I. Cilt
( - 1350)

II. Cilt
(1350 - 1650)

III. Cilt
(1650 - 1800)

IV. Cilt
(1800 - 1970)

Areopagitica*

John Milton

İngiliz İç Savaşı (1649-1660) sırasında ve Hükümdarsız Dönem’de, büyük İngiliz Püriten şairi John Milton (1608-1674) sık sık “özgürlüğü” korumak için sesini yükseltmiştir. Areopagitica (1644) adlı eserinde 1643 Haziranı’nda basına katı bir sansür getiren Presbiteryen Parlamento’ya karşı yayın özgürlüğünü savunmuştur. Milton, Kral I. Charles’ın idamını savunmak üzere yazılan Kralların ve Yargıçların İmtiyazları (1648-1649 adlı eserinde de kralların Tanrısal Hak felsefesini tartışır.

Areopagitica

Kiliseyle birlikte devletin en büyük kaygısı, tıpkı insanlar gibi, kitapların da kendilerini kötülemesini ihtiyatlı biçimde izlemek ve sonrasında onları suçlu bulup toplatmak, suçluları hapsetmek ve en sert biçimde adalete teslim etmektir, bunu inkâr etmiyorum; kitaplar, tamamen ölü şeyler değildir, kendileri de bir semeresi oldukları o ruh kadar faal bir hayat özüne sahiptir; hayır, kendilerini besleyen o canlı zekânın en saf etkisini ve özetini, sanki küçük bir şişedeymiş gibi saklayıp koruyorlar. Kitapların o efsanevi ejderha dişleri kadar canlı ve onlar kadar çok bereketli olduğunu biliyorum; oraya buraya saçıldıklarında, silahlı adamların boy verme ihtimali söz konusu. Ancak, diğer yandan, ihtiyatlı olunmadığı takdirde, bir kitabı öldürmek, bir adamı öldürmekle eşdeğer sayılır; bir insanı öldüren akıllı bir yaratığı, Tanrı’nın suretini öldürmüş olur ama iyi bir kitabı öldüren, aklın kendisini, Tanrı’nın görünen suretini öldürmüş olur. Yaşayan insanların çoğu dünya için bir yüktür ama iyi bir kitap, bu hayatın ötesinde başka bir hayat amacıyla mumyalanmış asil bir ruhun hayat veren değerli kanıdır. Muhtemelen büyük bir kayıp sayılmayacak bir hayatın hiçbir çağda geri verilemeyeceği doğrudur; çağların geçip gidişi de çoğunlukla reddedilmiş bir doğruyu kurtaramaz; çünkü bunu istemek, bütün milletleri daha kötü bir duruma sevk eder. Bu nedenle, halkın içindeki insanların yaşayan emeklerini neyle suçlayacağımızı belirlerken ve insanların kitaplarda korunan, saklanan deneyimlerle dolu hayatlarını ortaya dökerken, temkinli hareket etmemiz gerekir; zira bu yüzden bazen bir cinayetin işlenebileceğini, belki şehit verileceğini görmekteyiz, hatta bu zannı genişletecek olursak, bir tür katliam olabilir. Bu katliamda, infaz, sadece esaslı bir hayatı katletmekle kalmaz, semavi ve beşinci duyuya, yani bizzat aklın kendisine de bir darbe vurur; tek bir hayatı değil, ölümsüzlüğü katleder. Ama yetki vermeye karşı çıkarken kendim yetki veriyorsam kınanmam gerekir; çekilen acıların, bu düzensizliğe karşı antik ve ünlü devletlerde, söz konusu yetki verme projesi, engizisyondan sürünerek çıkana dek piskoposlarımız tarafından yakalanıp bazı Presbiteryenleri ele geçirme gibi yapılan şeyleri gösterecek kadar tarihi acılar olduğunu reddetmiyorum. (…)

