan bir kompositör. Bir de USC’i konservatuarından burs almış. San Diego’da uzay mühendisi (aerospace engineer) olarak çalışırken, saçaklı sistemler (fuzzy systems) üzerinde çalışmış. Yazdığı kitapların listesini de görünce, kaçarı yok, diyorum, Bart Kosko’nun sözü dinlenir.
Bilimden de rant sağlanır mı? Anlaşılan, sağlanıyor. Bilim dünyasının ilahları, mevkilerini kaybetmemek için sahici dünyanın gri olduğunu bile bile 0-1 oyununu sürdürüyor. En azından yakın zamanlara kadar sürdürüyorlardı. “Sonra “saçaklılar” geldi, oyun bitti diyor”, fakültenin dekanı Lotfi A.Zadeh:
“Aristo mantığı, toplantıya smokin, kolalı beyaz gömlek, siyah kravat, siyah rugan iskarpinlerle gelmiş adama benzer. Fuzzy mantık, kot pantolon, tişört, lastik ayakkabı giymiş birisi gibidir. Bu kıyafet eskiden kabul edilemezdi. Artık işler değişti.” Zadeh, bunları söylüyor ve kıyamet kopuyor!
“Matematiksel silahlanma yarışı böyle başladı!” diyor, Kosko.
Saçaklılar, “fuzzy”ciler. “Fuzzy”nin kelime anlamı saçaklı, dağınık, müphem, puslu. Fuzzy’ciler, Aristo’nun siyah- beyaz mantığının karşısına Buda’nın hem siyah-hem de beyaz mantığını koyanlar.
Ya doğru ya yanlış değil, hem doğru hem de yanlış.
Ya 0 ya 1 değil, hem 0 hem de 1.
Gerçek, uç noktaların arasında bir yerde. “El-menziletü beyne’l-menzileteyn.” Türkçesi, “iki yer arasında bir yer.” Sahici dünya siyah-beyaz değil, kırçıl. Sahici dünyanın mantığı da kırçıl. Güle güle Aristo, hoşgeldin Buda, hoşgeldin Mutezile. Mutezile, iman ile küfrü, siyah-beyaz, 0-1, olmaktan çıkarıp büyük günah işleyen Müslüman’ın mümin olmamakla birlikte kâfir de sayılmayacağını savunan mezhebi İslâm’ın. Meğer “fuzzy” literatüründe zikredilen en eski kaynaklardan biri, Mutezililer.
Buda, Aristo’dan iki asır önce yaşadı. Düşünce sistemi çelişkiler üzerine kuruludur. Güller hem kırmızıdır hem de değildir. Gökyüzü hem mavidir hem de değildir. “Hem-hem de” tarzı düşünce biçimi Lao Tzu’dan çağdaş Zen’e kadar Uzak Doğu inanç sistemlerinin aslı, esası. Saçaklı mantığın aslı esası, ikili sisteme (bivalence) karşı, çoklu sistem (multivalence.)