Bence (...) Tanrı insanoğlunun vücudunun evrendeki perhizini genişlettiğinde, (ılımlılık kurallarını hiç saklamadan), zihinlerimizin perhizini ve beslenmesini insanın kendi isteğine bırakmıştır; yetişkin her insan kendi kapasitesine göre zihnini besleyebilir. Ne büyük bir erdemdir ılımlılık, insanın hayatında ne kadar az rastlanır! Ancak Tanrı, özel bir kanun veya talimata bile gerek duymadan, tamamen yetişkin insanların tutumuna çok güvenmiştir. Bu nedenle bir adamın kendi bulduğu değil, ona öğretilen eylemler onu kirletmez, Tanrı bu hataları insanı zaman aşımına uğramayan sürekli bir çocukluğa mahkûm etmek için kullanmaz, aksine, kendi seçimlerini yapabilmesi için ona akıl hassasını emanet eder. (...)

İnsanoğlunun bugünkü durumuna bakacak olursak, kötülüğün bilgisi olmadan hangi bilgelik tercih edilebilir ve hangi itidalle sabredilebilir? Tüm tuzaklarını ve görünen zevklerini anlayan ve gözden geçiren ama yine de bunlardan kaçınan, ayırım yapabilen ve gerçekten daha iyi olanı seçen; işte o gerçekten mücadeleci bir Hıristiyan’dır. Dışarı çıkmayan ve hasımlarıyla yüzleşmeyen, ölümsüz bir ödül için koşulan, tozun ve sıcağın içindeki yarıştan sıvışıp kaçan, gerçekleştirilmeyen ve nefes almayan, kaçak ve münzevi bir erdemi övemem. (...)

Bu vasıtayla günahı kovabileceğimizi düşünelim; günahı ne kadar kovarsak erdemi de o kadar kovacağımızı görürüz, çünkü ikisinin de meselesi aynıdır; bu meseleyi ortadan kaldırırsak her ikisini de ortadan kaldırırız. Bu durum, ölçülü, adil ve ılımlı biçimde hükmetmesine rağmen, önümüze tüm arzulanabilir şeyleri süren ve bize tüm sınırların ve doyumların ötesine geçebilecek bir zihin bahşeden Tanrı’nın yüksek takdirini haklı çıkarır. Öyleyse neden erdemleri sınamak ve gerçeği ortaya çıkarmak için kitapların bize özgürce sunduğu vasıtaları kısaltıp sınırlandırarak, Tanrı’nın ve doğanın tutumuna tamamen zıt bir biçimde davranalım? (…)

Gerçek ve anlama yetisi, etiketlerle, kurallarla ve standartlarla tekelleştirilebilecek ve ticareti yapılabilecek mallar değildir. Ülkedeki tüm bilgileri, o ülkede üretilen mallar gibi düşünmemeliyiz, çuha ve yün balyası gibi işaretleyip lisanslayamayız. Kendi baltalarımızı ve saban demirlerimizi bilememize izin verilmeyip, Filistinlilerin yaptığı gibi dört taraftan gelerek, yirmi yetkili demircide tamir ettirmeye zorlanmamız (bkz. 1. Samuel 13:19-20) kölelikten başka nedir ki? (...)

Doktrinin bütün rüzgârları, dünya üzerinde serbestçe esse bile, doğruluk da meydandaysa, izinler ve yasaklar belirleyerek yaralayıcı bir biçimde onun gücünden şüphelendiğimizi göstermiş oluruz. Bırakalım doğruluk ve yanlışlar kavgaya tutuşsunlar; doğrunun tarafında olan bir kimse açık ve özgür bir karşılaşmada kötü duruma düşer mi? Doğruluğun karşısındakini susturması, en iyi ve en güvenilir sindirme yoludur. Bize ışık ve net bilgiler gönderilmesine dair dualarımızı duyan kişi, Ceneviz disiplininin2 ötesinde ortaya çıkan diğer meselelerin zaten çerçevelenmiş ve imal edilmiş halde elimizde olduğunu düşünecektir. (...)

Doğruluğun güçlü olduğunu ve Her Şeye Kadir olanın yanında olduğunu bilmeyenler için söyleyelim: Doğruluğun zafer kazanmak için politikalara, stratejilere veya izinlere ihtiyacı yoktur, bunlar doğrunun gücüne karşı yanlışın kullandığı hileler ve savunmalardır; doğruluğa yer bıraksanız ve uyurken ellerini bağlamasanız yeter, çünkü aksi takdirde doğruyu söyleyemez. (...)

Ama yine de doğruluğun birden fazla biçime sahip olması imkânsız mıdır? Doğruluk bir yanda veya kendisine benzemeyen bir biçime girmeden öbür yandaysa, her türdeki şeye başka ne kayıtsız kalır? (...) Aziz Pavlus’un sürekli methettiği Hıristiyan özgürlüğü ne anlamda büyük bir kazanımdır? Onun doktrinine göre yiyen veya yemeyen, günleri sayan veya saymayan her ikisini de Efendimiz için yapabilir. Merhamete sahip olmasak ve birbirini yargılayan ikiyüzlülüğe karşı en güçlü kalede durmasak, başka kaç şeyi huzur içinde hoş görebilir ve vicdana bırakabilirdik? Korkarım dışarıdan gelenlere uymanın getirdiği bu demirden boyunduruk, boyunlarımızda kölelerdeki gibi bir iz bıraktı, ama kumaştan bir efendilik hayaleti bizi kovalıyor hâlâ... Elimizdeki tüm güçle, sağlam bir harici formalite oluşturmaya çalışırken, yakın zamanda buna denk, ufak hiziplerden oluşan alt bölünmelerden çok Kilise’nin ani bir yozlaşmasına dayanan, birbirine bağlanmış ve birlikte dondurulmuş “odun ve saman ve anız”ın sert ve ölü katılığının, yani kaba bir aptallığın içine düşeceğimizi görmüyoruz.

Her ufak ayrılık hakkında iyi düşündüğümden veya bir kilisedeki her şeyin “altın ve gümüş ve değerli taşlardan” oluşmasını beklediğimden değil, insanın buğdayı darasından, iyi balığı ufak balıktan ayırması imkânsızdır; bu ölümlü şeylerin beceremeyeceği durumda meleklerin vekaleti devreye girmelidir. Ama her şey, nasıl olmaları gerektiğini gözeten tek bir zihinde olabilir mi? Tümünü zorlamaktansa onlara hoşgörü göstermek şüphesiz daha bütünlükçü, daha basiretli ve daha Hıristiyanca olacaktır.

Kralların ve Yargıçların İmtiyazları

Burada, en başından itibaren kralların özünü, onlara nasıl ve neden kardeşlerinden daha yüksek bir itibar verildiğini anlatacağım; tüm anlatacaklarım, kralların tiranlığa dönüşmesi durumunda, onların tahttan indirilmesinin ve cezalandırılmasının, seçilmeleri kadar yasal olduğunu ispatlayacaktır; bunu, marifetli din adamlarının atmaya hazır olduğu iftiralardaki gibi kenarda köşede hizipçilerden ve sapkınlardan değil, en seçkin ve en otantik öğretilerden ve yasaklanmamış, çoğu kâfir olmayan, Hıristiyan, Ortodoks ve muhaliflerimiz için çok ikna edici olması gereken Presbiteryen yazarların eserlerinden öğrendiğim otorite ve akıl yürütmelerle yapacağım.

Bildiğim kadarıyla hiç kimse tüm insanların özgür olarak doğduğunu, Tanrı’nın görüntüsü ve benzeri olduklarını, tüm yaratıklardan daha ayrıcalıklı olduklarını, itaat etmek değil, hükmetmek için doğduklarını, Adem’in günahı yüzünden yanlışa ve şiddete sapıncaya kadar böyle yaşadıklarını, yanlışların ve şiddetin yolundan gitmenin hepsini mahvedeceğini öngörerek birbirlerine zarar vermemek için karşılıklı olarak bağlayıcı, yaygın bir ittifak kurduklarını ve bu anlaşmaya karşı çıkanlara ve anlaşmayı bozanlara karşı birbirlerini korumaya karar verdiklerini inkâr edecek kadar aptal olamaz. Köyler, şehirler ve devletler bu yüzden kurulmuştur. Yeterince bağlayıcı hiçbir inanç bulamadıklarından barışa ve ortaklaşa kabul edilen doğrulara karşı çıkanları güç ve ceza ile kısıtlayacak bir tür otorite oluşturmayı gerekli görmüşlerdir.