Saçaklılık, bilim dünyasını altüst etti. Bertrand Russell, sonra 1937 de kuantum fizikçisi Max Black, daha sonra Werner Heisenberg, Lotfi Zadeh, Bart Kosko yüz yıllardır “Doğu mistisizmi” diye aşağılanan düşünce biçimini saçaklı sistemler olarak mikroprosessorlara yerleştirdi. Günümüzde bilimi bilim kılanın pratikteki işlerliği olduğu malum. Ne zaman ki, Hitachi, Matsushita (Panasonic), Mitsubishi gibi dev sanayi kuruluşları ile Japonya; Samsung’la Güney Kore; derken Tayvan, Singapur, Malezya, Pasifik Kaplanları, saçaklı mühendislik ürünü akıllı makinalar üretmeye koyuldu, Batılı bilim adamlarının ayakları o zaman suya erdi. Daha ‘90lı yılların ilk yarısında Çin’de on binden fazla fuzzy öğrencisi vardı. Hindistan’da dünya çapında yedi kırçılcı bilim adamı. Bizde de Erkâni Keyman vardı.1
Hasılı daha o yıllarda Uzak Doğu’nun teknolojik ve kültürel amblemi oldu çıktı, saçaklılık. Yüksek-teknoloji tüketim ürünleri imalatında saçaklı ihtilalin bayraktarı Japonya’ydı. Japon mühendisleri bilgisayarlardan, elektrikli süpürgelere kadar yüzlerce alet edavat ve sistemlerin makina zekâ katsayılarını (IQ) arttırmak için saçaklı mantığı kullandı. Japon hükümeti iki büyük araştırma laboratuarı kurdu. Her yıl birisi olmak üzere saçaklılık üzerine konferanslar tertip etmeye koyuldular. İnsanlar metrolarda saçaklı mantığın ne menem birşey olduğunu anlatan popüler bilim kitapları okuyor. Japon televizyonu saçaklı mühendislik belgesellerini en popüler saatte yayınlıyor. Japon parlamentosunda siyasiler, saçaklı mantığın anlamını tartışıyor. Japon Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı, MİTİ, saçaklı ürünlerin 1990’da bir buçuk, 1991’de iki milyar dolar getirdiğini hesaplıyor. Küresel bilgisayar pazarı yaklaşık 200 milyar lira. Saçaklı Japonlar, daha o yıllarda pazarın yüzde birine hakimdi. Ve yarış daha yeni başlamıştı.
Doğrusu, kandırılmış hissettim kendimi! Sen bir ömür boyu Aristo’nun peşinde koş, bir de arkanı dön bak, adamlar, Hoca Nasrettin mantığıyla akıllı makinalar, yapay zekâ üretiyor olsunlar!
Ne ruhen, ne de aklen uyarlanabilmişken dört yüz yıl öncesinin Avrupa Aydınlanmasına, ikincisinin avdetini gözden kaçırmış olmamız, belki de doğal. Öyle bir toplum değiliz, bilimsel ses veren konularla, mantıkla, matematikle hele de fizikle, hemen hiç işimiz olmaz!... Kendine özgü bir düşün düzleminde yaşamakta ısrar eden, ama kaygılanmaktan da vazgeçmeyen bir toplum. “Ne olacak bu Türkiye’nin hali?!”
Ağlanmayı kesip baştan başlamanın zamanıdır; aksi takdirde, ne sağ ne de sol, ne İslamcı ne de laik, aklın ölçüsünün ucunu bulabilecek.
“Baştan” dediğim fizikten. Aman, sakın korkmayın! Fizik öğrenmekten değil, fiziğin hayatımızdaki yerini algılamaktan bahsediyorum. Çünkü, “bilim” dediğimiz esas itibariyle fiziktir. Mantık ve dolayısıyla matematik, fiziği organize ettiğimiz soyut model. Modelin kaynağı ise Aristo. Birinci Aydınlanma öncesinde dünya ve evrene ilişkin “doğrular” ya vahiy ya da nakil yoluyla saptanırken, Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden gelişmeler, dünya ve kainat görüşlerimizi değiştirmiş, dinsel tarifleri reddeden açıklamalar getirmişti.
Isaac Newton’un 1687 basımı “Principia”sı, “doğruların” gözlem sonucuyla belirlenmesi ilkesini yerleştirdi. Dünyanın çok sayıda ama gözlemlenebilir ve çözümlenebilir veriden oluştuğu, gözlem ve çözümleme sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun bütüne uygulanabileceğini, bütünü kesin olarak açıklayabileceğini savundu Newton fiziği ki günümüzde “Klasik Fizik” diyoruz.
Klasik Fiziğin tanımladığı evren ve dünya, belli kurallara göre işleyen, “deterministik” yani başı sonu belli olan bir sistemdi. Açık, kesin bir sistemdi. Kainatı oluşturan cisimcikler belirli fizik kurallarına göre hareket ederdi. Birbirleriyle olan ilişkileri nedensellik çerçevesindeydi. Nedensellik kurallarını keşfedersek, bizi sistemin nasıl işlediğini kesin olarak öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktu. Ortada belirsiz, bulanık veya saçaklı olan hiçbir şey yoktu.