Bu otorite, kendini savunma ve koruma gücü her insanın özünde ve doğasında ve birleştirici bir biçimde tümünde mevcuttur; işi kolaylaştırmak, düzeni sağlamak ve herkesin kısmen kendi başına hükmetmesini engellemek amacıyla iletişim kurmuşlar ve bilgeliği ve dürüstlüğünün yüceliği ile diğerlerinden üstün olan bir kişiyi veya bunu eşit derecede hak eden birden çok kişiyi seçmişlerdir. Birinci kişiye kral denmiştir; diğerlerine ise yargıçlar. Bu kişileri, kendilerinin efendisi ve sahibi olarak değil (ama bazı yerlerde daha sonra insanlara paha biçilemez iyilikler yapan kişilere gönüllü olarak efendi ve sahip de denmiştir), her bir insanın doğal ve anlaşmalara dayanan bağlarıyla kendileri ve diğer insanlar için yürüteceği şeyleri, kendilerine emanet edilen güç yardımıyla yürütmek üzere, kendilerinin yardımcıları ve temsilcileri olarak seçmişlerdir. İyi olduğu düşünülen biri, özgür insanlardan birinin, medeni haklar sayesinde, diğer insanlar üzerinde otorite ve yargılama yetkisine neden sahip olduğuna dair başka bir amaç veya sebep hayal edemez.

Bunlar bir süre iyi idare edildi ve kendi hüküm verme yetkileri dahilindeki her şeye büyük bir tarafsızlıkla karar verdiler; mutlak biçimde ellerine verilen gücün cazibesine kapılıp adaletsizlik ve taraflılığa saparak yozlaşana kadar. Daha sonra, insanlar hüküm verme yetkilerini tek bir kişiye vermenin tehlikesini ve rahatsızlıklarını gördüklerinde kanunları icat ettiler, bir çerçeve dahilinde veya hepsi tarafından kabul edilen bu yasalar, kendilerini yönetmek üzere seçtikleri kişinin otoritesini sınırlayacaktı: böylece başarısızlığı ispat edilen kişi artık insanları yönetemeyecekti ama yasa ve akıl, mümkün olduğunca kişisel hatalardan ve zaaflardan soyutlanacaktı. “Yargıç insanların üzerinde bir yere yerleştirildiği gibi, yasa da yargıcın üzerinde bir yerdedir.” Bu işe yaramadığında yani kanun uygulanmadığında veya yanlış uygulandığında ellerinde kalan tek çare, göreve ilk başladığında tüm krallara ve yargıçlara koşullar bildirmek ve onların tarafsız biçimde ve yasalara uygun olarak adaleti sağlayacaklarına dair yemin etmesini sağlamaktı ve bu, sadece bu şartlara göre insanların sadakatine hak kazanacak, yani insanların yaptığı veya kabul ettiği yasaların yürütülmesi konusunda insanlara bağlı veya itaat etmeyi taahhüt edecekti. Bu yemin sıklıkla, kralın veya yargıcın bu güvene layık olmadığı kanıtlandığında insanların ona karşı taahhütlerinin artık geçerli olmayacağına dair açık bir uyarıyla son buluyordu. Sadece emrine amade olması ve ona yardım etmesi için değil, onunla veya onsuz, belirli zamanlarda veya her zaman, bir tehdit ortaya çıktığında, kamu güvenliğiyle ilgilenmek için danışmanlar ve parlamentolar eklediler... Bunlar ve buraya kadar anlatılanlar doğrudur, hem sapkınların hem de Hıristiyanların tüm hikâyelerinde birbirinden alınmış gibi benzeşir; tecavüzler ve gasp yoluyla insanların haklarına dair geçmişten gelen tüm hatıraları yok etmek için yollar arayan kralların ve imparatorların başında olduğu milletler için bile durum aynıdır. Alman, Fransız, İtalyan, Aragonya3, İngiliz ve son olarak İskoç tarihlerine başvurarak uzun alıntılar yapmayacağım. (…)