Klasik Fiziğin dünyası bir “ya-ya da” dünyasıydı. Bir şey ya doğruydu ya da yanlış. “Hem doğru hem de yanlış” olması, söz konusu bile olamazdı, çünkü “doğru” tekti. Örneğin, ışık. Işığın ya cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşması gerektiği düşünülürdü. Işığın hem dalga serilerinden hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu söylemeye kalkan birisi, Kosko’nun demesiyle, kendisini anında sokakta bulurdu.
Öte yandan, “Fizik-kıskançlığı” diye de bir tanım var. Fizik-kıskançlığı, özellikle de sosyal bilimcilerin “insan dünyası”nı mantık ve matematiğin organize ettiği soyut bir model olarak ele alabilmek için didindiklerini anlatır. Matematiksel modeller, fizikte bazen, kimya da pek ender, biyoloji ve jeoloji gibi insanoğlunun doğrudan gözlemleyebildiği süreçlerde hemen hiç işlemezken, mesela iktisatçılar, mesela sosyologlar karmaşık matematik modeller kurmaya bayılır. Neden? Çünkü bilimselliğin yolunun matematik modellemeden geçtiği yaygın bir inançtır. Varsayımları deli saçmasıymış, uzun uzadıya kurguladıkları teorilerinin sonuçları sokaktaki adamın tahminlerinin bile gerisinde kalırmış, modellerinin gerçekle uzaktan yakından ilgisi yokmuş, ne gam? Matematiğin havası yeter. Bu, Isaac Newton zamanında da böyleydi.
Ve dolayısıyla Newton’un düşünceleri fiziğin dışındaki diğer tüm bilimleri de etkiledi. Sadece bilimleri değil, sanatı, edebiyatı, hatta müziği de… Örneğin Newton’un münferit atomlardan oluşan kainat fikri, ekonomide, Adam Smith’in kişisel çıkarlarını kovalayan bireysel girişimcilerden meydana gelen insanlık görüşünü doğurdu, kapitalist/liberal anlayışının mesnedi oldu. Smith, Newton’un akıl yürütme yöntemini izledi: sistemi mümkün olan en küçük parçacıklarına böl, parçacıkların davranışlarını gözlemle, bütünün geleceğine dair karar ver, tahmin yürüt.
İstemediğiniz kadar başka örnekler de var. Mesela ideoloji. Newton’un siyah-beyaz dünyasında insan ya sağcı olur, ya da solcu. Hem solcu hem de sağcı olunabildiği iddiası saçmalıktır; tıpkı, hem demokrat hem de jakoben olunabildiği iddiası gibi saçmalık. Mesela din. İnsan ya kâfir olur ya da mümin. İki yer arasında bir yerde olmak, patates dininden olmak kadar saçma sayılır. Mesela edebiyat. Roman karakterleri ya iyi ya kötü, ya kahraman ya korkak olur, bir hedefe hizmet ederler. Örneğin müzik. Müzikte notalar do-re gibi şaşmaz aralıklarla kesin olur. (Bach’ın “matematikseldir” diye övülmesi bundandır) Türk müziğinin ara tonları yok sayılacakır, çünkü aklın yolu birdir, “doğru” tektir; biraz o, biraz da bu olmak yozluktur, şahsiyetsizliktir. En iyi ihtimalle kafa karışıklığıdır, mistisizmdir.
“Aydınlanma” zihniyetini Klasik Fiziğe borçluyuz.
Günümüzde yaygın hâkimiyetini sürdüren mekanize dünya görüşünü Klasik Fiziğe borçluyuz. Lakin fizik fizikliğini yapacak ve bu böyle gitmeyecek.
1920’lerde filizlenen Yeni Fizik, insanın “doğru/yanlış” algılamalarını darmadağın etmeye koyulur. Zira Yeni Fizikte kesinlik yoktur ve doğru tek değildir. Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla işaret ettiği Kuantum Devrimi, paradigmaları altüst etmiştir. Az önce de uyardığım gibi, şimdi söyleyeceklerimi anlamak için fizik bilmenize gerek yok. Biraz sabredin, yetecektir.
Şöyle ki, Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar ışığa dair iki temel teoriden birisi, cisimcik (particle) diğeri dalga (wave) teorisiydi. Cisimcik teorisi (ki, bunu Basralı Mutezili İbni Hayham el Hasan’a borçluyuz) ışık huzmelerinin enerji yüklü cisimcik bölüklerinden oluştuğunu iddia ederken, dalga teorisi, ışığın yer çekiminden etkilenmeyen dalgalardan oluştuğunu savunuyordu. Oysa siyah-beyaz mantık gereği birinden birinin doğru olması gerekirdi. Ama öyle olmadı. Işığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğu saptandı. Üstüne üstlük, ışığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloga girerek belirttiği ortaya çıktı! Yani herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampulün önüne dalga dedektörü konulduğunda, ışık, dalga niteliğini faş ediyor, cisimcik dedektörü konduğunda cisimcik gibi davranıyordu. Yani gözlemci ışığı nasıl görmek istiyorsa, ışık kendisini gözlemciye öyle gösteriyordu! İnanılır gibi değildi! (Bana sorarsanız, bodrumda kaybettiği yüzüğünü dışarıda aydınlık var diye sokakta arayan Nasrettin Hoca hakkında bir kez daha düşünmemizi dayatıyordu, ama neyse.)
Kuantum fizikçisi Erwin Schrödinger olayı buradan aldı, “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan kuantum deneyini tertipledi. Bu da şöyle bir şey: ışığın tetiklediği bir tabancanın namlusunun karşısına yerleştirilen bir kutuya kapatılan kediciğin ölü ya da diri olması, ışığın dalga ya da cisimcik gibi hareket etmesine bağlıdır. Işık cisimcik gibi hareket etmeyi seçerse kedi ölür, dalga gibi hareket ederse, yaşamaya devam eder. Lakin ışığın ne zaman nasıl hareket edeceği asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri olduğu için, kedinin ölümle/yaşamın üst üste bindiği, süperpoze bir durumda olduğunu teslim etmek durumundayız. Aynı anda ölü ve diri olmak imkânsızmış gibi durmakla birlikte, kuantum gerçekliği budur.
Özünü anlatmaya çalıştığım bu düşünce devriminin yani İkinci Aydınlanma Çağının çeşitli telmihleri var. Önde geleni, “Bütüncül Düşünce.”
Klasik fizik, atomistikti. İkinci Aydınlanma Çağının yolunu açan Yeni Fizik ise bütüncül (wholistic). Atomcular “bütün”ün daha iyi anlaşılabilmesi için mümkün olan en küçük parçalarına bölünmesi gerektiğini savunurdu, bütüncüler ise oluşumların ya da sistemlerin doğasını anlamak için “bütüne” bakılması gerektiğini söylüyor. Çünkü “bütün, parçalarının toplamından daha büyük.”
Potinbağ Teoremi dedikleri bir kavram var. Kuantum Mekaniğinin oluşturduğu bu kavram “Ne kadar bölünürse bölünsün, maddenin temel olarak nitelendirebileceğimiz bir parçasının olmadığını, hiçbir parçanın diğerlerinden daha yaşamsal, daha vazgeçilmez sayılamayacağını, bütünün parçaların bileşimi değil, birbirileriyle örülü olayların devingen ağı olarak değerlendirilmesi gerektiğini” söylüyor. Ve bir fikir, dilerseniz felsefi bir kavram olarak “Atomculuk”un tam karşısında yer alıyor. Yani?
Yani, fizik-kıskançlığı dediğimiz olguya bir davetiye de burada çıkıyor. Şöyle ki, Potinbağı Teoremi, siyasetten-eğitime, dinden-sanata, insanoğlunun tüm faaliyetlerine sızıyor ve yeniden şekillendirmeye duruyor, tıpkı, Newton fiziğinin bir zamanlar yaptığı gibi. Madem “bütün” parçaların bileşimi değil, birbirleriyle örülü olayların devingen ağı, öyleyse okullarda fen dersleri olsun, sosyal bilimler, müzik olsun, bunları bir bütün olarak algılayıp aralarında sıkı ilişkiler geliştirmek lazım. Aynı uygulamayı yetişkin hayatın işkollarına da getirmek lazım. Ve öyle yapıyorlar: buyurun size aşırı uzmanlaşmaya karşı Sistemler Teorisi.