Böylece ortaya çıkıyor ki, kralların ve yargıçların gücü, herkesin iyiliği için, temelde insanlarda olan ve doğal ve doğuştan gelen haklarını ihlal etmeden onlardan alınması imkânsız olan gücün, onlara güvenilerek, bir sözleşmeye bağlı olarak aktarılan bir türevinden başka bir şey değildir. (…)

İkinci olarak, olağan biçimde, her insan gibi krallar da tacını ve rütbesini miras bırakma hakkına sahiptir, bu hak onun tebaasını kralın köleleri olmak kadar kötü bir duruma sokar çünkü mal gibi alınıp satılabilirler ve şüphesiz babadan oğla geçen unvan yeterince incelenirse, bu unvanın temeli ne nezaket ne de kolaylıktır. Babadan oğla geçme hakkı olduğunu düşünelim; tebaadan biri belirli bazı suçları işlediğinde, yasalar gereği kendisinin ve gelecek nesillerin haklarına nasıl kral tarafından el konuyorsa, nispi olarak aynı büyüklükte suçlar işleyen kralın, unvanını ve miras hakkını halka devretmesinden daha adil ve yasal ne olabilir? Kralın insanlar için yaratılmadığını, insanların onun için yaratıldığını ve tümünün tek vücut olarak o tek insandan daha aşağı olduğunu düşünmediğimiz sürece daha adil ve yasal bir şey olamaz. Böyle düşünmek ise bir anlamda insanoğlunun haysiyetine ihanet etmektir.

Üçüncü ve bunların sonucu olarak, kralın Tanrı’dan başka kimseye hesap vermeyeceğini söylemek tüm yasaları ve hükümetleri alaşağı etmek anlamına gelir. Hesap vermeyi reddederse taç giyme yemini sırasında onunla yapılan sözleşme ve ettiği tüm yeminler boşu boşuna ve sadece dalga geçmek için yapılmış demektir; korumak için yemin ettiği tüm yasalar amaçsız kalır, çünkü kral (çoğu kral gibi) Tanrı’dan korkmuyorsa hayatlarımızı ve mallarımızı, sanki ölümlü bir yargıca değil, Tanrı’ya bırakır gibi tamamen onun lütfuna ve merhametine bırakmış oluruz; saray parazitleri veya sarhoş adamlar dışında kimsenin yürütemeyeceği bir makam! (...)

Bu yüzden bir krallık veya yargıçlık, ister üst ister alt düzeyde olsun, “insanlar arasında yetkili kılınmış bir kurum” (1. Petrus 2:13) olarak adlandırılır; kötülük yapanların cezalandırılması, iyilik edenlerin onurlandırılması için Tanrı’nın iradesi uyarınca bu kuruma itaat etmemiz beklenir. O, “Özgür insanlar olarak itaat edin,” der. “Ama sorgulanamaz, hesap vermez ve kendisine direnemediğimiz bir sivil güce, kötülük yaptığında ve şiddet kullandığında nasıl özgür insanlar olarak itaat edelim?” Pavlus, “Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur,” (Romalılar 13:1) demiştir; aslında bu, başlangıçta, genel anlamda barışı ve korunmayı sağlamak için bir yol bulmayı insanların kalbine yerleştirenin ve bunu uygulamaya izin verenin Tanrı olduğunu söylemektir; aksi takdirde aynı otoriteyi insanlar arasında yetkili kılınan bir kurum olarak tanımlayan Petrus ile çelişir... Bu yüzden Aziz Pavlus bir önceki bölümde böylesi yönetimlerin iyiler için değil, kötüler için korkunç olduğunu anlatır; saldırganları cezalandırmak ve iyileri yüreklendirmek içindir; boşu boşuna kılıç çekmek gibi değil. (...)

* John Milton’un Düzyazıları, editör J. A. St. John (Londra: H. G. Bohn; 1848-1853), cilt II, s. 8-13, 16, 55-56, 66, 68, 75, 81, 96-97.

Bu platformun teknik altyapısı Zekare Bilgi Teknolojileri tarafından sağlanmaktadır.