Tıpta, münferit hastalıkların değil, insan bedeninin bütününe eğilen alternatif tıbbın kıymete binmesi; din-bilim ayırımının zayıflamaya durması, dolayısıyla dinlere gösterilen yeni ilgi, “Kuantum İlahiyat” diye yeni bir alanın doğuşu ve bu konudaki kitaplarda, makalelerde görünen artış, hatta “füzyon mutfağı” denilen karışımların yaygınlaşması, vb. akımlar, Yeni Fiziğin “organik ve bütüncül dünya görüşü”nü destekleyen bulgularına bağlanıyor.
Öte yandan Kaos Teorisi, ev hanımlarından, sit-com senaristlerine kadar hemen herkesin dilinde. Klasik Fiziğin açıklamayamadığı için gözardı etmeyi sürdürdüğü, karmaşa ya da türbülansa anlam kazandırıyor. Tsunamiler, girdaplar, borsa hareketleri gibi fenomenler, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” diyebileceğimiz oluşumlar değil, dinamik sistemler. Kaos Teorisi, dinamik sistemlere açıklık getiriyor. Kaos Teorisinin sokaktaki insan için önemi, insan toplumlarının dinamik sistemler olduğunu tescil etmiş olması. Bu kabul, dünya tarihinde başlı başına bir dönüşüm noktası sayılıyor. Çünkü ayrıntı gibi duran en ufak bir noktadaki miniskül bir değişimin beklenmedik sonuçlar doğurabildiğini gösteriyor. Kelebek etkisi dedikleri de bu. Ne kadar iyi düzenlendiği, ne kadar iyi denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir küçücük toplumsal değişim, bütün bir dünyayı sarsacak etki yaratabiliyor.
“Ateş olsa cirmi kadar yer yakar” deyişinin gerçekçi olmadığı anlaşılıyor. Tersine, o kelebek ki bir gün bir zaman bir garip ülkede kanat çırpar, o kelebeğin mesela Washington’da fırtınaya sebep olması mümkündür. Hasılı Schrödinger’in kedisinde sembolleşen Yeni Fizik ve türevleri, yani bütüncül dünya görüşü, yani saçaklı mantık, yani Kaos Teorisi, insanoğlunu kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından nihayet kurtaracak gibi duruyor. Nasrettin Hoca’nın “hem-hem de” terkibinin uluslararası konferanslarda saçaklı düşünceyi anlatmak için kullanıldığı düşünülünce, kuantum fizikçilerinin tasavvuf ehliyle kolkola girmeleri artık imkânsızmış gibi gelmiyor.
Düşünce dünyasında işler gerçekten değişti. Belki bu defa, klasik Batı düşüncesinin siyah-beyaz kurallara boğulmuş dünyasında zorlandığımız gibi zorlanmaz, Nasrettin Hoca’nın genlerinden bil-istifade, biraz mürekkep yalamış, vasat bir Batılı aydının ilkokuldan itibaren aşina olduğu, çatal, kaşık der gibi rahatlıkla dillendirdiği bu kavramları sular seller gibi içselleştiririz.
Belki, Yirmi Birinci yüzyılı, bizim o en uzun, o kâbus dolu On dokuzuncu yüzyılımızdan çok daha kolay aşar, Yirminci yüzyıldaki gelgitlerimizi gülümseyerek anarız. Kim bilir, belki de İkinci Aydınlanma Çağına birincisinden çok daha hızlı uyarlanırız.
Murat Emre, anlayacaktır. Zeynep Lâl, henüz çok küçük.
* Alev Alatlı, Aklın Yolu bir Değildir, Destek Yayınları, 2008, s.1,21